Kaldırımda yankılanan topuk sesi çamurlu, dar sokağın köşelerinde yitip gitti. Ayağının birini öğretildiği gibi ileri uzatarak file çorabının altında ay gibi parlayan beyaz bacağını sergiledi. Şayet tozlu vitrinlerde gördüğü yansıması gerçekse güzel kadındı. Yüzündeki makyajın kızıl ağırlığını taşımak zordu. Takma tırnaklarına alışamamıştı henüz. Elini ağzına götürdüğünü, hepsini söküp attığını hayal etti. Soğuğun incecik kıyafetinden kemiklerine kadar işleyen sızısını, polar pijamasını giyip yatağına cenin pozisyonunda yattığı anın hayaliyle ısıttı. Tırnaklarını dişlememek için ellerini beline koyup sokağın başında parlayan bir çift fara dikti gözlerini. “Belki de gelen odur…”
Araç yavaş yavaş ilerledi. Yıkılma tehlikesi nedeniyle belediyenin demir kafesle çevirdiği eski binadan iki trans yola fırladı. Leopar desenli taytı düzgün bacaklarını daha da uzun gösteren, arabanın açılan camına eğildi. Konuşma kısa sürdü, küfrün bini bin para. Belli ki kimse pazarlıktan hoşnut kalmadı. Araba önünden hızla geçerken pala bir bıyık gördü sadece.
“Üşüdün mü?” dedi arkadan kalın bir erkek sesi.
Bu sefer soğuktan değil heyecandan ürperdi. “Yok,” dedi. Uzatmadı lafı, titrediği anlaşılmasın diye.
Translar küfür faslını bitirmiş kendi aralarında şakalaşıyorlardı. Belli ki onlar da üşümüştü, ince topuklularını taş kaldırıma vura vura zıplıyorlardı. Kısa olan, sarı peruğunu savurarak seslendi.
“Kız Leyla, yok mu sana müşteri? Anam biz varken sana kim baksın?” Abartılı kahkahalarla güldüler.
“Bak sen şu dünyanın işine! Dışlanan dışladı şu güzelim bacakları,” diye düşündü, gülesi geldi.
“Eyvallah Raşit abi,” dedi bile isteye. Böyleyse böyleydi.
Sarışının gülüşü yarım kaldı, ağzını dolduran küfrü tükürecekken gölgeden sıyrılıp çıkan genç adamı gördü, yutkundu.
“Bak işine, uğraşma burayla,” dedi net, sakin bir sesle adam. Yüksek topuklar tıkırdayarak gölgelere çekildi.
“Gidip çay alacağım, sana da getireyim, ısınırsın,” dedi adam. Ayak sesleri uzaklaştı. Leyla boş sokakta yapayalnız kaldı. Küçük çantasından ciklet paketini çıkardı. Uzun tırnakları yüzünden kâğıdı açmakta zorlandı. Pembe renkli cikletin şekerli rayihasını kokladı önce. Ağzına atıp bir iki döndürdü. Damağına yayılan çilek aroması onu alıp çocukluğuna götürdü.
Kardeşleriyle tek yorgan altında birbirlerine sokularak uyudukları soğuk odadaydı şimdi. Burnunu oğlan kardeşinin toz ve ter kokan saçlarına dayamış, gözlerini sımsıkı yummuştu. Babası geldiğinde ayak altında olmasınlar diye anası onları erkenden yatırırdı. Adam sallana yuvarlana eve gelir, çakmak çaksan tutuşacak kadar sarhoş, önüne ne çıkarsa yıkar, devirirdi. Aman dilemek, zapt etmek mümkün olmazdı. Kadını yumruklamaktan yorulunca olduğu yere sızar, ertesi gün uyandığında pişmanlık emaresi göstermez, tek laf etmeden defolup giderdi. Çocukluk yıllarında huzur Leyla’ya ancak bir yıldız kadar yakındı.
Cikletin sarılı olduğu kâğıdı düzeltti, sokak lambasının soluk, sarı ışığında el ele tutuşmuş iki komik karakteri inceledi önce. Birbirine aşkla bakan iki sevimli çizgi insan onu her seferinde gülümsetirdi. Gözlerini kısıp kâğıttaki yazıyı okudu mırıldanarak.
“Aşk, o yanında olduğunda mutlu olmaktır.”
Kâğıdı buruşturup avucuna sakladı, arkasına kaçamak bir bakış attı. Tam o anda metruk binadan yükselen ince bir çığlık duydu. Bir şeyler devrildi sonra. Kulak kabartıp bekledi. Uzaktan eğlence mekanlarının gece ilerledikçe hızlanan müziği duyuluyordu.
“Kızlardan biri belki dengesini kaybedip düşmüştür. Şişede durduğu gibi durmuyor tabii.”
Sessizlik uzadıkça merakına yenik düştü, yavaş yavaş paslı demir kafese yürüdü. Yüzü, kırık camlı pencere hizasına gelene kadar parmak ucunda yükseldi. İçerde soluk bir ışık yerinden oynamış tavan kirişlerini aydınlatıyordu. Gözü karanlığa alıştıkça bunun ekranı açık kalmış bir cep telefonu olduğunu anladı. İnsana ilkel atalarından kalan o iç güdüsel korku bütün vücudunu çabucak kavradı. Savaş ya da kaç! Hiç düşünmeden binanın girişine koştu, içeri girip birkaç adım atar atmaz yüzüstü kapaklandı. Ayağına takılan şey az önce alımla kaldırımda yürüyen sarışının cesediydi.
***
Leyla kapı arkasına tutturulmuş çatlak aynada bayramlık elbisesine hayranlıkla baktı. Annesinin az önce saçına taktığı kocaman beyaz kurdele yengesinin gelinliğindendi. Kulaklarında sallanan mavi boncuklu ip küpeleri, ucunu ateşe tutup yaktığı yorgan iğnesiyle komşu annesi takmıştı. Gözünden bir damla yaş akmayınca “Aferin kızanıma, ne cesur kızmışsın sen!” diyerek saçlarını okşamıştı yaşlı kadın, “Büyüyünce n’olcaksın?” diye sormuştu.
Kocaman, kararlı gözlerle bakan küçük kız düşünmeden vermişti cevabını. “Polis olacağım, babam gibi katilleri yakalayacağım.”
Ne cesur kızsın sen!
Gözlerini güçlükle araladı, üzerine eğilmiş kara bir gölge gördü hayal meyal. Yok yok bu komşu annem olamaz. “Üzerime uzanmış, boğazıma yapışmış, kirli nefesiyle derin derin soluyor.”
“Polisim ben!” diyebildi güç bela.
Adam hareketsiz kaldı. Duyduğunu hazmetmeye uğraştı. “Ne dedin sen?”
“Polisim ben pis herif, kalk üstümden!”
Adam hızla doğruldu, gerilip şiddetli bir yumruk savurdu. Leyla karanlığa yuvarlandı.
***
Öksürerek uyandı, ağzına dolan kanı tükürdü. Başı dönüyor, midesi şiddetle bulanıyordu. Gözleri karanlığa alışana dek derin derin soludu. Elleri arkadan bağlıydı. Adam polis olduğunu bildiği hâlde ayaklarını bağlamamıştı, hayret! Doğrulup dizlerinin üzerine kalkmaya çalıştı. Bacaklarından sırtına yükselen büyük bir acıyla tekrar yere yıkıldı. Ayakları normalde durmaması gereken bir açıda duruyordu.
“Hayır! İki ayağımı da kırmış olamaz! Hayır!”
Acı ilk şiddetini yitirip azalana dek inledi.
“Aklımı toplamalıyım. Buradan kurtulmalıyım!”
Nefesi düzelene dek sırt üstü yatıp vücudunu gevşetti. Yavaş yavaş bileklerini oynatarak iplerden kurtulmayı denedi. Acı eşiğini çoktan aşmış, adrenalinin sarhoşluğuna kapılmıştı. Sağ yanında bir kıkırdama duydu. Başını çevirince metruk binada cesedine takıldığı sarı peruklu transla burun buruna geldi. “Ölmüştün sen!”
Hayalet kayan peruğunu düzeltip uzun, kemikli parmağını dudaklarına götürerek susmasını işaret etti. Sonra yamuk bir gülüşle kulağına eğilip fısıldadı. “Kız Leyla, ben sana ne dedim?”
“Bu bir hayal! Gerçek olamaz! Olamaz!”
Boşluğa dönüp inledi “Ne demiştin?”
Birden anımsadı. Göreve hazırlandığı hafta Komiser Kemal, onu yol yordam öğretsinler diye bu iki transın Beyoğlu’nda kaldıkları eve götürmüştü. Yol boyunca sohbet etmişler, Leyla Kemal’in de ona karşı boş olmadığını anlamış bu yüzden bütün gününü hoş bir rüyadaymış gibi geçirmişti. Kızlar ona kıyafetlerini denetmiş, müşteriler hakkında tüyolar vermiş, Kemal’in yolda durup aldığı rakı ve mezelerin tatlı sarhoşluğuyla kâh gülüp kâh ağlayarak ne var ne yok anlatmışlardı. İşte bu tuhaf gecenin ilerleyen bir vaktinde, adını yirmili yaşlarının başında Yıldız olarak değiştiren, geniş omuzlarını ve gösterişli bacaklarını cesurca sergilemekten kaçınmayanı, ağzında jilet taşıdığını anlatmış, inanmadıklarını görünce hemen çantasından bir jilet çıkarıp ciklet çiğneyen bir çocuk rahatlığı ve maharetiyle ağzının içinde evirip çevirmeye başlamıştı. Leyla ortalığı kan götürecek diye beklerken Yıldız, dilinin altına sakladığı jiletle içkisini yudumlayıp peltek sohbetine devam etmişti.
Leyla, Yıldız’ın “Al koy çantana, lazım olur,” diye verdiği yeni jileti, bu maharet ve dikkatle ağzında taşıyamayacağını bildiğinden yanından ayırmadığı sakız paketinin içine saklamıştı.
Kıpırdandı. Askısını omzuna çapraz taktığı küçük çantasının zinciri şıngırdayınca vücudunu bir sevinç dalgası kapladı. Omzunu ve gövdesini oynatarak çantayı arkasına, ellerine doğru itmeye çalıştı. Parmakları tam çantaya ulaşmıştı ki kapı gürültüyle açıldı. İçeri dolan ışık adamın yüzünü görmesine engeldi. Adam elinde bir şişe su, karşısında öylece dikildi. Sonra bir şey unutmuş gibi telaşla kapıyı açık bırakıp gitti.
Leyla uyuşan parmaklarıyla çantasını kavradı. Mıknatıslı kilidi küçük bir tık sesiyle açtı. Durup soluklandı. Acı artık tamamen yok olmuştu ancak kulaklarında hızla atan nabzının sesi bayılmanın eşiğinde olduğuna delaletti. Çantanın içini yokladı. Sakız paketini buldu. Jileti sakladığı cikleti bulmak için sona kalan dört ambalajı açması gerekiyordu.
Ayak seslerini duyunca durdu. Adam yanına gelip diz çöktü. Suyun kapağını açıp Leyla’nın ağzına uzattı. Leyla başını çevirdi. “Suya ne kattığını bilemezsin.” Hışırdayan torbadan çıkan sandviç için de Leyla’nın yanıtı aynı oldu.
Adam ısrar etmedi, sırtını duvara dayayıp karşısına oturdu. “Seninle n’apacağız polis hanım? Demek bana tuzak kurdunuz?”
Leyla sesinin sakin çıkmasına gayret ederek “Telefonumu takip edeceklerdir. Az sonra burada olurlar. Aklın varsa çöz beni, kaç! Katil olmak seni hapse götürür, ama polis katili olursan teşkilat sana acımaz!” dedi.
“Telefonunu yanımda getirecek kadar enayi miyim sence? Seni attım arabaya, telefonu kırdım orada bıraktım. Beyaz atlı prenslerin gelip seni kurtaramaz,” diye tısladı adam, soluğu sıklaşmıştı. “Kaç kadın öldü? Sizin bildiklerinizi soruyorum, dört mü? İki de bugün, etti altı. Hiç açık vermedim.”
Sırıtışından gururlandığı belliydi. Oysa öldürdüğünü sandığı hayat kadınlarından biri ağır yaralıydı. İfadesinde eşkâli teferruatla vermiş, polisin Beyoğlu’nda sokak sokak gezerek gösterdiği resmi bir pansiyon sahibi tanımıştı. Pansiyona kayıt için verdiği kimlik çalıntı değilse adamın adı Turan Yılmaz’dı. Almanya’da doğup büyümüş, suç dosyası kabarık, dağılmış bir göçmen ailenin büyük oğlu. Dosyasındaki son suçu bir hayat kadınına saldırı ve darp olarak rapor edilmişti. Almanya’dan sınır dışı edildikten sonra bir süre memleketinde işsiz güçsüz dolaşmış, sonra İstanbul’a gelip kalabalığa karışarak izini kaybettirmişti. Kemal Komiser art arda gerçekleşen cinayetlerdeki benzerliklere bakarak Turan’ın aradıkları katil olduğunu düşünüyordu. Leyla ekipteki tek genç kadın polisti ve düzgün fiziğiyle özel görev için biçilmiş kaftandı. Onun Cinayet Büro’dan Beyoğlu’nun arka sokaklarındaki kaldırıma ve sonra da bu küf ve sidik kokan bodruma geliş hikâyesinin özeti buydu.
Adam uzun bir sessizliğin ardından ayağa kalktı. Suyu son kez kadının dudaklarına uzattı. Yine reddedilince iç çekip kapıya yürüdü. Tam çıkacakken Leyla adama seslendi.
“Turan!”
Adam elektriğe kapılmış gibi sarsıldı. Hiddetle dönüp Leylaya yaklaştı.
“Nasıl?”
“Suçlular her zaman polisten bir adım önde olduklarını düşünür. Filmlerde öyledir mesela. Ama gerçekte işler öyle yürümez.”
Adam Leyla’nın boğazına sarılıp tekrar sordu. “Nasıl?”
“Kurbanlarından biri yaşıyor,” dedi hırıldayarak Leyla. Öldürememişsin. Bu da senin sonun oldu.”
Adam öfkeyle biraz daha yüklendi, Leyla’nın kulaklarındaki ses boğuklaşıp yavaşladı. “Yaklaş!” dedi adama son bir gayretle. “Bir şey söyleyeceğim.”
Turan, öldürmenin hazzıyla merak duygusunun çekiciliği arasında gitti, geldi. Ellerini gevşetmeden iştahla Leyla’nın yüzüne eğildi. Leyla jiletle kestiği iplerden kurtardığı ellerinin son kuvvetiyle adamın kalın boynunu ustalıkla çevirdi.
“Kızlar artık beyaz atlı prensleri beklemiyor.”
***
“Kendimi biraz toparlayınca üzerime yıkılan adamın ceplerini kurcaladım. Telefonu cebindeydi. 112’yi aradım. Sonrası malum,” deyip sustu Leyla. Kemal hemen su uzattı kuruyan dudaklarına.
“Tamam kızım fazla yorma kendini,” dedi şube müdürü. Leyla’nın alçıya alınmış ayaklarına ve bandajlı yüzüne merhametle baktı. “Artık dinlen. Teşkilatta böyle güçlü kadınlar olması hepimizi gururlandırdı. Bir an evvel iyileş, dön görevine.” Yanındaki diğer memurlara dönüp “Hadi bakalım, ziyaretin kısası makbuldür, görev bizi bekler,” deyip hızla kapıya yürüdü.
Hastane odasında yalnız kalan Leyla ve Kemal bir süre konuşmadılar. Kemal, Leyla’nın sarılı olmayan elini tutmuştu. Sonra birden ayaklanıp cebinden ufak bir şey çıkardı. Muzip bir suratla Leyla da görebilsin diye yüzüne yaklaştırdı. Bu mavi ambalajlı bir Şıpsevdi cikletiydi. Leyla canı acımasına rağmen güldü. Genç adam özenle ambalajı açtı, çıkan resimli kâğıda bir süre mutlulukla baktı. Leyla’ya dönüp okudu. “Aşk…ona sevdiğini söylemektir.”