Bu sayıdaki röportaj konuğumuz çok yönlü bir isim: Yazar, senarist ve yönetmen Sabri Saydam…
Hoş geldiniz sevgili Sabri Bey! Öncelikle geçtiğimiz aylarda Herdem Polisiye etiketiyle raflarda yerini alan ilk polisiye öykü kitabınız “Şeytanın Gözleri” hayırlı, uğurlu, bol okurlu olsun. Nasılsınız? Kitabınıza gelen ilk tepkiler nasıl? İmza günleri ve söyleşilerle dolu hareketli günler geçirdiğinizi görüyorum.
Merhabalar. Öncelikle bu röportaj için size ve Dedektif Dergi ailesine çok teşekkür ediyorum. Evet, Şeytanın Gözleri çıktı. Şu ana dek gerek sizlerden, gerekse hiç tanımadığım okurlardan çok olumlu tepkiler aldım. En sevindiğim konu, Dört’le beraber minicik de olsa yazdıklarımı beğenen bir okur kitlesinin oluşmaya başlaması ve bu kitlenin Şeytanın Gözleri’yle birlikte büyümesi. Burada galiba biraz da sosyal medya denen o derin evreni kullanmayı öğrenmeye başlamak etkili oldu diye düşünüyorum. Sevgili Genel Yayın Yönetmenim Şebnem Canatalay beni buna teşvik etmek için az dil dökmedi. Ona, size, beni kırmayarak önsöz yazan sevgili Gencoy Sümer’e ve Herdem Kitap Yayın ailesine binlerce teşekkür.
Sizi daha yakında tanımak isteriz. Uludağ Üniversitesi’nde Turizm İşletmeciliği okumuşsunuz. Daha sonra babanız değerli sinemacı, senarist, yönetmen ve oyuncu Nejat Saydam’ın izinden giderek sinemaya yönelmişsiniz. Halen de reklam, dizi, sinema ve TV filmi yönetmenliğine, senaryo ve metin yazarlığına devam ediyorsunuz. Edebiyatla her zaman bir şekilde iç içe olduğunuz muhakkak. Bu yolculuk nasıl şekillendi? Polisiyeye yönelmeniz nasıl oldu? Sizi çeken neydi?
Açık konuşmak gerekirse hem lisede hem üniversitede turizm okuduktan sonra sinemaya geçişimin babamla pek ilgisi yok. Aksine, geçtiğimi öğrenince on beş gün yüzüme bile bakmadı. Zaten onun alanında değil, reklam sektöründe başladım ilk asistanlığıma. Senaryoya merakım ise tam bir baba etkisiydi. O dönemin yönetmenleri senaryolarını elle yazarlar, daktiloya çekilmesi için de sayfa başına para öderlerdi. Babam ve onun jenerasyonunda birçok yönetmenle bu şekilde çalışırken senaryo yazmayı öğrendim. Hatta işi daha da ileriye götürüp çaktırmadan da olsa senaryolarını düzelttiğim çok olmuştur. Polisiye ise daha da eski bir merak. Agatha Christie romanları, Sherlock Holmes serileri ve Dean Koontz çorbası içinde polisiye meraklısı olmamanın pek de imkânı yoktu zaten. Roman ve hikâye yazmaksa oldukça gecikmiş bir eylem benim için. Bunda yönetmenlik tarafının gitgide azalarak bu tarafa yer açmasının da etkisi olduğuna inanıyorum.
Biraz Şeytanın Gözleri’nden bahsetmek istiyorum: “Başkomiser Eray Gürhan’ın hatıra defterinden alıntılanan” sekiz öyküden oluşan kitabınızın editörlüğünü ben üstlenmiştim ve üzerinde en keyifle çalıştığım eserlerden biri olduğunu söylemeliyim. Bir üçlemenin ilki olan bu kitapta bir taraftan birbirinden bağımsız öyküler okurken, alttan alta devam eden bir ana hikâye örgüsünü de takip ediyoruz. Üslubunuz, anlatımınız son derece sinematografik. Diyaloglar akıcı ve doğal. Karakterler ete kemiğe bürünmüş kadar gerçekçi. Kimdir bu Başkomiser Eray Gürhan? Kendisiyle, babasıyla, hayatla derdi nedir? Sizin hayatınızda nereye dokunur? Bu üçleme fikri aklınıza nerelerden geldi?
Çok teşekkür ederim söyledikleriniz için. Bunları sizden duymak harika. Senaryo yazarı olarak karakter geliştirmeyi, boyutlandırmayı seviyorum. Bu sevginin roman ve hikâyelere de yansıması kaçınılmaz tabii. Yapım gereği sadece olaya ve çözümlerine odaklanamıyorum. İhtiyacım olsun ya da olmasın, karakterlerimin her şeyini bilmek, onlara nefes aldırmak çok önemli benim için. Onların birer kanun adamı tarafları var elbet ama diğer yandan hepsi insan. Aşkları, aileleri, zevkleri, hataları, acıları, pişmanlıkları, travmaları, onları yaşayan birer varlık haline getiriyor. Bu yönüyle Şeytanın Gözleri’ndeki Başkomiser Eray Gürhan, Dört’deki Başkomiser Halil Rüzgâr bir yandan çetrefilli cinayet vakalarıyla uğraşırlarken diğer yandan hayat ve onun getirdiği sorunlarla boğuşuyorlar. Sanırım bu da benim tarzım. Aslında üçlemenin temelinde de bu tarz yatıyor diyebilirim zira Eray Gürhan’ın hayatında üç insan var. Anne, baba ve meçhul kadın. Geçmişi, geleceğini yönlendirenlerden biri Başkomiser. En önemli handikapı bir türlü geçmişten kopup bugüne gelememesi, hayatına girebilecek herkesi geçmişteki örnekleriyle kıyaslaması. İlk sekizde anneyi tanıdık, sonra meçhul sevgiliyi, son sekizde de babayı ve Başkomiserin sonunu görüp üçlemeyi tamamlarız gibime geliyor.
Şeytanın Gözleri’nden önce yine Herdem’den yayımlanmış bir de polisiye romanınız var: “Dört”. İkinci baskısını da yapmış bu arada, tebrik ederim. Dört küçük çocuğun cesetlerinin bulunmasıyla başlayan bu romanı yazma fikri aklınıza nasıl düştü? Çıkış noktanız neydi?
Daha önce senaryo olsun diye düşündüğüm, hatta yıllar boyu üzerinde kafa yorup, zaman zaman da karaladığım bir üçlemenin ilk kitabı DÖRT. Ardından SÖZ ve SENARYO adlı iki kitap daha gelecek. Aslında üçünün de fantastik bir yapısı var. Bu fantastik yapıyı polisiyeyle harmanlamayı da seviyorum ama daha çok sevdiğim bir durum var ki o da, bu çorbanın içine bol miktarda insan psikolojisi katmak. Dört bu haliyle tam bir Başkomiser Halil Rüzgâr analizi. Cinayette ne kadar başarılı olursa olsun insan olarak tam bir “loser.” Dört, Halil Başkomiserin bugününü kurcaladı, Söz dününden, yani onu bu hâle getiren etkenlerden, Senaryo ise böylesine çürük bir temel ve yapının geleceğinin olamayacağı gerçeğinden yürüyecek. Tabii, yine bu alt motiflerin üzerinde birer fantastik polisiye kurgusu okunacak.
Roman mı öykü mü diye sorsam size? Yazmaya hangisiyle başladınız, hangisinde kendinizi daha rahat hissediyorsunuz? Yakın zamanda tekrar bir roman kaleme alma düşünceniz var mı?
Ne yalan söyleyeyim, gönlüm romandan ve onun bana tanıdığı özgürlükten yana. O açıdan bakarsanız aslında Şeytanın Gözleri de, altyapısındaki genel kurgu itibarıyla sekiz bölüme ayrılmış bir roman. Az önce bahsettiğim karakter boyutlandırmaları merakım yüzünden zaten kısa bir şeyler yazamıyorum. Hoş, kısa yazabilme yeteneğim var mı onu da bilmiyorum. Diğer tarafı görünmeyen bir vadide kaybolmayı seviyorum galiba. Kafamda oluşturduğum program gereği bir oradan bir buradan yürüyeceğim diye bir fikrim var. Yani önce Dört’ün devamı Söz gelecek, sonra Eray Gürhan’ın ikinci kitabı, ardından Senaryo adlı roman, nihayetinde üçüncü ve son Eray Gürhan Vaka Defterleriyle altı kitaplık yolculuğumu tamamlayacağım.
Sinemayla polisiye edebiyat arasında nasıl bir denge ve bağlantı kuruyorsunuz? Zamanınızı nasıl yönetiyorsunuz? Birbirlerini hangi yönlerden besliyorlar? Gelecekte polisiyeyle harmanlanmış bir film/dizi projeniz ya da kendi eserlerinizi ekrana uyarlamak gibi bir düşünceniz var mı?
Zaman yönetimi konusunda bilinçli bir çuvallama hâlinde olduğumu söylemeliyim ama bu çuvallamayı seviyorum ve argo tabiriyle ben kaşındım. Hâlihazırda bir yandan üçüncü kitabın ön çalışmasını yaparken, bir yandan özel bir televizyon kanalına günlük dizi yazıyor, Dedektif Dergi’ye hikâye üretiyor, Eray Gürhan’a altyapı hazırlıyor, dijital bir platforma bir dizi hikâyesi kurguluyor, Halk Eğitim Merkezinde Sinema Dersleri veriyor ve İstanbul’da Senaryo Atölyesi açma hazırlıklarını sürdürüyorum. Burada önemli olan birbirlerini teşvik etmeleri ama hiçbir yönden beslemeye kalkışmamaları aslında. Yazarlığı henüz meslek olarak görebilecek kadar deneyimli değilim, zaten buna karar verecek olan da ben değilim ama sinema, özellikle senaryo yazarlığımın kaynağı, romanlarım ve hikâyelerim olsun istiyorum. İlla senaryolarını yazmak derdinde değilim ama yazdığım her romanın, her hikâyenin temel amacı okuyucuyla buluşmalarını sağlamak dışında bir sinema ya da dizi hâline büründüklerini görmek. Umarım bunu da başarabilirim.
Yazma ritüelleriniz var mıdır? Yazmaya başlamadan önce veya sonrasında neler yaparsınız? Kurguyu ve karakterlerinizi nasıl oluşturursunuz? Masaya oturduğunuzda her şey kafanızda hazır mıdır, yoksa yazarken mi şekillenir?
Genelde senaryoya da, hikâyeye de, romana da tek satırlık bir fikirle başlarım. Bu da bana yazmaya başlamadan önce, türü ne olursa olsun karakterleri oluşturma şansı tanır. İlgimin yoğunlaştığı ana unsur, motivasyon. Katil bu cinayeti hangi motivasyonla işler, adam karısını hangi motivasyonla aldatır, polisin soruşturma sırasında yaptığı hatanın gerekçesi nedir, kadın adamı neden öldürücü bir tutkuyla sevmiştir, gibi, gibi. Bu soruları ancak kahramanları insan hâline getirerek cevaplayabileceğim için ikinci aşama karakter analizi olur. Senaryo derslerinde özellikle üzerinde durduğum bir konu var, karakterlerinizi üç boyutlu, bizim gibi, gerçekten yaşayan varlıklar olarak yaratabilirseniz senaryo yazarı sadece aktarıcıdır. O zaman karakterlerinize ana konuyu anlatmanız, çerçeveyi çizmeniz, sınırları belirtmeniz yeterlidir. Gerisini onlar getirir. Ben galiba roman ve hikâyede de aynı şeyi yapmaya başladım. Örnek vermem gerekirse Dört’ün finalini, yani Eylül’ün ölümünü ben yazmadım, orada sadece aktarıcıydım. Korkutucu, değil mi?
Gündelik hayatınızda en çok neler okur, dinler, izlersiniz? Polisiyede tercihiniz yerli yazarlar mı, yabancılar mı? Yerli polisiyemiz hakkındaki düşüncelerinizi de öğrenmek isteriz.
Kuzey polisiyelerinin doğallığını seviyorum. Roman olarak okumak değil de izlemek daha çok hoşuma gidiyor. Okuma konusunda son zamanlarda adli psikoloji, adli tıp, cinayet psikolojisi ve katili irdeleyen bilimsel yayınlara merak salmış durumdayım. Sanki az şey yapıyormuşum gibi cinayete katil tarafından yaklaşan bir kitap için de sürekli her boş bulduğum yere notlar yazıyorum. Tüm bu karmaşa içinde beni rahatlatan tek unsur ise müzik. Bazen kafamda kulaklık, saatlerdir yürürken buluyorum kendimi. Polisiyede yerli yabancı ayırımı yapmıyorum açıkçası. İsim vermeyeyim ama saplantılı olduğum, yazdığı her kitabı aldığım yazarlar var illaki. Yerli polisiyenin kazandığı ivme inanılmaz. Şimdi en azından çoktan seçmek gibi bir lüksümüz oluştu bence. Bu konuda Herdem Kitap Yayın, Dedektif Dergi ve onlar gibi polisiye kaynaklarına minnettarım. Bir zamanlar gıptayla baktığımız yabancı yayınların yanına artık bizim polisiye kültürümüzü de koyabilmek sevindirici.
Bildiğim kadarıyla şehir hayatının keşmekeşinden uzakta, Şile’de yaşıyorsunuz. Sinema/senaryo yazım atölyeleri düzenlediğinizi de görüyorum. Biraz anlatır mısınız, bu atölyelerde ne tür çalışmalar yapıyorsunuz?
Yazmaya yönelince sükûnet arıyor insan. Bebekliğimden itibaren ailevi sebeplerle bir tarafım hep Şile’ye bağlıydı zaten. Şehirden bir nebze olsun uzak durmak ama bir yandan da şehrin dibinde olup kolay ulaşmak için benzersiz bir lokasyon Şile. Burada ders vermek biraz da talep üzerine gerçekleşti diyebilirim. Dönemin Halk Eğitim Merkezi yöneticileri sinema üzerine ders verip veremeyeceğimi sorunca düşünmeksizin atladım. Kabullenmek gerekir ki aktif çalışma dönemi, yerini deneyimleri aktarma dönemine bırakıyordu. Yaş kemale eriyordu yani. Yedi yıl önce üç farklı branşta atölye çalışmalarına başladık. Kısa Film, Kamera Oyunculuğu ve Senaryo Atölyeleri, gördükleri talep doğrultusunda bugünlere kadar geldi. Temel amaç kendin yaz, kendin oyna, kendin çek konsepti olunca kısa bir sürede, hava şartlarına bakılmaksızın on beş ila yetmiş yaş arası bir sürü insan Şile sokak ve köylerini birer mikro film platosuna çevirdiler. Kimisinin hobi, kimisininse yakın geleceklerine yatırım olarak düşündükleri atölyelerde her birini kendilerinin ürettiği altmış üç kısa film, on klip ve çok sayıda uzun metraj senaryo denemesini ceplerine koydukları gibi, buradan sektöre de çok sayıda iş gücü ihraç ettik.
Sabri Bey, bu keyifli söyleşi için çok teşekkür ederiz! Serinin devamını merakla bekliyor, Dedektif Dergi ailesi olarak başarılarınızın devamını diliyoruz…
Ben de size ve Dedektif Dergi ailesine çok teşekkür ediyorum. İyi ki birlikteyiz, iyi ki varsınız.