Salı günü sabah saat onda, dükkanımdaki telefon çaldı.
İncelemekte olduğum Ahmet Mithat’ın 1884 basımı Esrar-ı Cinayat adlı kitabının sayfalarının arasından başımı kaldırıp ahizeye uzandım.
Jale Paksoy adında bir hanım arıyordu. “Erenköy’de oturuyorum,” dedi kibar bir sesle. “Umarım size çok uzak değildir. Babamdan kalan bir kütüphanem var. İçinde en az dört bin kitap olduğunu sanıyorum. Aslında kitaplar sadece bana ait değil, ablamın da hakkı var. İkimiz uzun uzun düşündük ve hepsini satmaya karar verdik. Çoğu eski kitap. Aralarında ilk baskı ya da el yazması olanlar da var. Eğer satın almak isterseniz, tek bir koşulum olacak, o da ödemeyi peşin parayla yapmanız. Bilmem ilgilenir miydiniz?”
Antika ve değerli ikinci el kitap alım satımı yapan biri olarak ilgisiz kalamayacağım bir teklifti bu. İçimden bir ses büyük bir balık yakaladığımı fısıldıyordu. Sanki gizli bir hazinenin kapısı aralanmıştı önümde. Jale Hanım’la ablasının baba yadigarı kütüphanelerini görmek için sabırsızlandıysam da bunu belli etmedim. Bizim meslekte kitabı görmeden, ona dokunmadan, sayfalarını çevirmeden heyecana kapılmanın doğru olmadığını tecrübelerim bana öğretmişti. Büyük ümitlerle gittiğim birçok kişinin evinden kaç kere hayal kırıklığıyla geri döndüğümü unutmamıştım. Bu yüzden, pek hevesli olduğumu sezdirmeden adresi aldım ve yarın geleceğimi söyledim.
Ertesi gün hava yağmurlu olmasına rağmen yola koyuldum. Jale Hanım’la ablasının oturduğu ev, bahçeli köşklerin çoğunlukta olduğu, iki yanı asırlık çınarlarla kaplı sakin bir sokaktaydı. Yapı iki katlıydı ve neredeyse bütün boyaları dökülmüştü. Sanırım, etraftaki en kötü görünümlü bina oydu. Bahçesi de pek bakımlı sayılmazdı. Belli ki, son zamanlarda onunla kimse ilgilenmemişti. Hüseyin Rahmi’nin romanlarındaki perili köşklere benziyordu.
Bahçe yolunda yürürken üst katın orta pencerelerinden birinde bir kadın görür gibi oldum. Görür gibi oldum diyorum, çünkü bundan emin değilim. Tülün arkasındaydı ve gerçek olmaktan daha çok bir hayale benziyordu. Yine de koyu yeşil elbisesini, kısa saçlarını ve yüzündeki tuhaf gülümsemeyi fark edebilmiştim. Tekrar baktığımda orada değildi, kaybolmuştu.
Kapıyı elli yaşlarında, kumral tenli, hafifçe toplu ve güler yüzlü bir kadın açtı. Jale Hanım olduğunu hemen anladım. Tam tahmin ettiğim gibiydi biriydi. Tavırları, konuşması hatta ses tonu bile hoş sohbet, gün görmüş bir insan olduğunu gösteriyordu. Beni nezaketle içeri davet etti.
Evin içi de dışı gibi eskiydi. Her şeyde bir solgunluk, yıpranmışlık vardı. Salon en az yarım asır öncesinin beğenisine uygun tarzda eşyalarla döşenmişti. Bazıları antikaydı galiba, hem de en değerlilerinden. Fazla dikkat edemedim çünkü gözlerim, adeta bir müzeyi andıran salonun duvarındaki yağlı boya tabloya takılmıştı. Bir erkekle bir kadının resmiydi bu. Kendisini pek beğenmiş bir havada olan keçi sakallı adam, kalın kaşlarını çatmış, mağrur bir tavırla ressamın gözlerinin içine bakıyor; yanındaki zayıf, nahif kadınsa mutsuz ve endişeli görünüyordu.
“Annemle babam,” diye açıkladı Jale Hanım, tabloya dikkatle baktığımı görünce. “Babamın adını belki duymuşsunuzdur: Selim Ruhcan.”
“İsmi hiç yabancı gelmedi ama…” diyecek oldum, Jale Hanım sözümü kesti.
“Babam meşhur bir doktordu. İspiritizmaya meraklıydı. Bu konuda sayısız araştırmalar yaptı, hatta bir de kitap yazdı. O öldüğünde ben çok küçüktüm. Yedi-sekiz yaşlarında filandım herhalde.”
“Bunu duyduğuma üzüldüm,” diye mırıldandım.
İsmin bana neden yabancı gelmediğini hatırlamıştım. Bir hafta kadar önce zengin bir müşterim bana ondan söz etmiş, eğer bulabilirsem Selim Ruhcan’ın kitabına oldukça yüksek bir fiyat ödeyebileceğini söylemişti. Tesadüfe bakın, ben şimdi o ünlü doktorun evindeydim.
“Evet kötü günlerdi,” diye mırıldandı Jale Hanım. “Annemizi de yakın bir zaman önce kaybetmiştik. Bize halam baktı. Önce bir süre Ankara’da onun evinde kaldık, sonra buraya geldik. Babamdan bize bir bu ev, bir de kitapları kaldı. Ah, tabii bir de devletin verdiği aylık.”
Bir şey söylemeden kibarca gülümsedim.
“Oturduğumuz evi görüyorsunuz,” diye sözlerine devam etti. “Çok büyük ve eski. Ciddi bir bakım ve onarımdan geçmesi gerekiyor. Kütüphaneyi elden çıkarmak istememizin esas nedeni bu. Oradan gelecek paraya çok ihtiyacımız var. Ev bu kadar harap olmasa ve ciddi bir tamirata ihtiyaç duymasa ölene dek direnebilirdik belki. Ama yıllardır elden geçirilmeyen çatının yanı sıra, artık dökülmeye başlayan su ve elektrik tesisatı, bu kış bizi iyice canımızdan bezdirdi.”
Bütün bunları bana niye anlattığını anlamadığım halde, “Sizi çok iyi anlıyorum,” dedim. Biraz düşündükten sonra, “Kitapların satılmasına ablanız da razı, değil mi?” diye sordum. “Yani ileride bir sorun çıkması hoş olmaz da…”
Jale Hanım güldü. “Elbette. Hatta o benden daha istekli. Aslına bakarsanız, kitapların satılmasına yıllarca karşı çıkan bendim. Ablamsa, özellikle şu ekonomik krizden sonra, kitapları satarak elimizi biraz ferahlatmaktan yanaydı. Onunla tanışmanızı isterdim ama ne yazık ki çok hasta, odasından dışarı çıkamıyor. İlaçlarını alıp uyuyor.”
“Gelirken onu gördüm galiba,” dedim. “Üst kattaki pencereden bakıyordu.”
Jale Hanım’ın özenle alınmış, incecik kaşları hafifçe yukarıya doğru kalktı.
“Ama bu imkânsız. Ablamın odası alt katta. Üst katlara çıkmasına da imkân yok. Ayakları tutmuyor. Tekerlekli sandalyeyle dolaşabiliyor ancak.”
Pencerede gördüğüm kadının gerçek olup olmadığı konusunda kendimden emin olamadığım için, “Belki de bana öyle geldi,” dedim.
Jale Hanım, hafifçe titreyerek “Belki annemin hayaletini gördünüz,” dedi.
Bunu duyunca ne yalan söyleyeyim biraz tedirgin oldum.
Çabucak gülümsedi. “Neyse, gelin size kütüphaneyi göstereyim.”
Selim Bey’in kütüphanesi gerçekten çok zengindi. Kitaplara uzun boylu bakmama gerek bile yoktu. İçlerinde çok nadide eserler vardı. Hatta bazıları eşsizdi. Uygun bir fiyata hepsini satın alabilirsem bu alışverişten kârlı çıkacağımı anlamıştım.
“Aşağı yukarı dört bine yakın kitap var burada. Hepsini satmak istiyoruz,” dedi Jale Hanım. “Şu hariç.”
Arkada, duvara dayalı ahşap etajerin üzerinde duran kalın ciltli eski bir kitabı göstermişti.
İster istemez içimde büyük bir merak uyandı. Yaşlı kız kardeşlerin elden çıkarmayı düşünmedikleri kitap hangisiydi acaba?
“Bakabilir miyim?” diye sordum.
Jale Hanım sempatik bir ifadeyle, “Tabii,” dedi.
Kitabın adı Diaboli Conorum’du. Yazarıysa… O an gözlerime inanamadım. Kitap, Dr. Selim Ruhcan’a aitti.
Jale Hanım, “Babamın, tüm hayatını adadığı mesleği hakkında yazdığı tek kitap,” dedi. “Manevi değerinin çok yüksek olduğunu bilmenizi isterim.”
Heyecandan nutkum tutulmuştu. “Anlıyorum,” dedim. “Sizin için çok değerli olması gayet normal.”
Jale Hanım aceleyle kitabı alıp etajerin en üst çekmecesine koydu.
“Kitabı satmamızı engelleyen sadece manevi değeri değil bu. Ablam, onun çok değerli olduğunu profesör bir dostumuzdan öğrenmiş. Ülkemizde hatta dünyada bir başka örneği yokmuş. Açıkçası, değeri konusunda tam bir bilgi edinmeden onu satmak istemiyoruz.”
Aynı durum benim için de söz konusuydu. Hakkında hiçbir şey bilmeden bir kitabı satın almak prensibim değildi. Gerçi, hazırda bir müşterim vardı ama onun bu kitaba ne değer biçeceğini henüz bilmiyordum. Bu nedenle en azından şimdilik, Selim Bey’in kitabı ilgi alanımın dışında kalacaktı. Önceliği, diğerlerine verecektim.
Rafları dolduran kitaplar arasında on altıncı yüzyıldan kalma el yazması bir Mesnevi ile on sekizinci yüzyıla ait olduğunu tahmin ettiğim yine el yazması bir Kur’an olduğu için, gerçekten iyi bir fiyat önerdim. Bu kadar parayla burası gibi en az üç evi daha tepeden tırnağa yenilemek mümkündü.
Jale Hanım, babasının kitabına ayrı bir fiyat istediğini söyleyince, bana sıkı pazarlık yapacak biri gibi görünmüştü ama yanılmışım. Önerdiğim ilk fiyatı hemen kabul etti. El sıkıştık. Kütüphaneyi öğleden sonra gelip boşaltacak, ödemeyi de peşin yapacaktım.
Dışarı çıktığımda inceden bir yağmur başlamıştı. Bahçe yolunda yürürken birden durdum. Sanki bir şey beni dürttü ve dönüp eve baktım. Yeşil elbiseli kadın ikinci kattaki orta penceredeydi yine. Bir hayal olamayacak kadar gerçek görünüyordu. Birden içimin ürperdiğini hissettim. Solgun yüzünde acı çeker gibi bir ifade vardı. Bilmiyorum, belki de bana öyle gelmişti. Penceredeki kadın yavaş yavaş tülün arkasında kayboldu.
Jale Hanım’ın ablası olamayacağına göre, kimdi bu kadın?
Öğleden sonra bir kez daha eve gelip kitapları dükkâna taşıttım. Parayı, anlaştığımız şekilde nakit olarak ödedim. Üst kat penceresindeki kadından söz etmeyi uygun bulmadım. Hayal gördüğüme kanaat getirmiştim.
Kitaplar dükkâna istif edilince oturup hepsini teker teker tasnif etmeye başladım. Yardımcılarıma bırakamayacağım kadar dikkat ve hassasiyet isteyen bir işti bu ve herhalde günlerce sürecekti.
Daha önce gözüme çarpmayan çok önemli üç kitap daha bulmuştum diğerlerinin arasında. Hele bir tanesi o kadar değerliydi ki, sadece onu satsam Jale Hanım’a verdiğim bütün parayı çıkarabilirdim. Bu kütüphanedeki kitapların bana çok para kazandıracağı belli olmuştu. Uzun zamandır böyle bir voli vurmamıştım. Mutluluktan havalara uçabilirdim.
Buna rağmen aklım Dr. Selim Ruhcan’ın kitabındaydı. Müşterisi de hazır olduğuna göre ne yapıp edip bu kitabı Jale Hanım’la ablasından satın almanın bir yolunu bulmalıydım.
Müşterimi aramadan önce, kitap ve yazarı hakkında bilgi edinmek için bilgisayarımı açıp Google’a baktım.
Adam 1915 doğumlu bir psikologmuş. İspiritizma ve büyücülükle ilgilenmiş, bu konuda birçok makalesi yayınlanmış. Ayrıca bir de bugün evinde gördüğüm kitabı yazmış. Türkiye’de ilk ve tek olan bu önemli eser, basıldıktan kısa bir süre sonra yasaklanarak toplatılmış ve imha edilmiş.
‘Toplatılmış’ ve ‘imha edilmiş’ kelimelerini okuyunca merakım büsbütün artmadı desem yalan olur. Bu nedenle, bilimsel kitaplar konusunda uzman olan bir arkadaşıma telefon ettim. Ona Dr. Selim Ruhcan ve yazdığı kitap hakkında bir şey bilip bilmediğini sordum.
“Bahsettiğin psikolog, Türkiye’de ispritizma akımının öncüsü olan birkaç kişiden biridir,” diye anlatmaya başladı arkadaşım. “Ama sonra büyücülüğe merak sardı. Bu konuda çok ciddi araştırmalara girişti. Hatta kara büyüyle uğraştığı, Avrupa’da şeytan ayinlerine katıldığı söylendi bir ara. Tabii bunların ne kadarı tevatür, ne kadarı gerçek bilemeyeceğim. Ama bu konuda yazdığı kitap, tam anlamıyla bir şahesermiş. Ne yazık ki, ben görmedim ve hiç kimsede bir tek örneği yok. İspritizma Cemiyeti’nin kütüphanesi de dahil buna. Üniversitelerden bile toplatılmış ve imha edilmiş. Söylendiğine göre, içinde yasalara ve dine aykırı suç sayılabilecek bilgiler varmış. Anlayacağın çok değerli, hatta paha biçilemez bir eser bu. İspritizma Cemiyeti’nden bir müşterimin kitabı bulup ona getirmem karşılığında bana teklif ettiği paranın miktarını bir duysan dudakların uçuklar.”
Telefonu kapattığımda içim içime sığmıyordu. Yan tarafta dükkânın diğer çalışanları bulunmasa ve bizi ayıran bölme cam olmasa kalkıp sevincimden şakır şakır göbek atabilirdim. Sonunda talih yüzüme gülmüştü. Bu kitabın satışından iyi para kazanacağımı hissediyordum. Büyücülük, fal gibi masallara inanan, bu uğurda servet harcamaktan çekinmeyen sayısız çılgınla doluydu bu dünya.
Bu tip zamazingolara ne inanır ne de onlardan hoşlanırdım. Bence hepsi deli saçmasıydı. Monoton hayatlarına heyecan katmak isteyen zenginlere göreydi.
“İnanan inansın,” diye geçirdim içimden, ben kazanacağım paraya bakardım.
Müşterimi yarın sabah aramaya karar verip gece geç vakte kadar çalıştım. Kitapların büyük bir kısmını inceledim ve bilgisayarıma kaydettim. Geriye kalanların sayısı fazla değildi. Onları da önümüzdeki günlerde elden geçirmeyi planlıyordum.
Günün son kitabını raftan çekip aldığımda yere bir şey düştü. Eğilip baktım: Kitapların arasına sıkışmış küçük, ince bir defterdi. Sayfalarını karıştırınca Zehra adında biri tarafından tutulmuş bir günlük olduğunu anladım. Çok fazla yazı yoktu içinde. Bazı sayfalar boştu. Cümleler de genellikle kısaydı.
İlk not, 5 Nisan 1962 tarihine aitti. “Çok endişeliyim.”
7 Nisan’da ise şu cümleler vardı: “Selim, Avrupa’dan döndüğünden beri çok tuhaf. Zaman zaman beni korkutuyor. Ne yapacağımı bilmiyorum.”
Günlüğün üçüncü sayfasındaki tarih 11 Nisan’dı ve şunlar yazıyordu: “Bugün Neveser yüzünden tartıştık. Selim’in kızlarıma bir fenalık yapmasından korkuyorum.”
Defter fena halde ilgimi çekmişti. Zehra’nın, Jale Hanım’ın annesi olduğunu anlamış, bu nedenle büsbütün meraklanmıştım. Acaba kız kardeşler annelerinin günlük tuttuğunu biliyorlar mıydı? Bunu hiç sanmıyordum. Eğer onlar bilmiyorlarsa bu defteri kütüphaneye kim koymuştu? Günlüğü hızlı bir biçimde okumaya devam ettim.
14 Nisan: “Bu sabah her zamankinden daha halsizim. Yataktan çıkmaya mecalim yok. Yine de gidip kızlara göz kulak olmalıyım. Selim’e artık hiç güvenmiyorum.”
16 Nisan: “Selim dün akşam çıldırmış gibiydi. Kafasını şeytanla bozmuş. Onunla bağlantı kuracakmış. Allah’ım sen aklıma mukayyet ol.”
18 Nisan: “Bu ıssız yerdeki evde sıkışıp kaldım. Kimseye bir haber veremiyorum. Abime mektup yazmıştım ama hâlâ bir cevap yok.”
22 Nisan: “Selim kızlara bir şey yapacak. Kötü bir şey. Kızlara kapılarını kilitlemelerini söyledim. Selim’in artık aklını kaçırdığından hiç şüphem yok. Bodrumda duvara garip şekiller çizmiş. Saatlerce orada oturuyor, bilmediğim bir dilde dualar ediyor. Abime yazdığım mektubu da o yakmış. Zarfı yarı yanmış bir halde ocağın içinde buldum. Allah’ım bu kâbus ne zaman bitecek?”
24 Nisan: “Selim kızları öldüreceğini söylüyor. Onları kurban edecekmiş. Benim de ona yardım etmemi istiyor. Kızlarımı alıp kaçmalıyım. Artık nereye olursa olsun gitmeliyim.”
25 Nisan: “Beni kütüphaneye hapsetti. Kıpırdayacak halim yok. Bitap vaziyetteyim. Zehirlendim galiba. Aşağıdan ses gelmez oldu. Artık hiçbir şey düşünemiyorum. Kızlarıma bir şey olduysa ben nasıl yaşarım?”
Günlüğün bundan sonraki sayfaları boştu. Zehra, 1944 Nisan’ının beşi ile yirmi beşi arasındaki kısacık bir süreyi yazmıştı sadece. Üstelik bazı günleri atlamıştı. Ancak bu kadarı bile beni rahatsız etmeye yetmişti.
Huzursuz geçirdiğim gecenin ardından sabah ilk işim Mücap Bey’i aramak oldu. Ona, istediği kitabı bulduğumu, bu konuyu kendisiyle görüşmek istediğimi söyledim. Adam buna çok sevindi. “Bu haberin beni ne kadar heyecanlandırdığını tahmin edemezsiniz,” diye devam etti sözlerine. “Ben Hilton’da kalıyorum. Buraya gelmeniz mümkün mü? Saat on buçuk uygunsa burada görüşebiliriz. Sizi lobide bekleyeceğim.”
Hiç düşünmeden kabul ettim.
On buçukta Hilton’daydım. Lobiye adımımı atar atmaz Mücap Bey’i gördüm. Göbekli, uzun boylu bir adamdı. Üst dudağının üzerinde ince bir bıyık, sol yanağında da irice bir ben vardı. Parlak, mavi kumaştan göz alıcı bir takım elbise giymişti. Oturduğu koltuktan kalkıp beni karşıladı. Hararetle elimi sıktıktan sonra “Şark Kahvesi’ne gidelim,” dedi. “Orası şimdi sakin. Rahat rahat konuşuruz.”
Dolmabahçe’ye tepeden bakan camın yanındaki sedire oturduk.
“Demek kitabı buldunuz,” dedi gözleri parlayarak. “Bu kadar çabuk bulabileceğinizi hiç tahmin etmemiştim.”
“Aslına bakarsanız ben de öyle. Tamamen tesadüf oldu.”
“Nasıl buldunuz? Biri mi getirdi?”
“Yazarının evine gittim.”
“Dr. Selim Ruhcan’ın evine mi? Kitap evinde miymiş?”
“Evet.”
“Aldınız mı kitabı? Sizde mi şu anda?”
“Sizinle konuşmadan almayı doğru bulmadım.”
“Ah, olamaz. Ya biri sizden önce davranıp kitabı alırsa?”
“Sanmam. Sizinle konuşup anlaştıktan sonra kitabı satın alacağım. Hiç endişelenmeyin.”
“Anlıyorum. Bu işten ne kadar para kazanacağınızı öğrenmek istiyorsunuz.”
Ağzından çıkan kelimeleri duyunca nefesim tutuldu. Öyle böyle değil, bayağı dudak uçuklatan bir rakam telaffuz etmişti. Jale Hanım’a verdiğim paranın yüz katından da fazlaydı. Ömür boyu yan gelip yatmama yetecek bir servetti bu.
“Bu kitaba değer azizim,” dedi. “Açık konuşayım. Bu kitap için hayatımı bile veririm. Siz hiçbir şeyin farkında değilsiniz. Ama böylesi daha iyi. Evet, ne diyorsunuz?”
Yutkundum. Ne diyebilirdim ki? Bu kadar inanılmaz bir teklife kim hayır diyebilir? Ben de diyemedim tabii.
“O zaman anlaştık,” dedim gülümseyerek.
Sabırsızca sordu.” Kitap ne zaman elime geçer?”
“Birkaç gün içinde.”
“Tamam. Ben de paranızı o gün takdim ederim. Nakit istemezsiniz herhalde. Yoksa ister misiniz?”
“Benim için önemli değil,” dedim. “Nasıl kolayınıza geliyorsa öyle yapın ödemenizi.”
Bir kitap için bu kadar yüksek bir fiyat ödenebileceğini hiç düşünmemiştim. Mücap Bey çok zengin biri olmalıydı. Aynı zamanda da çatlağın teki. Gerçi hiç öyle birine benzemiyordu. Gayet aklı başında bir insan hali vardı.
Dayanamayıp sordum. “Nedir bu kitabın sırrı? Neden sizin için bu kadar önemli?”
İçini çekti. “Bunu anlatması uzun sürer. Ama tam üstüne bastınız. O gerçekten bir sırlar kitabı. Hayata dair bilmecelerin cevabı var o kitapta.”
“Kitabı yazan kişi bana biraz normal değilmiş gibi geldi. Hakkında küçük bir araştırma yaptım da.”
Kahkaha attı. “Normal biri değildi elbette. Normal olsa o kitabı yazamazdı.”
“Hayır, ben onu demek istemedim.”
“Ne demek istediniz?”
“Bu kitap hariç Doktor’un kütüphanesindeki bütün kitapları satın aldığımı size söylemiş miydim?”
“Hayır ama iyi bir alışveriş yaptığınızı tahmin ediyorum.”
“Doğru. Dükkanıma getirdiğim kitapların arasında bir hatıra defteri buldum.”
Bir an şaşıran Mücap Bey ilgiyle sordu. “Kimin hatıra defteri? Doktor Selim Ruhcan’ın mı?”
“Hayır, karısının. Kadın, birkaç hafta boyunca notlar almış. Kocasının, kızlarını öldürmek istediğini yazmış. Onları, kurban edecekmiş. Kendisini de yavaş yavaş zehirliyormuş.”
“Sonuç?”
“Sonuç yok. Hatıra defterine birkaç haftadan sonra bir şey yazılmamış.”
“Defter, kitapların arasındaydı, öyle mi?”
“Evet, kadın oraya saklamış ama sonra orada unutulmuş sanırım. Onca kitabın arasında bir hatıra defterinin olacağı kimsenin aklına da gelmemiş herhalde.”
“Kadın bunu kimseye söylemediyse oraya kimsenin bakmaması normal. Ama bunun bir önemi de yok. Dr. Selim Ruhcan’ın karısı biraz sorunluymuş.” İşaret parmağını kafasına iki-üç kere vurdu. “Anlarsınız ya. Resmen deliymiş kadın. Akıl hastanesine yatırmak zorunda kalmışlar uzun bir süre. Sonunda kendisini öldürmüş. Karısının ölümüne dayanamayan Doktor da birkaç yıl sonra vefat etmiş. Adamcağızı sabahleyin yatağında ölü bulmuşlar. Kalp krizinden gitmiş.”
“Karısı nerede intihar etmiş, evde mi?”
“Sanırım.”
Ne diyeceğimi bilemedim. Hayaletlere inanmam ama köşkün penceresinde gördüğüm kadın, edindiğim şu bilgilerden sonra “Ben Zehra’nın hayaletiyim,” diye bağırıyordu adeta.
Heyecanlandığımı belli etmemeye çalıştım. Yeşil elbiseli kadından da söz etmedim.
Mücap Bey’le kitabın satış fiyatı konusunda tamamen mutabık kaldıktan sonra Hilton’dan ayrıldım.
Garip, gizemli bir olayın içine sürüklendiğimi hissediyordum ama umurumda değildi. Yüzlerce eski kitap satsam kazanamayacağım bir parayı tek bir kitap sayesinde elde edecektim. Benim için önemli olan buydu.
Dükkâna döner dönmez Jale Hanım’ı aradım.
Karşılıklı hâl hatır sormanın ardından “Sizi babanızın kitabı için rahatsız ettim,” dedim. “Eğer anlaşabilirsek kitabı satın almak istiyorum.”
“Ne tesadüf,” diyerek kıkırdadı. “Sizinle konuştuktan sonra kitaba ne fiyat biçeceğimizi öğrenmek için bir uzmanla görüştük biz de. Daha doğrusu ablamın eski bir arkadaşı dün buradaydı. Bize içimize sinecek bir fiyat önerdi. Bundan daha da aşağıya satmamamızı söyledi.”
“Öyle mi?” dedim bu telefon konuşmasının nahoş bir biçimde sona ereceğinden korkarak. “Ablanız da razı mı satılmasına?”
“Evet onun da aklı yattı.”
“Eh o zaman bir sorun yok. Bu durumda, kitabın fiyatı nedir?”
Kendimi çok yüksek bir meblağa hazırlamıştım ama bu kadarını da beklemiyordum. Gerçi, Mücap Bey’in ödeyeceği fiyatın altında bir rakamdı. Ancak benim bu maliyeti karşılayacak kadar param yoktu. Mücap Bey’den bir ön ödeme yapmasını istememekle enayilik etmiştim. Aklıma gelmişti ama kendimi güçsüz, zayıf göstermekten korkmuştum. Şimdi ne yapıp edip bu parayı temin etmek zorundaydım. Kaz gelen yerden tavuğu mu esirgeyecektim?
“Tamam,” dedim. “O zaman yarın bu işi halledelim.”
Kelimeler ağzımdan çıktığı anda pişman oldum. Kadının istediği parayı bulmam lazımdı. Banka hesabım, yapacağım ödemenin yarısını bile karşılayacak seviyede değildi. Bir günde bu kadar parayı nasıl bulacaktım? Keşke üç veya dört gün sonraya randevulaşsaydık diye geçirdim içimden. En azından daha rahat düşünür ve çeşitli imkanları zorlardım. Ama olan olmuştu. Laf ağzımdan çıkmış, Jale Hanım da büyük bir mutlulukla “Yarın öğlen saat birde görüşürüz,” deyip telefonu kapatmıştı.
Parayı bulmak için fazla zamanım yoktu. Bu kadar kısa sürede bankadan kredi çekemezdim. Birinden borç istesem, kimse durup dururken elime o kadar mangırı sorgusuz sualsiz koymazdı. Ayrıca para isteme konusunda hiç becerikli değildim.
Aklıma arkadaşım Adnan’ın kuzeni Tefeci Haydar geldi. Birkaç kez ona işim düşmüş, bana destek olmuştu. Ama onlar ufak tefek paralardı. Şimdiki gibi büyük değildi. Yine de ondan başka derdime derman olacak kimse yoktu. Parayı bulamazsam yakaladığım büyük balık ellerimin arasından kaçıp gidecekti.
Hemen telefona sarıldım. Sekreter kıza, Haydar’la görüşmek istediğimi, Adnan’ın yakın arkadaşı olduğumu söyledim. Yarım dakika sonra zımparalanmamış kart sesiyle Haydar “Alo?” dedi.
Kendimi tanıtıp durumu çabucak özetledim. Beni hatırladı. Ne kadar para istediğimi sordu. Rakamı duyunca bir ıslık çaldı. “Büyük para,” dedi. “Bu kadar parayı teminat olmadan veremem. Ev, araba, hisse senedi hepsi olur.”
Bunu bekliyordum ama yine de canım sıkıldı. “Tamam,” dedim.
Yapacak bir şey yoktu. Evin tapusunu götürüp Haydar’a teslim edecek, bir de senet imzalayacaktım. Yarın saat onda yazıhanesinde buluşmak üzere sözleştik.
Ertesi sabah Şişli’deki yazıhaneye geldiğimde Adnan da oradaydı. Meğer, Haydar benimle konuştuktan sonra kuzenini arayıp hakkımda bilgi almış. Arkadaşım da hem telaşlanmış hem de merak etmiş.
Açıklamasının ardından “Bu kadar çok parayı ne yapacaksın?” diye sordu.
“Önemli bir iş,” dedim. “Acil lazım. Aklıma senin amca oğlundan başkası gelmedi.”
“Valla bak, demedi deme. Zamanında geri ödemezsen parayı aldığına alacağına pişman eder. Gözünün yaşına bakmaz. Bana da hiç güvenme.”
“Merak etme,” dedim. “Tereyağından kıl çeker gibi halledilecek bir iş. Malı bir yerden alıp başka bir yere vereceğim.”
Arkadaşım rahatlamış göründü ama kuşkulu bir gözle beni süzmekten de geri kalmadı.
“Sonunda aradığın kitabı buldun galiba.”
“Hem de ne kitap! Hayırlısıyla bu iş bitsin, sana tüm detaylarıyla anlatırım.”
Onun benden çok kendisi için endişelendiğinden adım gibi emindim. Bir aksilik çıktığında Haydar’ın başına bela olacağından korkmasa, buraya kadar gelip beni sorguya çekmezdi. Neyse, açıklamamdan sonra herhalde içi rahatlamıştır.
Tefeciden aldığım gıcır gıcır desteleri çantaya koyup Erenköy’ün yolunu tuttum. Jale Hanım’la sözleştiğimiz saatten biraz erken orada olacaktım ama başka çarem yoktu. Bir çanta dolusu parayla ortalarda dolaşamazdım. Bir an önce alışverişi yapıp işi bitirmek en iyisiydi.
Günün tam ortası olmasına rağmen iki yanı asırlık çınarlarla kaplı sokak, önceki gelişlerimden daha sakindi. Bahçeler gibi evler de derin bir sessizliğe bürünmüştü. Köşke doğru yürürken üst kat pencerelerine bakmamaya çalıştım. Fizikötesi olaylara inanmasam da orada gördüğüm yeşil elbiseli kadın hayali beni rahatsız etmişti. Adım attıkça huzursuzluğumun büyüdüğünü hissediyordum. Sonunda dayanamayıp baktım. Olacak şey değil! Yine pencerede, tülün arkasındaydı. Bana sanki bir şey söylemeye çalışıyordu. Gerçek miydi bu şimdi? Orada gerçekten yeşil elbiseli bir kadın var mıydı? Yoksa o bir hayalet miydi?
Bakışlarımı köşkün kapısına doğru çevirip adımlarımı hızlandırdım.
Jale Hanım beni gergin bir yüzle karşıladı. İçeri girince “Biliyor musunuz,” dedi kederli bir sesle. “Bugün annemin ölüm yıldönümü.”
“Öyle mi?” dedim salonun kasvetli havasını soluyarak. “Bunu bilmiyordum.”
“Tam kırk altı yıl önce bugün bizi terk etti annem. Üst kattaki yatak odasında kendisini astı.”
Üst kat mı? Yatak odası mı?
Gülümsedi. “Biz lanetli bir aileyiz.”
Bir an önce alışverişi tamamlayıp gitmek istiyordum bu evden. Köşkün bunaltıcı havası ve Jale Hanım’ın tavırları beni rahatsız etmişti.
Ona çantayı uzattım. “Paralar burada. Sayabilirsiniz.”
Buna gerek duymadı. “Size güveniyorum,” deyip babasının ünlü kitabını kütüphanenin rafından aldı, bana verdi.
“Sonunda bu lanetli kitaptan kurtuluyoruz. Bunun için o kadar çok seviniyorum ki…”
Kitabı hızla çantama yerleştirdim. Jale Hanım bir kahve içmemizi teklif etti ama yapılacak acil işlerim olduğunu söyleyip kabul etmedim. Yalan değildi ama aslında bu tuhaf evde oyalanmak istemiyordum. Bir yandan çantamdaki meşum kitap, diğer yandan üst kattaki hayal mi gerçek mi olduğunu bilemediğim kadın, burada daha fazla kalmamam için yeterli sebeplerdi bana göre.
Ev sahibine veda edip bahçeye çıktım. İçimden bir ses koşarak buradan uzaklaşmamı söylüyordu. Bu sesi duymazlıktan gelmem kolay olmadı. Yürürken arkama bakmamaya gayret ediyordum. Ama orta katın penceresindeki tülün ardından bir çift gözün beni izlediğinden emindim.
Caddeye çıkınca bir taksiye atladığım gibi soluğu dükkânda aldım.
İşin önemli kısmı hallolmuştu. Artık sıra, kitabı yeni sahibine teslim etmekteydi. Ondan sonra gelsin paralar… Gerçi bir kısmını borçlandığım tefeciye verecektim. Ama bunu göze almış, hesabımı kitabımı ona göre yapmıştım. Tefeci Haydar’a faiziyle birlikte borcumu ödedikten sonra bile elimde kalacak olan para muazzamdı.
Saat dörtte Mücap Bey’i aradım. Zili beş kere çaldırdım ama telefonu cevap vermedi. Aramalarımı sürdürdüm. Sonuç aynıydı. Onun yerine çıkan telesekreter mütemadiyen telefonun kapsama alanının dışında olduğunu söylüyordu. Yarım saat sonra, hem aramaktan yorulmuş hem de öfkelenmeye başlamıştım. Doğrudan Hilton Oteli’ni aramaya karar verdim.
Santraldeki kadına Mücap Gezgin ile görüşmek istediğimi söyledim. Ama adamı bir türlü bulamadılar. Aksi gibi oda numarasını da bilmiyordum. Baktım olacak gibi değil, bir taksi çağırıp Hilton’a gittim.
Sanki olacaklar içime doğmuştu. Yol boyunca aklıma gelen bütün kötü ihtimaller otelde gerçeğe dönüştü. Resepsiyondaki delikanlı, bilgisayardan bütün müşterileri taradı ama içlerinde Mücap Gezgin adında biri yoktu.
“Nasıl olur,” diye çıkıştım. “Daha dün burada, lobide buluştuk. Yarım saatten fazla Şark Kahvesi’nde oturduk. Kendisi neredeyse on gündür burada kalıyor. Belçika’da şirketleri olan bir iş adamı.”
Bağrışmamıza resepsiyon müdürü müdahale etti. Ama o da Mücap Gezgin’in odasını bulamadı. En sonunda “Bu adda biri kalmıyor otelimizde beyefendi,” dedi. “Bir yanlış anlaşılma oldu herhalde.”
Otelin koruma görevlilerinin bana dik dik baktıklarını görünce daha fazla üsteleyemedim. Aslına bakılırsa, üstelesem de bir sonuç alamayacağımı anlamıştım. Mücap Bey ortadan yok olmuştu. Elimde ona ait sadece bir telefon numarası vardı ama o da cevap vermiyordu. Başına bir şey mi gelmişti acaba? Öyle bile olsa, bu bana neden Hilton’da kaldığı masalını anlattığını açıklamıyordu. Elbette bir tahminim vardı. Ve ben bunun gerçek olmasından korkuyordum. Mücap Bey’i bulamazsam ne olacaktı? Ya da bulsam bile, ondan almayı düşündüğüm parayı alamazsam ne yapacaktım? Arkadaşımın kuzenine üç gün sonra borcumu hem de faiziyle birlikte ödemem gerekiyordu. Ya ödeyemezsem?
Dışarı çıkıp deli gibi Taksim’e kadar yürüdüm. Bir yandan da düşünüyordum.
Banka hesabımdaki para, faizi anca karşılardı. Eğer kitabı üç gün içinde satamazsam tefeci beni lime lime ederdi. Hem evime hem dükkanıma el koyardı. Bir yolunu bulup kitabı mutlaka satmalıydım. Bir de… Kitabı geri verebilirdim. Evet bu da mümkündü. Jale Hanım makul bir insandı, kendisinden yeni bir müşteri buluncaya kadar beklemesini istersem beni kırmazdı. Düşününce çok saçma geliyordu bu fikir ama başka çarem yoktu. Gerekirse yalvarır, önünde diz çöker ağlardım. Haydar’ın adamlarından dayak yemektense gururumun çiğnenmesini tercih ederdim.
Elimdeki çantaya sıkı sıkı sarılıp yeniden Erenköy’ün yolunu tuttum. Ben oraya varana kadar hava iyice karardı, gece oldu. Sokak şimdi daha da ıssızdı. Çınar ağaçları rüzgârın etkisiyle garip bir sesle hışırdıyorlardı. Jale Hanımların köşkü karanlığın içinde erimişti sanki. Hiçbir noktası net görünmüyordu. Pencereleri, duvarları, çatısı belirsiz, bulanıktı. Bahçe yolundan sessizce ilerledim. Yaklaştıkça, gözüm karanlığa alıştığından mıdır nedir, köşk daha belirgin bir hal almaya başladı. Kapıya gelince zile uzandım. Ama zil yerinde değildi. Şaşırmadım desem yalan olur. Kapıdaki, demir tokmağı fark edince şaşkınlığım bir kat daha arttı. Bugün geldiğimde bu tokmağın burada olmadığına yemin edebilirdim. Kapı da değişmişti sanki. Tokmağı kavrayıp birkaç kez vurdum. Açan olmayınca bir daha vurdum. Ardından kulağımı kapıya dayayıp içeriyi dinledim. Belki bir tıkırtı, bir konuşma duyarım diye düşünmüştüm. Ama en ufak bir ses yoktu.
Birden kapı parlak bir ışıkla aydınlandı.
“Birini mi arıyorsunuz?”
Telaşla arkama döndüm. Gözlerimi delen ışığa bakabilmek için elimi yüzüme siper ettim.
“Evet Jale Hanım’ı arıyorum. Şu şeyi kapatabilir misiniz?”
Bana seslenen adam kısa bir tereddütten sonra sertçe sordu. “Kimsiniz siz? Burada ne yapıyorsunuz?”
“Sahafım ben beyefendi. Eski kitaplarla ilgilenirim. Bilirsiniz işte… Şu fenerin ışığını biraz kısar mısınız lütfen?”
Birkaç saniye süren bir sessizlik oldu. Adam feneri azıcık yana kaydırdı. Şimdi yüzünü seçebiliyordum. Uzun boylu, kırk yaşlarında biriydi. Şüphe dolu gözlerle beni süzüyordu.
“Bu dediğiniz bana pek inandırıcı gelmedi. Hırsız olmadığınızı nereden bilebilirim?”
“Hırsız olsam kapıdan girmem değil mi?”
Bir şey söylemeyince “Jale Hanım’la bir kitap alışverişimiz olmuştu. Onun için geldiydim,” diye devam ettim.
Kendinden emin bir tavırla “Öyle biri yok burada,” dedi.
Sinirle güldüm. “Nasıl olur? Kendisiyle daha bu öğlen görüştüm.”
“Kimle? Filmcilerle mi?”
“Ne filmi?”
Kısa bir sessizlik oldu.
“Karanlıkta evi karıştırmış olmayasınız?”
“Burası Dr. Selim Ruhcan’a ait değil mi?”
“Evet, ama…”
“Ben de kızıyla, yani Jale Hanım’la görüşecektim.”
Başını iki yana salladı. “Bu evde Jale Hanım diye biri oturmuyor. Daha doğrusu bu evde kimse oturmuyor.”
Sinirlerim iyice ayaklanmıştı. “Nerden biliyorsunuz?”
“Anneannem yandaki köşkün sahibiydi. Geçen yıl öldü. Çocukluğum burada geçti benim. Ben bilmeyeceğim de kim bilecek?”
Güçlükle yutkundum. “Ama imkânsız bu.”
Yanına gittim. Bahçe kapısına doğru yürümeye başladık.
“Ben bildim bileli bu evde oturan yok. Anneannem, biz küçükken buraya perili köşk derdi, evde hayalet olduğunu söyleyip hepimizi korkuturdu. Çocukluk işte.” Muzipçe güldü. “Bu sokaktaki evlerin çoğu tekin değildir, ha… Bizim evde de anneannemin hayaleti var.”
O gülüyordu ama bende bet beniz atmıştı.
“Köşkün şimdiki sahibi kim?”
“Yaşlı bir hanım.”
“Hah işte, Jale Hanım olmalı.”
“Kaç yaşında bu Jale Hanım?”
“Elli, elli beş arası.”
“Evin sahibi doksan yaşına yakın. Yıllardır huzurevinde yaşıyor. Anneannemi ziyarete geldiğinde bir iki kere görmüştüm onu. Hakkında fazla bir bilgim yok. Tek bildiğim hiç evlenmediği, Amerika’da yaşayan uzak bir akrabası dışında hiçbir yakınının olmadığı.”
Beynim karıncalanmaya başlamıştı. “Demin filmcilerden bahsettiniz. Ne demek istediniz?”
“Ha o mu? Bu köşkü sinemacılar çok severler. Arada bir buraya gelip film çektikleri olur. Geçen hafta da bir ekip gelmişti. Korku filmi mi ne çekiyorlarmış. Eski eşyalar filan getirmişler. Yoksa, evin içinde bir kırık aynayla, yayları bozuk iki koltuktan başka bir şey yok. Ortalıkta gözükmediklerine göre, işleri bitmiş olmalı.”
Onu, perili köşklerle dolu karanlık sokakta bırakıp hızlı hızlı caddeye yürüdüm. Otobüs durağının arkasında bir kafe vardı. Oraya girip bir masaya oturdum. Garson kıza bir tostla kafe latte sipariş ettikten sonra telefonumu çıkarıp Turgay’ı aradım. İkinci çalıştan sonra açtı.
“Alo Turgay? Selam dostum. Benim. Sana müthiş bir haberim var. Hani şu doktor vardı ya. Selim Ruhcan. Hah işte, onun kitabını buldum. Şaka yapmıyorum, vallahi. Yok, yok, kitabı aldım bile. Evet şu anda bende. Merak etme güvenli.”
Bunu der demez gözlerim oturduğum sandalyeyle duvar arasında, yerde duran çantaya kaydı. Buradan daha emniyetli bir yoktu kafede.
“İspritizma Cemiyeti’nden biri var demiştin,” diye devam ettim. “Bu kitabı arıyormuş. Eğer hâlâ satın almak istiyorsa kitabı ona getirebilirim. Tamam o zaman senden haber bekliyorum. Bu gece müsaitse daha iyi. Lanet kitaptan ne kadar çabuk kurtulursam o kadar sevinirim. Tamam Turgaycım. Senden haber bekliyorum.”
Bana kitabın kaça mal olduğunu sordu. Ben de gerçek rakamı söyledim. Birazdan arayacağını söyleyip telefonu kapattı.
Tostu nasıl yedim, kahveyi nasıl içtim bilmiyorum. Yarım saat sonra Turgay aradığında gerginlikten şakaklarım zonkluyordu. Verdiği adres Etiler’deydi.
“Köprü şimdi açıktır,” dedim. “Yarım saat sonra orada olurum.”
Tahmin ettiğim gibi, çevre yolunda da köprüde de trafik yoğun değildi. Turgay’ın söylediği adrese geldiğimde saat dokuzu çeyrek geçiyordu. Bahçeli, iki katlı, büyük bir ev. Zile bastım. Kapı hemen açıldı.
Ev sahibi, uzun boylu, göbekli, keçi sakallı, elli yaşlarında bir adamdı. Turgay bizi tanıştırınca adının Suat Ökten olduğunu öğrendim. Anladığım kadarıyla o da bir aracıydı. Yani kitabı benden alıp başkasına verecekti. Oldukça tedirgin görünüyordu. Hatta benden daha gergin olduğunu bile söyleyebilirdim. Galiba kitabın meşum içeriği hakkında bilgi sahibiydi. Bu da onu ürkütüyordu. Benzer bir endişeli hal Turgay’da da vardı. Üçümüz de gergin bir şekilde masanın etrafına toplandık.
Suat Bey, kitabı gördükten sonra fiyat teklif edecekti. Onunla pazarlık edecek halde değildim. Ne teklif ederse kabulümdü. Yine de kuyruğu dik tutmaya çalışıyor, içinde bulunduğum durumu farkına varmamaları için elimden geleni yapıyordum.
Çantadan kitabı çıkarıp Suat Bey’in önüne koydum. Adam elektrik çarpmış gibi titredi. “Ben bu kitaptan hiç anlamam. Turgay Bey baksın ve değerlendirsin. O ne derse ben de onaylayacağım.”
Turgay, kitabı yavaşça önüne doğru çekti. Düşünceli bir tavırla ilk sayfayı açtı.
Dikkatle onu izliyordum. İçimden bir ses, kitaba tahminimden de yüksek bir fiyat biçeceğini söylüyordu. Açıkça konuşmamıştık ama bu satıştan ona da bir yüzde verecektim. İşin raconu böyleydi. Ne kadar yukarılara çıkarsa alacağı pay da o kadar yüksek olacaktı.
Bir sayfa daha çevirdi. Sonra bir sayfa daha. Bir sayfa daha…
Bakışlarını bana çevirdi. Gözlerinde, gördüklerine inanamıyormuş gibi bir ifade vardı.
“Bu kitap sahte.”
Suat Bey’le ikimiz aynı anda “Ne?” diye bağırdık.
Turgay kitabı bana uzatarak, “Bu sayfaların hepsi fotokopi. Ustaca yapmışlar ama hepsi fotokopi. Ayrıca içinde bir sürü uydurma yazı ve resim var. Onlar bile gerçek kitapla alakalı değil. Kapağı eskitmişler, gerçeğe benzesin diye ama iç sayfaların ne olduğu bakar bakmaz anlaşılıyor.”
Suat Bey, “Bize sahte kitap mı getirdiniz?” diye kükredi. “Bu ne cüret?”
Dilim tutulmuştu sanki. Ağzımı açıp tek kelime edemedim.
Turgay, “Kitabı aldığında kontrol etmedin mi?” diye sordu. “İnanamıyorum, bunu nasıl yaparsın?”
Kekeledim. “Hayalet…Penceredeki kadın… yani… çok gergindim. Zehra’nın hatıra defterini okuyunca… yani… şey… adam kızlarını kurban etmiş… hayır etmemiş… yani… karısı kendisini asmış… ama şimdi huzur evindeymiş…”
Suat Bey, “Sen ne zırvalıyorsun be adam,” diyerek üzerime yürüdü.
Kendimi savunmak zorunda kaldım. Onu ittim. Biraz hızlı itmiş olacağım ki ayağı halıya takılıp yere düştü, bayıldı.
Turgay, “Bence gitsen iyi olacak,” dedi.
Haklıydı. Kitabı çantama sokup kapıya doğru yürüdüm.
Arkamdan seslendi. “Gerçekten de bu kitaba o kadar para verdin mi?”
“Yok canım,” dedim. “Hiç verir miyim? O kadar aptal mıyım?”