Bir eyalet-şehir olan Sultanat Şehri’nin S.S.Ö.K. (Sultanat Şehri Özel Kuvvetler) Organize Suçlarla Mücadele Birimi’ne atandığımda amirim Hayri Kozak’ın verdiği silah, rozet ve polis üniformasını kabul etmedim. Ne kemiklerimin doğuştan kırılgan olmasını ne de kırılıp kırılıp yeniden kaynayınca ultra-güçlü bir kadına dönüşmeyi ben istememiştim. Tek istediğim 1980’lerden kalma adetleriyle hâlâ komşusu açken tok uyuyamayan insanların yaşadığı mahallemde anneannem Cilmaya, kankalarım Ramazan, Hüsnü ve mavi gözlü köpeğim Çakır’la mutlu mesut yaşayıp gitmekti. Ama SSÖK’te polis olduklarını yeni öğrendiğim Ramazan ve Hüsnü şehrimizde belediye başkanlığı seçiminin olduğu gün telaşla kapıma gelip “Ozan, İkram Papazoğlu seçimleri kazanıyor fakat öteki aday İmelik Çekçek’in adamları arıza çıkarıyorlar. Batı Yakası’nda seçim kuruluna giden araçları durduruyorlarmış.” dediklerinde dayanamadım. Halkın sesini duyurmak için tek şansı olan demokratik seçimlerde bile seçim çuvallarını çalmaya çalışanlar, seçime mafyayı dahil edenler ve böylece huzur kaçıran birileri vardı. Birileri de, kendi çıkarına düzen sağlamak isteyenlerin ve düzülen hep aynıyken düzen olmaya çalışanların tekerine çomak sokmalıydı. İşte o çomak ben olacaktım. Ben, Tangsuk Ozan Ilgın. Adına Osteogenesis İmperfecta denilen kırılgan kemikleri yüzünden yirmi beş yaşına kadar fare gibi deliklerde saklanarak yaşamış ama yine kırılgan kemikleri sayesinde güçlü bir kahramana dönüşebilen mucize kadın.
***
SEVAP-Sade Vatandaş Partisi adayı İkram Papazoğlu ve CEVAP-Cumhuriyetçi Vatandaş Partisi adayı İmelik Çekçek arasında belediye başkanlığı seçimleri kıyasıya çekişmeli idi. Biri “SEVAP’A OY VERMEK SEVAPTIR!” sloganı ile yeri göğü inletmişken, diğeri “DİNİ ALET EDENLERE GEÇİT YOK! CUMHURİYET VAZGEÇİLMEZİMİZDİR!” diyerek miting alanlarını doldurmuştu. Her kim kazanırsa kazansın, haklının ve ezilenin tarafında olacağına inanıyordum. Cilmaya ise yaşının verdiği tecrübeyle temkinli yaklaşıyordu olaya. “Dur hele bakalım. Neler neler gördük biz! Ağızlarında kuşla gelip ağzımla kuş tuttum deseler inanmam ben bu politikacılara!”
***
Seçimlerde yolsuzluk yapmaya çalışanlara müdahale etmek için motosikletime atladım. Şehrin bizim mahallenin de bulunduğu Doğu Yakası ile gökdelenlerin süslediği zengin kesimi olan Batı Yakası’nı birbirinden ayıran Burgaziçi Nehri’nin üzerindeki tek köprü olan Burgaziçi Köprüsü’nden geçtim. Yüzyıllardır birbirine bakan Sultanatmak Cami ve Hayasomya Müzesi’nin ortasındaki Sultanatmak Meydanı’nda, telsizden plakası verilen bir minibüsü durdurdum. Kendi icadım olan mobil kaynak makinesi ile kapıları kaynattım. Beraber bir ekip oluşturduğumuz Ramazan ve Hüsnü’ye konum attım. Diğer minibüse doğru yola çıktım. İkinci minibüsteki adamlar beni görünce kahkahalarla güldüler.
“Sadece seni mi yolladı koskoca SSÖK teşkilatı?”
Adamların içinde bulunduğu minibüsün kaputuna yumruğumu vurunca, minibüsün önü yere yapışırken arkası havaya kalktı ve minibüs kaplumbağa gibi ters döndü. Kapılara birer tekme savurdum. Kaynakla mühürlemeye gerek kalmadı. Minibüsün içinde artık gülmeyi bırakmış olan hıyarlara orta parmak işareti yapıp şu cevabı verdim.
“Evet sadece beni yolladı koskoca SSÖK teşkilatı! Var mı bir itirazınız?”
Ben oyları çalmaya çalışanları tek tek yakalarken, yavaş yavaş seçim tablosu da ortaya çıkıyordu. Minibüslerden kurtardığımız oy çuvallarından çıkan oylarla İkram Papazoğlu seçimi kazandı. Hiç şaşırmamıştık.
***
Seçimlerin ertesi günü SSÖK binasında toplandık. Kozak Hayri kocaman bir gülümseme ile karşıladı beni.
“N’oldu tek bir kahraman dünyayı değiştiremez zırvalarına? Duydum ki tek başına avlamışsın bütün keklikleri!”
“Estağfurullah amirim. Ben yordum, Ramazan, Hüsnü ve ekipteki diğer arkadaşlar peşimden gelip yakaladılar adi şerefsizleri. Seçimlere hile karışacak dendiği zaman dayanamadım. Hani ne kaldı ki elimizde milli irademizden başka?
“Görevi kabul ettiğine göre_”
“Evet görevi kabul ettiğime göre bana biraz James Bond zamazingoları hazırlasalar iyi olur diyecektim. Ya da özel kuvvetlere Batman’deki Morgan Freeman’ın yönettiği gibi bir ar-ge birimi açmalıyız. Naçizane fikrim olarak yani…”
Hayri Kozak çok sabırlı adamdı. Benim gibi bir çalçeneyi bile sabırla dinledi.
“Sözümü kesmeseydin ben de sana bunu diyecektim. Neyse, belediye başkanı tarafından yeni atanan polis şefi ile tanışmaya gideceğim. Çocuklar siz Ozan’ı sözünü ettiği ar-ge birimine götürürsünüz!”
Ramazan ve Hüsnü’nün peşine düştüğümde yukarı aşağı ve ileri geri giden asansörlerden başka ne numaraları olabilir ki diye dudak büküyordum. SSÖK binasının yerin altındaki 27. katında asansörden indik. Kısa bir koridorun sonunda hangar kapağı gibi kapılar açıldığında içeride kaynak makinesi ve kaynak kaskı ile çalışmakta olan polis üniformalı bir adam, çömeldiği yerden ayağa kalkıp bizi karşıladı. Adamın ayak ucundan baş ucuna doğru gözlerimi yukarı kaldırmam on saniyemi aldı. (Bazı yerlerde duraklamış olabilirim.) Öyle iri öyle sağlam bir adamdı ki şu anda kocaman bir kadın halinde olan ben, güvercin yanındaki serçe kadar kalmıştım yanında. Davudî sesiyle “Hoş geldiniz beyler!” diye gürledi. “Ve bayanlar!” derken başındaki kaskı çıkardı. Ortalık, İsa’nın Katolik kiliselerindeki vitraylara nakşedilmiş haleli tasvirine gökten ilahi bir ışık hüzmesi düşmüş gibi aydınlandı.
Adamın, Cillian Murphy mavisi gözlerine, Jason Mamoa vücut yapısına ve Tom Hardy gülüşüne bakakalmıştım. İçimden “Allahım bunu erkek diye yarattıysan bizim Ramazan ve Hüsnü’ye ne diye aynı sıfatı verdin?” dedim. Tıpkı Nataşa’yı gördükten sonra “Karım Hatçe beni 30 yıldır ‘kadınım’ diye kandırıyor Hâkim Bey!” diyen Temel gibiydim. Ama isyanım başka bir hâkime idi.
Göğün yedi kat üzerindeki isyanımı çarçabuk yatıştırıp, yerin yirmi yedi kat dibindeki bu hangara yumuşak iniş yaptım. Baktım ki bana sesleniyorlar, ne dediklerini duymamış ama “evet” demiş buldum kendimi.
“Yaaa!” dedi o yakışıklı beyefendi. “Demek daha önce buna benzer ekipmanları bir arada görmüştünüz!”
“Yok yani, anca rüyamda görmüşümdür.” diye sırıttım.
“Ben Teğmen Âdem” dedi. “Siz de…”
“Havva olsam iyiydi bu koşullarda…” diye geçirdim içimden sözünü keserken. “Ben de Ozan Ilgın.” dediğimde Teğmen Âdem çoktan hangardaki her türlü kara-hava-deniz taşıtının da aralarında bulunduğu ekipmanı tanıtmaya başlamıştı.
***
Kozak Hayri yeni atanan polis şefi ile görüşmesinden harika haberlerle döndü. “Belediye Başkanı sizi görmek istiyor gençler.”
“Allah Allah! Daha dün bir bugün iki. Neden ki?”
“SSÖK’ün seçim sırasında çuval çuval oyların çalınmasına engel olduğunu öğrendiği zaman bu işin kimlerin başarısı olduğunu sordu. Ben de isimlerinizi verdim. Sizi kısa bir teşekkür için önümüzdeki hafta belediye binasına çağırıyor.”
***
Amirimle beraber, Belediye Başkanı ile randevumuza kamufle olmak amaçlı cılız halimle gitmem gerektiğine karar verdik. “Sana gülebilirler.” dedi. “Ama moralini bozma sakın. Bir de o mavi gözlü köpeğini de getir. Hayvan sever olmak iyidir.”
Belediye başkanlığı binası, ortadaki kocaman bir iç avluya balkonlar halinde daralarak yükselen katlardan oluşuyordu. Hayatımda ilk defa böyle bir bina görüyordum. Binanın katları daralarak Babil’in kulesi gibi yükselirken, binanın inşası da Barselona’daki yüzyıllardır bitirilemeyen o meşhur kilise gibi hâlâ devam ediyordu.
Bir halısaha büyüklüğündeki iç avlu, bizi görmeye gelmiş insanlar ve gazetecilerle hıncahınç doluydu. Yoksa bu kısa bir teşekkür olmayacak mıydı?
Başkan 7. kattaki odasından avluya bakan balkonuna çıktı ve bizi de o kata çağırttı. Şimdi tamamen dolu bir salona seslenen boksör eskileri gibi kollarımızı havaya kaldırmış, Başkan’ın övgü dolu sözlerini dinliyorduk. Çakır ise yanımda oturmuş sakin tavırlarla olan biteni izliyordu. Tabii ki gazetecilerin kinayeli soruları bitmek bilmiyordu.
“İşte! Bu genç polisler gafillerin oy çalmalarına engel olarak, çuval çuval oyları seçim merkezine taşınmasını sağlayarak bugün burada olmamızı sağlayan gençlerdir! Bu gençler gibi vatanını milletini seven polis ve asker gücümüz sayesinde hep halkın ve haklının yanında olacağız! Bu gençler adaletin yerini bulmasında canla başla çalışmışlardır! Seçim bizim için bir amaç değildir, araçtır.”
Alkışlar.
Yahu ben liseyi zar zor bitirmiş bir insandım. Başkan, amaç’tı araç’tı ne demek istiyordu, anlamamıştım.
“Artık amacımıza ulaşmak için elimizden geleni yapacağız. İlk işimiz Avrupa Şehir Beraberliği Komitesi’nce gerekli görülen düzenlemeleri yapıp şehrimiz için üyelik tarihi almaktır.”
Alkışlar.
“Sayın Başkan bu yanınızdaki cılız kadınla uyuz köpeği mi yeni SSÖK birliklerine atanan kişi?”
“Şaka mı bu Sayın Başkanım?”
“Başkanım, çuval çuval oyları araçları devirerek mi yoksa hırsızları ısırarak mı yakaladılar?”
Ahahahhaahah. Kahkahalar.
Zaten yeterince utangaçtım, yer yarılaydı da yerin dibine gireydim diye düşünüyordum. Birden kalabalığın arasında bir tuhaflık gözüme çarptı. Krem rengi uzun pardösülü, güneş gözlüklü ve kasketli bir adamın iki elinin de sürekli cebinde olduğunu ve cebinden çıkardığı akrep dövmeli sağ elini arada çok kısa süreyle kulağına götürdüğünü fark ettim. Çok aksiyon filmi izlemenin faydaları. Uzun pardösü. Kasket. İç mekânda güneş gözlüğü. Kulaklık. Casus. Ya da tetikçi.
Fazla düşünmedim. Aslında düşündüm. Balkondan aşağı yedi kat boyunca düşerken, “İnşallah özel kuvvetlerin kulaklıkları böyle salak salak elini kulağına götürmeden konuşulacak şekilde tasarlanmıştır!” diye düşündüğümü hatırlıyorum. Düşünmek hızlı. Ama düşmek daha hızlı.
Yerdeyim. Yerdeyiz. Peşimden Çakır’ın da atlayacağını nerden bileyim? Musa’nın Kızıldeniz’i ikiye yarması gibi açılan kalabalık. Çığlıklar. Patates çuvalı haline gelişim. Çakır’ın patates çuvalı haline gelişi. Sonra güçlü kadın moduna geçişim. Çakır’ın güçlü kocaman bir köpek moduna geçişi. Pardösülü adamı yakalamam filan hepsi beş saniye sürdü. En son baktığımda Çakır kendine uyuz köpek diyen Cenah gazetesi muhabirini yere yatırmış, üzerinde hırlıyor.
“Gel kızım!” dedim. “Isırdığına değmez.”
Kozak Hayri’ye yanaştım. “Hayvan sever olmak iyidir, değil mi Amirim? Ne zaman söyleyecektiniz bana Çakır’ın da deneklerinizden biri olduğunu?” Gözlerimden akan yaşları sildim. Çakır’la beraber belediye binasını terk ettim.
Alkışlar, plaketler, teşekkürler kısmını kaçırmıştım ama yakaladığım adamın uzun pardösüsünün cebinden Uzi çıkmıştı.
Yalnız Başkan’a, “Çalınan oylar sizin değil, diğer adayın da olsa yine aynı hassasiyetle görevimi yapardım. Ben siz başkan seçilesiniz diye uğraşmadım. Sadece haksızlığa engel oldum.” demem gerekiyordu. Demedim. Diyemedim. Kalabalığın tezahüratları esnasında deseydim de kimse duymazdı zaten. Keşke deseydim. Yoksa demeli miydim?
***
Başkan Papazoğlu’nun ilk icraatı Sultanat Şehri’nin AŞEBEK- Avrupa Şehir Beraberliği Komitesi’ne üyelik kabulü işlemlerini hızlandırmak oldu. Şehrimiz AŞEBEK’e katılmak için daha önce başvurmuş fakat beklemeye alınmıştı. Bu komiteye katılmamız, şehrimizde yaşayan herkesin doğu yakalı batı yakalı denmeden, yani zengin fakir ayrılmadan Avrupa’da gezebilmesini, iş bulabilmesini sağlayacaktı. Başkan Papazoğlu eyalet-şehir olan Sultanat Şehri için bir bakanlık sistemi kurarak Ruling Donating’i AŞEBEK’ten Sorumlu Eyalet Bakanı olarak atadı.
AŞEBEK’e üyeliğimizi hızlandırmak için eski başkanların ertelediklerini yaparak art arda AŞEBEK uyum yasaları çıkardı. Bunlardan biri bizim özel kuvvetleri doğrudan etkiledi. SSÖK ismi yıllardan beridir polisler arasında ES-ES olarak kısaltılmıştı. ES-ES yani S.S. Almanya’nın II. Dünya Savaşı öncesi kurduğu Schutzstaffel birliklerinin de kısaltmasıydı. İlk kurulduğunda polis görevi yapan silahlı parti militanlarından oluşuyordu. Fakat daha sonra Madolf Mitler’in kişisel korumalığını yapmak için görevlendirilmişlerdi. Hiç düşünülmeden takılmış bu kısa ismin tarih sayfalarına ismini utanç içinde yazdırmış bu faşist birlikleri çağrıştırması kimsenin umurunda olmadı.
Zaten Ramazan, Hüsnü ve ben de işi makaraya vurur hale gelmiştik.
“Düşünsene! Adamların New York’ta NYPD- EN VAY Pİ Dİ diye bağırışı bile havalı oğlum. Bi de bize bak! SE SE ÖĞ KE geldi! Eller yukarı!
“Bir de CSI’i düşün. Sİ ES AY nerdeeeee OYİ-Olay Yeri İnceleme nerde! Bi kere biz başta dilden sonra dinden kaybetmişiz oğlum! Almazlar bunlar bizi AŞEBEK’e ben sana diyeyim.”
“Niye öyle diyorsun ki Hüsnü? Papazoğlu çok azimli bu konuda. Her alanda ılımlı olacağız bundan sonra. Dilde de dinde de ılımlı olacağız. Herkes anadilinde eğitim filan alabilecek. Alacaklar bizi merak etme sen.” diye cevap vermiştim ben.
Derken AŞEBEK uyum yasaları gereği SSÖK ismimiz SSOK olarak değiştirildi. Neymiş onların dilinde Ö harfi yokmuş!
“Onlar ‘Kes kö se’ derken var biz ‘Özel Kuvvetler’ derken yok! Bu nasıl iş lan anasını sattığımın!”
“Sen SE SE ÖĞ KE diye dalga geçerken al sana şimdi SSOK olduk, mutlu musun? Suçlulara söylersin SSOK bunu nerene sokarsan sok diye artık!”
***
Mahallemizde daha önce, Kuyumcu Hilmi, Tekelci Bakkal Necati ve benim çalıştığım motosiklet tamircisi soyulmuştu. Habil ve Kabil isimli zayıf uzun boylu ve omuzlarına dökülecek kadar uzun sarı saçlı birbirinin tıpatıp aynısı ikiz serseriler bu sebepten tutuklanmışlardı. Bu gençleri hırsızlık suçu için maşa olarak kullanan iki tetikçinin salıverilmesi haberi kimseyi şaşırtmadı tabii ki. Batı Yakası’nın trilyon değerindeki arsalarına kurulmuş pahalı markaları satan AVM’lerin sigortacılığı dururken, kim Doğu Yakası’ndaki kıçı kırık iki tane dükkânın hırsızlık ve gasptan dolayı oluşan kayıplarını karşılamaya tenezzül ederdi ki?
Tek tesellimiz seçimlerde İkram Papazoğlu gibi Doğu Yakası’nda yani bizim buralarda, bizler gibi yetişmiş birinin şehrin belediye başkanlığına seçilmiş olması idi. İmam-hatip mezunu belediye başkanına soyadı yüzünden “Papazın oğlundan imam mı olur, hatip mi?” diyerek yüklenseler de Papazoğlu, “Dedem yıllar önce babasız kalınca kendisine babalık eden bir papaza saygısından bu soyadını almış.” diye açıklama yapmıştı. Tüm dinlere eşit derecede saygılı olduklarını, eyalet-şehrin laik olmasının dinsizlik değil aksine herkesin kendi dinini icra etmesi için başlarında bekleyen sessiz bir muhafız olduğunu belirterek yüreklere su serpmişti.
Şehrin Doğu Yakası ve Batı Yakası’nı birbirinden ayıran ya da birleştiren tek bir köprü olması son zamanlarda artan nüfus için büyük sıkıntı idi. İkinci bir köprü yapılacağı ve hatta Papazoğlu’nun bu köprü planlarıyla belediye başkanlığına geldiği iddiaları vardı. Fakat yeni belediye başkanı “2. köprü Sultanat Şehri için cinayettir. Şehrin güneyindeki ormanların imara açılarak yok edilmesinden başka bir işe yaramayacaktır.” sözleriyle rant amaçlı ellerini ovuşturan pek çok iş adamını hayal kırıklığına uğratmıştı.
***
SSOK’te sabah mesaisi başlamıştı. Mahallede hırsızlık yapan tetikçiler salıverildikleri gibi sırra kadem basmışlardı. “Neden hırsızları salıverdik amirim?” diye sordum merakıma yenik düşüp.
“Ozan bak. Biz küçük adamlarla ilgilenmiyoruz. Bunlar gibi yüzlercesi var. İkisi gider, beşi gelir yerine. Bizim asıl ilgilendiğimiz organize suçu işleyen küçük fareler değil, bu suçu organize edenler. Yani en baştakiler.”
Sonra zayıf uzun boylu ve omuzlarına dökülecek kadar uzun sarı saçlı iki genci içeri çağırdığında acaba ben akşamdan rakıyı fazla mı kaçırdım da çift görüyorum diye düşündüm. Çünkü gençler iki yumurta gibi birbirine benziyorlardı. Muhtemelen aynı yumurtanın ikizleriydi.
“Bunlar Habil ve Kabil. Bu ikiz serseriler bundan sonra sizin muhbiriniz olacaklar.” dedi Kozak Hayri.
“Serserilerin lafına bakıp da iş mi yapacağız?”
“Boğaları kısırlaştırmak için ne yaparlar bilir misin Ozan? Hayalarını kıstırırlar. Hayvanın sahibi hayalarını sıkıca bir iple bağlar ve kansız kalan organ sonunda kangren olup düşer. Bir erkeği elde tutmak için hayalarından avuçlamak lazım. Bu ne demek? Erkeğin erkekliğinin yani özgürlüğünden de önemli bir şeyinin gitmesi demek. Hayalarını kaptıran erkek özgür de olsa artık bir boka yaramaz. Ben de onları böyle kaptım. Eğer dediğimizden bir milim saparlarsa doğru kodese gideceklerini ikisi de iyi biliyorlar.”
Ses çıkaramadım. Adam haklıydı. Taşak önemliydi. Taşaklı olmak daha önemliydi. Hele hele kadınların haya gibi bir organları olmadığına göre (acaba) onları elde tutmak için nerelerinin avuçlandığını merak ettimse de çenemi tuttum.
Birkaç hafta içinde ikizler iyi birer istihbaratçı olduklarını ispatlayacaklardı. İkiz oldukları için herkes ikisini birbirine karıştırıyor, The Prestige filmindeki Christian Bale gibi biri bir yerdeyken öteki başka yere onun gibi gidebiliyor, bu da her deliğe girebilmelerini sağlıyordu. Kozak Hayri oğlanların tam ense köklerine iki ayrı dövme yaptırmıştı. Gençleri birbirinden ancak öyle ayırıyorduk.
Çingeneye paye verdin mi derler ya, erkekliğin fıtratındandır. Eğer daha önce kimsenin umursamadığı iki serseriysen ve üstün başın da azıcık façalı kıyafetler gördüyse hemen kadınlara yamuk yapmaya başlarsın. Tabii malum yerleri Kozak Hayri tarafından avuçlanmış bu delikanlılar, kadın olmama rağmen benim onlardan daha taşaklı olduğumu unutmuşlardı. Bir seferinde bunlardan birini iki akşam üst üste aynı kızla sarmaş dolaş gördüm. Ufak bir ense şaplağı ile anladım ki bir önceki akşam Habil, bir sonraki akşam Kabil idi kızla buluşan. Durum anlaşılmıştı. Orada bozuntuya vermedim ama meseleyi aklımın bir köşesine çok pis yazdım.
***
Ben bir cumartesi akşamı klasiği olarak Tekelci Bakkal Necati Amca’dan biraları aldıktan sonra Ramazan ve Hüsnü ile buluştuk. Habil ve Kabil’in aynı kişiymiş gibi kandırarak gezdikleri kızı aradım. İki dakikaya geldi. Sonra ikizleri haftalık raporlarını vermeleri için yanımıza çağırdım.
Kız birbirine tıpatıp benzeyen iki genci görünce oturduğu yerden fırladı. Habil’e bir tokat yapıştırdı.
“Bu size yeter. Çünkü ikiniz bir adam bile etmiyorsunuz!” diyerek uzaklaştı.
“Oğlum ezildiniz lan kızın lafının altında! Eşşoğlueşşekler! Azıcık insan olun! Bir daha herhangi bir kızla tek kişiymiş gibi buluştuğunuzu duyarsam_”
“Gözünü seveyim abi. Bir daha olmaz abi!”
“Abi ne lan tipine tükürdüğüm? Bırak yalakalığı da öt bakalım neler duydunuz?”
“Quiri cemaatinin sohbet evleri giderek çoğalıyor. Keser Nuri’nin adamları da takılıyorlar bu evlere abla.”
“Abi-abla yok! Amirim diyeceksiniz! Bildiğimiz Keser Nuri’nin adamları mı? İşine gelmeyen adamları keserle doğradığı için bu lakabı almış Nuri? Sultanat Şehri’nin tüm pis işlerinden sorumlu meşhur mafya babası Nuri Körleğene?
“Aynen öyle amirim.”
“O dini sohbetler edilen yerlere mi takılıyorlar? Oğlum bunlar Allahsız kitapsız adamlar! Ne işleri olur ki dinden, imandan bahsedilen evlerde?”
Ramazan araya girdi.
“Allahsızlar ama kitapsız değiller Ozan. Her işi kitabına nasıl uydururlar öyle olsa? Hem bu Quiri cemaatinin sohbet evleri yükselen değer artık. İkram Papazoğlu da çok kıymet veriyor onların başlarına. Kendisi Transilvanya’da. Ferguson Quiri. Zaten seçim günü oyları çalarken yakaladığımız gençlerin yarısı da onlardanmış.”
“İyi de sizce mantıksız değil mi? Kimin için çalışıyor bunlar? Önce bir taraf için oyları çalıp çöpe atmak için uğraşıyorsun sonra beceremeyince diğer tarafla can ciğer kuzu sarması oluyorsun.”
“Gemisini yürüten kaptan diye bir şey duymadın mı sen Ozan?”
“Ulan bu şehir ne zaman ‘dön baba dönelim’cilerle doldu lan? Nerede o eski sözünün eri politikacılar ve din adamları?”
“Biri din adamı mı dedi?”
Yanımıza gelen mahalle camisinin emektar hocası Muharrem Hoca idi.
“Hayırdır hocam bu akşam Sultansaray-Sultanbahçe maçı var. Sen nasıl oldu da kaçırdın bu derbiyi?”
Muharrem Hoca Ramazan’a cevabı yapıştırdı.
“Maçların SRT 1 kanalından bedava yayınlandığı günleri özlüyorum ben. Uydurdular bir DİGİSULT. Neymiş? Maçları satın alacakmışız? Bana parayla maç izleten takıma taraftar filan olmam ben!”
“Yaşşaaa be Hocam!”
Mavi gözlü köpeğim Çakır dizimin dibinde yatıyordu. Belediye binasındaki yedinci kattan atladıktan sonra onun da benim gibi ilaçlarla deney yapılarak güçlü bir köpeğe dönüştürüldüğünü öğrenmiştim. “Ne istediniz lan şu masum hayvancağızdan?”
Hoca gözlerime dolan yaşları fark etmiş olmalıydı.
“N’oldu Ozan? Karadeniz’de gemilerin mi battı? Sesin çıkmıyor senin…”
Elimin tersiyle çaktırmadan gözlerimi sildim. Konuyu değiştirmem gerekiyordu. Zaten kafam öteki meseleye takılmıştı. Bizim gençler hocayı ezmeyelim diye konuyu taca atmışlardı ama ben topu doksana takmaya niyetliydim.
“Ben lafı dolandırmayı sevmem Hocam. Şu Quiri cemaatinden bahsediyorduk da. Yoksa siz de mi onlara katıldınız?”
Hoca saniye sektirmeden cevap verdi:
“Yok evladım. Adam hacı mı olur varmakla Mekke’ye, eşek derviş mi olur taş çekmeyle tekkeye? Ne verirsen elinle o gider seninle. Tilki kışın üşüyünce yaza çıkarken saray yapıcın dermiş.” dedi ve gitti.
“Ne dedi oğlum bu?”
Hüsnü’nün kafası karışmıştı.
“Ozan’ın gol sandığı topu kalesinden çıkardığı gibi getirip bizim kaleye attı.” dedi Ramazan. Haklıydı.
Üçümüzün de telefonları titreşti. Hayri Kozak üçümüze birden aynı mesajı atmıştı.
“MERANİYE’DE BİR GECEKONDUDA 37 TANE EL BOMBASI BULUNDU. Askeriyenin MADENEKON kudeta planı açığa çıkmış. Gözaltılar başladı. DERHAL SSOK BİNASINA.“
*1.bölüm: OI (Ozan Ilgın) BAŞLANGIÇ
2.bölüm: OII TANIŞMA
Devam Edecek…