Yeni Sayı Çıktı!

En son hikaye, röportaj ve yazıları şimdi tıklayıp ücretsiz okuyabilirsiniz!

Yeni Sayı Çıktı!

En son hikaye, röportaj ve yazıları şimdi tıklayıp ücretsiz okuyabilirsiniz!

Polisiye Hikaye: Çinçin

Diğer Yazılar

KAMBUR

KAYIP

BİR EFSANE BİR CİNAYET

Doruk Ateş
Doruk Ateş
1982 yılında doğan polisiye yazarı Doruk Ateş, Ankara'nın Çinçin mahallesinde büyümüş. Çukurova, Sakarya ve Anadolu Üniversite'sinde eğitim gören yazarın yayınlanmış 2 kitabı bulunmaktadır: Mabet (Kari-a I) 2015 Ölü Doğanlar – Gri Şehrin Yitik Bebeleri I 2016

Çinçin’de bir gecekondudayım. Ankara’nın pek bilinmeyen varoşlarında, insanı hüzünlendiren eşyaları olan, perdeleri esrar dumanından renk değiştirmiş bir torbacının evinde tam olarak ne yapacağımı bilememenin zihnimde yarattığı gerginlikle oturmaktayım.

Normal zamanlarda evin içine girmeden işimi hallederdim, ama bu günlerde yunuslar sokakta torbacılara göz açtırmadığından içeri girmek zorunda kaldım. Başkası olsa hayatta izin vermezdi. Çocukluk arkadaşımdır Serhat, babasının at arabasında büyüdüm desem yalan olmaz.

Ben Eren’i kırmamak için geldim bu sefer gecekonduya. İki çevirmeden geçtim, “Burada yaşıyorum!” dedim sorgulayan gözlerle beni süzen komisere. Nüfusa kayıtlı olduğum yer Çalışkanlar Mahallesi olduğundan fazla ses etmedi. İnanmadı da, biliyorum. Sokak köşelerini tutan erketeciler -eskinin sidikli bebeleri- selam verdiler, ağır aksak yanlarından geçerken.

Ahşap kapı hep geç açıldığından fazla üzerinde durmamıştım. Serhat, bilindik neşesinden eser olmayan bir tavırla, “Girmesen daha iyi olur!” demişti. “Saçmalama oğlum, mecbur olmasam zaten gelmem.” diye terslemiş, bir elimle de gecekonduya girebilmek için onu sertçe iteklemiştim.

Üzerine her zamanki gibi kapüşonlu sweatshirt giymişti. Hiç yemek yemiyormuş gibi dümdüz bir karnı, bebekleri nerdeyse toplu iğne başı kadar kalmış kahverengi gözleri ve elektrik akımına kapılmışçasına dikleşmiş altındaki eşofman gibi kırçıllı saçları vardı.  Nedense çaresiz de görünüyordu.

“Girme başkan, çık git!” demişti tekrardan, salona adımımı atmadan hemen önce.

“Fazla kalmam, mahalleyi kuşatan polisleri nasıl atlatacağımı söylediğinde malı alıp çıkarım.”

“O kapıyı açarsan, biraz zor çıkarsın!” diye tehdit etmişti. Yok yok, tehdit değil dostça bir uyarıymış. İnsan bazen yanlış anlıyor her şeyi, aptallaşıyor.

Neyse dinlemedim ben Serhat’ı ve salonun kapısını açtım. Yerde ensesinden başka hiçbir yeri görünmeyen bir adam, çok zor geçen bir iş gününün ardından yatağına ulaşamadan bayılmış gibi boylu boyunca yatmıştı. Ayakları dizlerinden kıvrılmış, sanki hayatını anlatan cümlenin parantezi kapanmış gibi.

“Bu kim?” diye sordum, büyük bir merakla.

“Morfinci’nin Elemanı.”

“Kaldırsana adamı oğlum!”  dedim, herifin yanından somyaya doğru bir adım atmışken.

“Kalkamaz, canı çekildi.”

“O ne demek oğlum?”

Serhat’ın cevap vermesine gerek kalmadı. Sadece canı çekilmemiş, kanıda çekilmişti herifin. Beynimin ani emriyle oturduğum koltuktan şimdi yüzünün bir kısmı görünen Morfinci’nin Elemanı’na baktım.

Bembeyazdı; çocukluğumun çizgi film kahramanı Hayalet Casper gibi. Dudakları bir daha söyleyemeyeceği kelimelerle şişmiş, içinin kiri gibi morarmıştı. Göz kapakları hayatının özetiymişçesine dehşetengiz bir şekilde aralık kalmıştı; aynı benim ne diyeceğini kestirememiş ağzım gibi…

Serhat ne ara kaybolduysa salondan, elinde bir bardak suyla karşımda şimdi. Sanki soğuk suyla bu kabustan uyanacakmışım gibi uzatıyor bardağı. Sakin, salonun ortasında biri ölmemiş gibi de soğuk.

Sudan bir yudum alıp, “Tam olarak ne oldu burada?” diye soruyorum. O bir anda her şeyi idrak etmiş gibi yerde öylece yatmakta olan adama bakıyor. Tükürüyor ölüye, sövüyor dudak arasından. Başlıyor anlatmaya:

“Benim Tuğba’yı hatırlarsın, annesi çocuk hastanesinde hemşire olan. O zamanlar Çinçin Koleji’nde öğrenciyiz. Nasıl yanığım kıza, konuşamıyorum, anlatamıyorum da derdimi. Okul çıkışı koşa koşa annesinin yanına gidiyor. Ben de salak aşık peşinden hastaneye. O gün karar vermişim, ne yapıp edip kıza söyleyeceğim.

“Neyse, dün gibi aklımda, yine takıldım kızın peşine, tam hastaneye gireceği sırada bu it çıktı ortaya. Saniyelik olay, kız buna parayı uzattı, bu da kıza küçük poşeti. İnanamadım, hayal gördüm zannettim. Koşturdum tabi hemen, bunun yakasına yapıştım. Ben bir şey vermedim dedi, iki yumrukla yere serdi beni. Tuğba ise sadece güldü, o kahkahasını hiç unutmadım; ağzıma dolan kanın tadını unutmadığım gibi.

“Koştum, hastanenin tuvaletinde elimi yüzümü yıkadım. Bir elimle şişen gözümü kapatıp, yanına gittim. Saçmaladım sanki, ne dedim tam hatırlamıyorum. Sadece –sana ne? Anam mısın, babam mısın?-  dediğini hatırlıyorum. Bunu söylerkenki bakışlarını, gözlerindeki nefreti hiçbir ressam çizemezdi oğlum.

“O benden nefret ediyordu ya, ben yine de her gün peşi sıra hastane yollarını arşınladım. İki ay geçmedi, okul bitmeye yakın bir sabah gelmedi okula. Öğlen de okulu polisler bastı. Bütün arkadaşlarını topladılar. Meğer evden kaçmış, yıllar boyu çıkmadı bir daha ortaya. Öldü diyen de oldu, kötü yola düşmüştür diyen de.

“Yıllar sonra bu itin evinde gördüm tekrar. Başında garip bir eşarp vardı, bedeni uyuşturucudan tamamen bitmiş haldeydi. Kalakaldım evin kapısında, kucağındaki çocuk gülüyor olmasa görmeyecekti beni.  Bir şey diyemedi önce, sonra ben malı alıp çıkarken sessizce yanıma gelip, -Seni dinlemedim, kimseyi dinlemedim. Bak ne haldeyim!- dedi.

“Aşkımı ilan edecekken kaybettiğim sevgilimi, onu mahveden adamın evinde gördüm. Tam da onu mahveden adam gibi biri olmuşken üstelik.  Sonra her mal almaya gittiğimde gizli gizli seyrettim onu. Perişanlığını, günden güne yok oluşunu izledim. Sonra bir gün bir fırsatını bulup, cebine bıraktım yıllar önce ona yazdığım mektubu. Bulaşıkları yıkıyordu, kimse görmeden koynuna soktu sararmış yaprakları.

“Aylar geçti, her mal almaya gidişimde bir cevap bekledim gözlerinden. Hep bir film karesi gibi kısa sürüyordu bakışmalarımız. Biliyordum acı çektiğini, kurtulmak istediğini ama bir işaret bile vermiyordu. Hep durgundu; korkuyordu belki, bilmiyorum.

“Benim tutuklandığım günün öncesinde tek satırlık küçük bir not uzattı bana.  -Burada ölmek istemiyorum!- yazıyordu. Kafaya koymuştum, gece ne yapıp edip kaçıracaktım. Olmadı, ben evlerine girdikten beş dakika sonra narkotik bastı evi. Nasıl ağladığını unutamam…

“İlk duruşmada tahliye ettiler beni. Koşa koşa gittim evlerine, yoktu. Baskından sonra anası babası kurtarmış oradan. Tedaviye göndermişler İstanbul’a. Aylarca iz sürdüm; anasını buldum, babasını buldum da onu bulamadım. Gittim kapılarında ağladım, nuh dediler peygamber demediler. Söylemediler nerede olduğunu, senin diğerinden ne farkın var dediler.

“Aradan ne kadar zaman geçti bilmiyorum. Gazetenin üçüncü sayfasında gördüm, tedavi işe yaramamış. Önce anasıyla babasını öldürmüş sonra da kendini. Hayırsız evlat haberi yapıyor ya gazeteci, en çirkin fotoğrafını koymuş sayfaya.  Kan çanağı olmuş gözlerini hiç unutamadım. Ordan oraya savurdu beni hayat, ne cezalar yattım, ne tedaviler gördüm de unutamadım…”

Sustu aniden Serhat. Ben televizyon sehpasının kenarından birkaç peçete getirdim. Gözlerimle bir daha süzdüm arkadaşımı. Kafası mı güzeldi, niye bu zamana kadar hiç bahsetmemişti? Ben niye onunla beraber ağlıyordum? Başıma bir iş açmadan neden kaçıp gitmiyordum?

Sustuk. Ne kadar zaman geçti bilmiyorum. Sonunda dayanamadım;

“Bu yüzden mi öldürdün herifi?” diye sordum.

“Yok be!” dedi, gözlerindeki yaşları silerken. “Aslına bakarsan öldürdükten sonra hatırladım tüm bu olanları. İnsan en kolay acının asıl sebebini unutuyor.”

“Niye öldürdün o zaman?”

“Hırsız dedi bana, mallarını çalmadığım halde.”

“Ne yapacaksın şimdi? Bu adamı ortadan kaldırmak lazım.”

“Bilmem. Gidip teslim olmam ama. Bir daha mapusa düşeceğime mezara girerim daha iyi. Kaçsam polis bulmadan Morfinci zaten bulup gebertir.”

“Cesedi ortadan kaldırsan, adamın buraya geldiğini kim bilecek?”

Siz hiç yüzü değişmeden gülen bir insan gördünüz mü? Ben gördüm, bildiğin kahkaha atıyordu Serhat. Ama ne ağzı açılmıştı, ne de kaşı gözü oynamıştı.

“Morfinci biliyordur. Hem nasıl yok edebilirim ki herifi?” diye sordu, gülmesi bittikten sonra.

“Odanın tabanına gömersin. Orayı kullanan yok. Sonra da zemini yaptırıyorum ayağına bir beton dökersin. Oldu bitti.”

“Olur mu sence? Yıkacaklar diyorlar mahalleyi.”

“Neden olmasın? Mahallenin yıkılması daha yıllar alır.”

Susuyor. Yüzünde garip bir ifadeyle koşturuyor dışarı. İki dakika sonra elinde kazma kürek geri geliyor.

“Hadi kazmaya başlayalım,” diyor.

Çinçin’de bir gecekondudayım. Ankara’nın pek bilinmeyen varoşlarında, insanı hüzünlendiren eşyaları olan, perdeleri esrar dumanından renk değiştirmiş bir torbacının evinde tam olarak ne yapacağımı bilememenin zihnimde yarattığı gerginlikle “Tamam.” diyorum…

En Son Yazılar