İsmim Tangsuk Ozan ılgın. Anneannemin adı Cilmaya. Düşmanımın başına vermesin diyeceğiniz bir hastalığım var. Osteogenesis Imperfecta: yaygın osteoporoz ve buna bağlı kemiklerde frajilite, kırıklar ve deformitelerle karşımıza çıkan kalıtsal bir hastalık.
Kemiklerde frajilite. Yani çok hassasım. Kemiklerde deformite. Cam gibi kırılganım. Gencim güzelim diyeceğim ama değilim. Güzel görünmek istiyorum. Aynaya bakınca, Pretty Woman filminde o kırmızı elbisesi ile operaya gidecek olan Julia Roberts’ın, Richard Gere boynuna pahalı gerdanlığı takarkenki hali kadar muhteşem bir kadın görmek istiyorum. Oysa aynada tek görebildiğim, zayıftan da cılız, Jean Valjean’ıyla henüz karşılaşmamış Cosette gibi zavallı bir genç kadın. Bir Sindrella. Sindrella’nın bile bir umudu var. Camdan bir pabuç. Benim o da yok. Daha doğrusu düne kadar yoktu. Kemiklerim gibi camdan olan kalbimi kırmayacak üç dostum, Bakkal Necati’nin oğlu Ramazan, sucu Selahattin’in oğlu Hüsnü ve mavi gözlü köpeğim Çakır ile, erkeklerle kızlar hangi kâğıt ve bilgisayar oyunlarında buluşurlarsa öyle geçiriyorduk günlerimizi. Sonra ben anneannem Cilmayamdan bana geçen bu hastalığın aslında bana bahşedilmiş bir hediye olduğunu öğrendim. Tıpkı rahmetli dedemin bana verdiği ismim gibi: Tangsuk, olağanüstü olay ve mucize demekti.
Mahallemize dadanan hırsızları yakalamaya çalışırken yaptığım motosiklet kazasından sonra eve getirildiğimde, hastaneden çıkarken bana ne içirdilerse, hiçbir yerim ağrımıyordu. “Sonunda bütün o kemoterapi ve radyoterapiler işe yaradı işte!” dedi Cilmaya büyük bir sevinçle. Bense ağrısız bir hayat nasıl olur ki acaba, diye düşünürken balkona çıktığımda ıslak zeminde ayağım kaydı. İkinci kattan bahçeye düştüm.
Şansa bak! KIRIKLAR. DEFORMİTE. Tekrar patates çuvalı haline gelen bedenim çabucak toparlandı.
DEFORMİTE SONRASI REFORMASYON. Yani yeniden oluşum:
‘Sonunda bütün o kemoterapi ve radyoterapiler işe yaradı işte!’
Üzerimdeki üç beden büyük siyah kot pantolon ve dedemden kalma siyah deri ceketim nedense büyük gelmiyordu artık. Hiçbir şey olmamış gibi yerden kalktım, tekrar yukarı çıktım. Aynaya baktığımda bir çığlık attım: O gün hırsızları yakalayan geniş omuzlu buzağı yalamış saçlı iri yarı kadın ta karşımda dikiliyordu!
***
Ben Sultanat Şehri’nde yaşıyorum. Eskiden bir imparatorluğun başkentiymiş. İsminin nereden geldiğini sorarsanız uzun hikâye diyeceğim ama değil. Nice sultanları atmış sırtından bu şehir, tıpkı ehlileştirilemeyen kara yağız kır yeleli bir at gibi. O yüzden şehrin adı Sultanat Şehri kalmış. Kocaman bir camimiz var imparatorluk zamanından kalan: Sultanatmak Cami. Önceden Sultanahmak Cami imiş adı. Eskilere hürmeten değiştirmişler. Bizim buralarda eskilere hürmette kusur edilmez. Ama eskilerin hatalarından ders almaya gelince kimse o limana yanaşmaz.
Bir de bizden çok çok öncekilerden kalma Hayasomya Cami’miz var. O artık bir müze. Eskiden kilise olan ama zafer kazananın kibri yüzünden dört minare dikilerek camiye çevrilmiş bir yapı için en akıllıca karar bence.
Sultanat Şehri bir eyalet-şehir. Valimizi, belediye başkanımızı hep kendimiz seçeriz. Bize özerksiniz diyorlar. Şehrin Doğu Yakası’ndan Batı Yakası’nı ayıran Burgaziçi nehrinin batısında oturanlar. Biz Doğu Yakası’ndakiler fakirlikte, okulsuzlukta, öğretmensizlikte, çete kavgalarında bir serseri kurşuna hedef olup geberip gitmekte özerkiz evet. Kimse karışmaz bize bu konularda. Yeter ki Batı yakasını derya olmuş dertlerimizle meşgul etmeyelim. Tahmin edebileceğiniz gibi biz bu şehrin beyaz zencileriyiz. Batı Yakası ise zevkte, sefada, israfta, har vurup harman savurmakta, yetim hakkı yerken elde ettiği zenginliği fütursuzca harcamakta ama bunları intizardan tasarruf edemeyiz diye kamufle etmekte özerkler. Bu konularda da onlara kimse karışamaz.
Şehri birbirine bağlayan tek köprüden geçerken kolluk kuvvetlerine geçerli bir bahane veya kimlik sunamazsanız karşıya bile geçemediğiniz bu koduğumun distopyasında belediye başkanlığı seçimleri var gene. Ama belki bu sefer ‘Bizi neden yoruyorsun?’ diye serzenişte bulunduğumuz hayat bizi yormaz ve biraz bizden yana olur. Hani fazla bir şey de istediğimiz yok. Batı Yakası’nın artıklarını değil de taze sebze ve meyve getirseydi kabzımallar, öğretmenlerimiz işsiz gezeceklerine öğretmensiz okullara atansalardı ve birazcık da biz mutlu olalım yeterdi. Bakalım bunu bize reva görecekler miydi?
***
Kemiklerimi kırarak patates çuvalı halimden Wonder Woman’la Catwoman arası bir süper güçlü kadına dönüşebildiğimi tüm mahalleye açık ettiğimin ertesi günü, bir taksi gelip Cilmaya ile beni evden aldı. Sonradan öğrenecektim ki bu taksi görünümlü araçlardan pek çok vardı ve özel kuvvetlerin böyle gizli görevleri sessizce yürütmesine yarıyorlardı. Şehrin Doğu Yakası ile Batı Yakası’nı birbirine bağlayan tek köprü olan Burgaziçi Köprüsü’nden karşıdan karşıya geçerken, yoksulluğu arkamızda bırakıp ultra modern zenginliğe adım attık. Köprüden geçerken aracın şoförünün kolluk kuvvetlerine gösterdiği havalı kimlikle bahanesiz karşıya geçebildiğimiz zaman arka koltukta hindi gibi kubardım. Demek ki dedim içimden, zenginler köprülerden böyle hesap vermeden geçtikçe, dinin herkes için ön gördüğü sırat köprüsünün sadece fakirlere mahsus olacağını düşünüp kendi aralarında eğleniyorlar. Öyle ya, böyle düşünmeseler hemen hemen tüm inanışların, günahların en büyüğü addettiği kul hakkını suyuna ekmek bana bana yemezlerdi herhalde.
Taksi bizi S.S.Ö.K. – Sultanat Şehri Özel Kuvvetler binasına götürdü. Cilmaya ile beni orada, şakaklarındaki hafif kırlaşmış saçlarından 40’lı yaşlarını sürdüğünü tahmin ettiğim geniş omuzlu kapı gibi bir polis amiri karşıladı.
“Ben Komiser Hayri Kozak.” dedi. Benimle vatan, millet ve savunma konularında kısa ama çarpıcı bir konuşma yaptı. Hani sanırsınız karşısında ben yani o kırık kemikli zayıf kız değil de Top Gun’ı birincilikle bitirmiş Iceman’ı canlandıran 1.82 boyundaki Val Kilmer var! Emin olmak için dönüp arkama filan baktım. Hayır, kimse yoktu. Evet, Komiser bütün bunları bana anlatıyordu.
Sonra bana rozet, silah, üniforma ve bedenimin dağılıp sonra tekrar toparlanmasına sebep olan kazada kullandığım Suzuki Inazuma’nın anahtarlarını teslim etti. Kabul etmedim.
“Siz beni ne zannediyorsunuz? O bir sürü kahramanın olduğu hikâyelerde bile dünyanın daha güzel bir yer olduğunu gördünüz mü hiç? Beni kahramancılık oynayayım diye piyasaya salacaksınız. Ondan sonra tavşana kaç tazıya tut diyeceksiniz. Kusura bakmayın ama hiç işim olmaz. Hem tek başına bir kişinin dünyayı değiştirdiği nerede görülmüş ki?”
“Tek başına olmayacaksın.”
“Cilmayamı mı katacaksınız yanıma? Komik olmayın. Ne kadar güçlü de olsa o benim anneannem. Onu hiçbiriniz için tehlikeye atmam.”
“Hayır Cilmaya ile değil. Bu arkadaşlarla bir ekip olacaksınız.”
O anda düşüp bayılmadıysam bir daha bayılmam herhalde. Çocukluğumdan beri burnumuzun yemyeşil sümüğünü çeke çeke toprak arsalarda misket oynadığımız Bakkal Necati’nin oğlu Ramazan ve Sucu Selahattin’in oğlu Hüsnü, Robocop kıyafetleri içince vıjjt diye açılıp kapanan kapıdan içeri girmesinler mi! O her zamanki sünepe hallerinden ve bakışlarından da eser yok! İkisi de tıraş olmuş, saçları askeri nizam kesilmiş ve çakı gibi dimdik ‘hazır ol’da karşımdalar!
“Ama ama… Bunlar bizim Ramazan’la bi.. bi… Bizim Hüsnü?” diye kekelemişim.
Cilmaya şaşkınlığımı gidermeye çalıştı.
“Sen doğduğun andan itibaren her şey planlandı Ozancığım. Kader değil bunlar artık. Gerçek.”
Sonra Komiser Hayri aldı eline sazı.
“Öyle bir gerçek ki planlama ve gerçekleşmesi için yüzbinlerce dolar harcandı. Senin durumunda olan kişilerin güven problemi yaşadıklarını bildiğimiz için sonradan ekip olacakları kişileri etrafındakilerden seçeriz hep. Etrafında öyle kimse yoksa, ekip olabileceği kişileri arkadaş olarak hayatına sokarız. Seninkinde ilk seçeneği kullandık.”
“Yani hiç arkadaşım olmasaydı bana arkadaş kakalayacaktınız öyle mi?”
“Bu yıllardır işleyen bir projedir ve sen de bu projeye dahilsin. Kimseye ayrıcalıklı davranılmaz burada!”
“Ne demek ayrıcalık yahu! Derdime derman olacaksınız diye geldim. Siz beni bir ucubeye çevirdiniz! Şimdi de kalkmış sen bir projesin bilmem ne! Bir de kemiklerim ellerimin üzerinden fırlayacak olsa dişi Wolverine olup çıkacağım! Bu durumda siz de Türk Doktor Xavier olacaksınız!”
“Şaka değil bu hanımefendi! Bu gerçek hayat! Hele ki bir DC çizgi romanı hiç değil!”
“X-men DC’nin değil Marvel’ındır bir kere! Gerçek hayatmış!”
“……….”
O günden sonra amirim olacağını iddia eden Komiser Hayri Kozak ya da polisler arasındaki deyimle Kozak Hayri sinirinden kapıyı çarpıp çıktı demek isterdim ama kapılar vıjjt diye kayarak açılıyordu. Açılan kapıdan YDS botlarını özel plastik zeminde gıcırdata gıcırdata çıktı Komiser. Cilmaya suratı kıpkırmızı bir halde bir köşeden bana bakıyordu. O da sinirlenmişti ama henüz durumun ciddiyetini idrak edemediğimi anladığından fazla bir şey diyemiyordu.
Amirin yolladığı bir alt rütbe polis bizi, Dark Knight Rises’da Morgan Freeman’la Marion Cotillard’ı yerin dibine indiren asansörlü oda gibi bir şeyin içine bindirdi. Dikey olarak aşağı doğru ilerlerken iyiydi de asansör-odanın kabini yatay ilerlemeye başlayınca gözlerimi kapattım. Midem de bulanmıştı ama gözlerimi kapamamın asıl nedeni artık olanların bir rüya olduğuna kanaat getirmiş olmamdı. “Yok devenin tenis ayakkabısı! Kesin rüya olmalı lan bunlar! Gözlerimi açacağım ve o Suzuki ile çöp bidonlarına çarptığım ‘square ona’a geri döneceğim. Bedenimde yüzlerce kırık çıkık ve kanlar içinde yerde yatıyor olacağım ve her şey tekrar eskisi gibi çok berbat ama çok güzel olacak.” diye düşünüyordum.
Ama öyle olmadı. Anasını sattığımın şu boktan dünyasında gökten yağmur yerine hangi mücevher yağmıştı da fakirin bağına düşmüştü ki zaten. Babam tarafından terk edilmek bende, annemi erken yaşta kaybetmek bende, dedeme doyamadan toprağa vermek bende, çirkinlik-fakirlik-zayıflık bende, kimsenin umurunda olmayan bir şehrin Allah’ın unuttuğu bir mahallesinde kıçı kırık bir motosiklet tamircisi olmak bende. Tangsuk ismimden dolayı ‘Tak-sök’ diye lakap takılması bende! Şimdi de burnu boktan kurtulmayanların burnunu boktan kurtarmak bende! Benim suçum her neyse!
Silaha, rozete, bana uzatılan özel kıyafetlere hele hele Ramazan ve Hüsnü’ye ikinci kere bile dönüp bakmadan terk ettim S.S.Ö.K. binasını. Soktuğumun işi diye de küfrettim, sanki yapabilirmişim gibi. Sokmayı yani. Ne yapayım benim bildiğim ve genele hitap eden tüm küfürler erkeklerin yapmayı sevdiği ve yapabildiği şeylerdi.
Sultanat Şehri’nin iki yakasını bir araya getirmekten çok uzak olan o köprüden tekrar geçtim. Burgaziçi Nehri, şehrin doğu ve batı yakalarında yaşayanlar arasındaki gelir ve gider uçurumunu iyiden iyiye artırmaktan başka bir işe yaramıyordu gözümde. Halbuki o sadece bin yıllar önce kaynağından çağlayarak bu topraklara bolluk bereket getirmiş ve insanların etrafında yerleşip bu güzel şehri kurmalarını sağlamış bir su yoluydu. Nehrin Doğu Yakası’ndaki komşuları aç yatarken Batı Yakası’ndakilerin kusana kadar yiyip-içip sıçmaları onun suçu muydu?
Köprüden geçerken Batı Yakası’ndaki bir denizaltının periskobu gibi yüksek binalarla nefes almaya çalışan teknoloji devi şirketlerin gece gündüz hiç bitmeyen uğultusundan, kuş sesleri, inek böğürmeleri, kuzu melemeleriyle silah patlamalarının aynı anda duyulduğu şehrin Doğu Yakası’na adım atarken sürekli düşündüm.
Bu dünyanın, hadi onu bırak bu şehrin, hadi onu da bırak benim mahallemin kötülerini enselemede, benim gibi kadın mı erkek mi olduğu belli olmayan ne idüğü belirsiz bir kişiye bel bağladılarsa demek ki hakikaten ümitsiz bir haldelerdi. Gülsem mi ağlasam mı bilemedim. İnsan benim gibi yirmi beş yaşına kadar görünmezmiş gibi yaşayınca birdenbire podyuma çıkıp kırmızı halı üzerinde topuklu ayakkabılarla ‘cat walk’ yürüyüşüne geçemiyordu. Öyle bir dünya yoktu. Bende bu şans varken tüm o spot ışıkları beni gösterdiği o an, eminim ya açık kalmış bir fermuarla ya boyasız ayakkabılarla ya dişimde kocaman bir maydanozla ya da hepsiyle birden görüntülenir ve aptal aptal sırıtarak yakalanırdım kameralara.
***
Sonunda belediye başkanlığı seçimleri gelip çatmıştı. Halkın ve haklının yanında olacağını iddia eden belediye başkan adayı İkram Papazoğlu bayraklarla şarkılarla türkülerle arkasına Doğu Yakası’nın desteğini de alarak gümbür gümbür geliyordu. Ezelden beridir Batı Yakası’ndaki zenginlerin içinden çıkagelmiş belediye başkanları hep biz doğu yakalılara sözler verir fakat koltuğa oturunca şehri, sanki bu şehrin sadece tek yakası varmış gibi yönetirlerdi. Doğu Yakası’na polislik yapması için kendi adamlarından birini polis şefliğine atar, ondan sonra da “Yesin birbirini itler!” diyerek kendi keyiflerine bakarlardı.
Şimdi belki de yıllardır hiç olmayan olacak ve bizim gezdiğimiz sokaklarda büyümüş, bizim buradaki imam-hatip lisesinde okumuş, toprak arsamızda futbol onayarak buraların tozunu yutmuş bir kişi bütün şehri yönetecekti. Gururluyduk, mutluyduk.
***
Akşam olup da Ramazan ve Hüsnü mahalleye geldiklerinde konvoy yapan arabaların seçim tantanası yeni bitmişti. Ucuz hoparlörlerden gelen lüzumsuz gürültüye son verdikleri zaman kafamı dinlemek için tekelci bakkalın önünde yere çökmüş, üçüncü dal sigaramın eşliğinde ikinci biramı yuvarlıyordum. Mavi gözlü köpeğim Çakır her zamanki gibi efkârımı hissetmiş ve başını kucağıma dayayıp bir seni seviyorum kısa mesajı göndermişti.
Bizim ikili artık makyaj ve peruk olduğunu bildiğim saçlı sakallı ve pejmürde halleri ile gelip yanıma çöktüler. Sanki Batı Yakası’ndan onca yolu metrominibüs ile gelmişler gibi bir halleri vardı. Ama artık biliyordum ki S.S.Ö.K’ne ait araçtan mahallenin girişine kadar arka koltukta kurularak getirilmiş ve mahalleye girdikten sonra of çok yorulduk pozlarına girmişlerdi.
Gelip yanıma çöktüler. Eskiden olduğu gibi cinsiyetlerimizi saf dışı bırakarak, insanca itişe kakışa, şakalaşarak (kabule deyim bazen hayvanlaşabiliyorlardı!) geçireceğimiz bir cumartesi akşamı olmalıydı bu. Ama klişe cümle ile ‘artık hiçbir şey eskisi gibi olmayacak’tı. Hele ben onları merkezde o polis kıyafetleriyle gördükten sonra asla.
“Şimdi siz transformatör fabrikasında da çalışmıyorsunuz öyle mi?
Sessizlik.
Camdan olan kemiklerim gibi camdan kalbimi kırmayacak dediğim üç dostumdan ikisi kalbimi kırmıştı.
“Bundan sonra erkek ya da dişi insan milletine asla güvenmemeyi öğrettiniz bana ulan! Aferin size!”
Sessizlik.
“Oğlum beni yıllarca her gün Doğu Yakası Erkek Lisesi’ne gidiyoruz diye kandırdınız mı lan?”
“Bizi ilkokuldan sonra eğitime aldılar Tak-sök. Ama sana yemin billah sen motosiklet ile kaza yapana kadar senle ilgili hiçbir şey bilmiyorduk. Sadece özel kuvvetler için eğitildiğimizi, çok gizli olduğunu ve zamanı gelince bize bunu açıklayacaklarını söylediler. N’apalım biliyorsun, biz de garibanız. Çenemizi tuttuk, görevimizi yaptık.”
İkisi de başlarını önlerine eğmiş, sanki benden işledikleri bu büyük günah için af diliyorlardı.
“Yavru köpek duruşuyla durmayın öyle be! Kilise papazı değilim ki günahlarınızı affedeyim! Görevinizmiş! Pabucumun polisleri sizi! Kandırdınız ulan beni! Şu fani dünyada aynı şişeden bira içebildiğiniz tek kadını kandırdınız!
“Oğlum biz seni kadın gibi görmedik ki hiç!”
“Allah belanı versin Ramazan! Özrün bile kabahatinden büyük Ramazan!”
“Ya öyle değil. Yanlış anlama. Yanlış hisler düşünmedik hiç senin hakkında. Değil mi lan? Sen de konuşsana Hüsnü!”
“Neden? Benim diğer kızlar gibi giderim yok diye mi? Halbuki size yetmez ama nefes alsın yeter değil miydi ulan?”
“Ya Tak-sök yaaaa!”
“Şu it diye aşağıladığınız köpek bile sizden daha sadık biliyorsunuz değil mi?”
Biraz daha sessizlik. Mavili kutudaki birayı tepeme dikip kutuyu da ayağımın altında ezdikten sonra en yakın iki arkadaşımın kafalarını ezmek isteğim biraz azalmıştı. Çakır ayağa kalktı, silkelendi. Çakırca “Hadi eve gidelim.” demekti bu.
“Hadi len kalkın. Bizim evde devam edelim içmeye. Cilmaya merak eder. Zaten onu da S.S.Ö.K. binasında bıraktım çıktım öyle. Yarın seçim var memlekette. Polisler damlar şimdi buralara.”
Lafımın üzerine Ramazan ve Hüsnü’nün bellerinin arkasındaki silahlarına davranmalarına bakıp gülmeye başladım.
“Oha lan polisler şimdiden damlamışlar! Yıkılın karşımdan pabucumun polisleri sizi!” dediğimde dayanamayıp hepimiz kahkahalara boğulduk.
***
Bir gece önce neredeyse sabaha kadar içtiğimiz için seçim günü öğleden sonraya kadar uyuyacaktım ki sabah 11 civarı kapı deli gibi çalındı. Gelenler tabii ki Ramazan ve Hüsnü idi.
“Lan bi uyku uyutmadınız eşşoğ_”
“Ozan dur. Durum ciddi. Adamımız İkram Papazoğlu seçimleri kazanıyor fakat öteki aday İmelik Çekçek’in adamları sandıklarda arıza çıkarıyorlar. Duyduğumuza göre Batı Yakası’nda seçim kuruluna giden sandık yüklü araçları durduruyorlarmış.”
“Nasıl yani?”
“Mafyayı olaylara dahil etmiş şerefsizler. Artık bize bir mucize lazım.”
“Mucize benim göbek adım ulan. Tangsuk ne demek? Mucize demek! Bir dakik bir dakika durun. İyi de ben adamlara hangi sıfatla müdahale edeceğim?”
Ramazan cebinden silah, rozet ve motosiklet anahtarından oluşan emanetleri çıkardı, bana uzattı. Hüsnü de arkasında sakladığı poşeti verdi. Elbette poşetin içinde bana verilen Robocop kıyafetleri vardı.
“Var ya ben sizin! Oha ben sizin! Neyse hadi yürüyün!”
Üniformamı giydim. Silah ve rozeti cebime tıktıktan sonra ikinci katın balkonundan aşağı atladım. Patates çuvalı halimden güçlü kadın halime geçiş yaptım ve Suzuki motoruma atladım.
Görünüşe bakılırsa artık köprüden bahanesiz geçecektim.
DeVaM eDeCeK…