Silivri taraflarında zengin insanların oturduğu oldukça lüks bir yazlık siteydi. Yaklaşık yirmi beş adet kendi özel bahçeleri ve içinde özel havuzları olan iki buçuk katlı, beş odalı villalar vardı. Bahçe çitleri yüksek ağaçlardan oluştuğu için hiç bir villa diğerini görmüyordu. Kimsenin kimseyi fazla tanımadığı, bazı sakinlerinin yıllardır oturduğu, bazı villaların da haftalık, aylık, sezonluk kiraya verildiği bu lüks site deniz kıyısında konuşlanmıştı.
Dört kadın ve üç erkek, araçtan teker teker indiler. Villanın anahtarı Kamil’in karısı Mine’nin elindeydi. O önden yürüyüp kapıyı açtı. Emlakçı sözünü tutmuş evi temizletmişti. Aralarında hiç biri çok büyük bavul almamıştı. Hemen hepsinde dört tekerlekli, uçakların kabinlerine sığan ufak valizler vardı. Hava şahaneydi ama kimsenin aklında tatil yapmak, denize girip güneşlenmek yoktu. Bir an evvel denileni yapıp buradan gitmek ve bir daha bu günlerini anmak istemiyorlardı. Kamil, Nezih ve Demir araca gidip devasa köpek maması torbalarını ve büyük kıyma makinasını eve taşıdılar.
“Odalara nasıl yerleşeceğiz?” diye sordu Mine.
Bunun üzerine Demir, “Her şeyden önce banyoyu çok iyi kaplamalıyız. Nerede yatacak olmamızın ne önemi var?” dedi.
Villaya girdikten sonra birbirlerine baktılar. Hepsi çok endişeli görünüyordu.
İlk lafa Kamil girdi. “Bir teklifim var. Bu gece güzel bir çilingir sofrası kuralım, iki kadeh de rakı içelim bahçede. Yarın işe koyuluruz.”
Emine, arkadaşının sözünü kesti. “Olmaz, hiç dikkati çekmememiz lazım. Etrafta komşulara sorduklarında bizim için “bilmem, pek sessiz insanlardı, geldiler, pek evde görmedik herhalde denizdeydiler, sonra da gittiler, zaten o ev hep dönemsel olarak yazlıkçılara kiralanır, gelirler ve giderler” demesi lazım . Bahçede içip dikkati çekemeyiz. Ama isterseniz evin içinde içelim”
Zerrin de arkadaşına hak verdi. “Emine haklı. Evin salonunda sessizce yiyelim yemeğimizi, tamam bir iki kadeh de içeriz.”
Kamil pek ikna olmamakla birlikte, “Yazlıkçı insanlar mangal yaparlar, biz de yapsak fena mı olurdu kardeşim?” dedi ama diğerlerinin umarsamazlığını görünce pek fazla da ısrar etmedi.
Dört odalı villanın her bir odasına yerleştiler. Hepsi de diken üstündeydi. Yapacakları iş sinir bozucuydu.
İstanbul’dan getirdikleri mezeleri salondaki masaya koydular. Rakılarını yudumladılar. Eskiden, hayatlarının altı üstüne gelmeden önce en az ayda bir, birinin evinde toplanıp yer ve içerlerdi. Sohbetlerine doyum olmazdı. Oysa artık konuşamıyor, birbirlerinin yüzüne bakamıyorlardı. Sessizce yediler yemeklerini, sonra el birliği ile sofrayı topladılar. Villanın içi ne çok şıktı ne de çok dökük, sıradan, kimliksiz, kişiliksiz, sürekli değişen kiracıların orta karar zevkine hitap eden sıradan mobilyaları vardı. Dışarısı soğuk olmamakla birlikte çok da sıcak değildi. Yazın bitmesine az kalmıştı.
***
İki villa ötedeki evde oturanlar, yeni kiracıların kim olduğu konusunda en ufak bir fikre bile sahip değillerdi.
Ama yeni kiracılar, iki villa ötede oturanların kim olduğunu çok iyi biliyorlardı. Onların görevi, o evde yaşayan iki kötü insanı ortadan kaldırmaktı. Bu ortadan kaldırma öyle kusursuz olmalıydı ki, hiçbir şey, hatta bedenleri bile bulunmamalıydı. Kendilerine verilen talimat öyleydi.
Plan yapmaları gerekmemişti. Ne yapacakları ve nasıl yapacakları bir askeri mangaya emir verilir gibi anlatılmıştı.
“Çok kolay olacak, merak etmeyin, tereyağından kıl çeker gibi geçecek,” demişti telefondaki ses.
Sabah olduğunda önce evin banyosunu her milimetre karesini kapatacakmış gibi kalın naylonlarla kapladılar. Görevleri gereği arkalarında iz bırakmamak için böyle yaptılar. Sadece gözlerini açıkta bırakan sıvı geçirmez naylon tulumları kimlerin giyeceğini daha önce kararlaştırmışlardı. Üç erkek giyecekti.
Banu, “Haydi, tüm kıyafetlerinizi çıkartın, çırılçıplak kalıp öyle giyin. Biz geri geldiğimizde de gözlüklerinizi takarsınız,” dedi.
Emine ve Nezih’in karısı Zerrin arabaya gidip tekerlekli iskemleleri alıp oturdular. İkisi tekerlekli iskemlede dört kadın önce site içinde dolaştılar. Gerçi fotoğraflara bakarak çalıştıklarından evlerin yerlerini ve denize mesafelerini gayet iyi biliyorlardı. Sonra herkesin denizde olduğu, evin artık orta yaşa gelmiş kızının da yüzmeye gittiği saatte iki villa ötedeki evin kapısını çaldılar.
Yetmişlerinin sonlarında, asık suratlı, yaşlı bir kadınla adam birlikte açtılar kapıyı. Emine, Zerrin, Banu ve Mine karşılarında güler yüzle duruyorlardı.
“Merhaba biz yeni komşularız, size kahve içmeye geldik,” dediler ama karşılarında dikilen ev sahiplerinin bundan memnun olmadığını hemen anladılar. Zaten öyle olacağını da biliyorlardı.
Kadın olanı, “Şimdi müsait değiliz yarın gelseniz çok iyi olur,” diyecekken dört kadın da içeri girip ellerindeki spreyi iki yaşlının yüzüne püskürttüler. Spreyin içindeki özel gazın etkisiyle sersemleyen Aynur ve Hikmet’e köpekleri bayıltan iğne yaptılar. Her ikisini de tekerlekli iskemlelere oturtup geldikleri villaya kimse görmeden geri döndüler. Baygın haldeki ihtiyarları yukarıya, daha önce naylonla kapladıkları banyoya taşıdılar. Kadını çıkartmak kolay olmuştu ama adamda zorlandılar. Bundan sonra yaptıkları ise herhangi bir korku filminde izlerken bile bakamayacakları cinstendi.
Kıyma makinalarının temizlenmesi ve kaplardaki etlerin kedi köpek mamalarıyla karıştırılıp sahildeki başıboş hayvanlara verilmesi birkaç gün sürdü ama sonunda bitti. Hepsi rahat bir nefes aldılar. Görev tamamlanmıştı.
***
Dört kadının kahve içmek bahanesiyle kapıyı çaldıkları günün ilerleyen saatlerinde denizden eve gelen Güliz anne ve babasının evde olmayışına şaşırdı. Genelde ikisinden biri evde olurdu, daha çok da annesi. Babasının küçüklüğünden beri uzun gidişlerine alışmıştı. Ama annesi genelde hep evde olurdu. Sadece bir kez uzunca bir süre hastanede kalmıştı, kan vermişlerdi annesine. Eve gelip yemek hazırladı. Beklemekten sıkılıp uyudu. Ertesi sabah evde kimsenin olmamasına şaşırdı. O gün de gelmedi ne annesi ne babası. Doğduğundan beri hep birlikte olduklarından etrafında annesinin olmaması durumunda ne yapacağını bilemedi. Aslında babasının da olmaması tuhaftı. Son yıllarda her ikisi de hep evde olurdu. Ve hep ona emrederlerdi.
“Güliz mutfaktan su getir!”
“Güliz evi temizle, iyi temizle!”
“Güliz çamaşır yıka!”
“Güliz ütü yap!”
“Güliz çabuk gel!”
“Güliz bakkala git!”
“Güliz çok oyalanma!”
“Güliz televizyon izleme toz al!”
“Güliz kitap okuma gel sırtımı ov!”
“Güliz nerede kaldın Allahın belası!”
“Güliz yatağıma gel!”
“Güliz memelerini aç!”
“Güliz odama çık soyun, beni bekle!”
“Güliz bıktım senden!”
“Güliz aç bacaklarını!”
“Güliz kasma kendini!”
“Güliz ver babana kendini!”
“Güliz orospusun sen, ahlaksızsın sen’”
“Güliz markete git!”
Son kırk sekiz saattir ilk kez bu cümleleri duymadan yaşamak garipti ama çok da güzeldi onun için.
Yemek yapmadı önceleri, dolaptan atıştırdı. Anne ve babasını merak ediyordu ama geri gelmelerini de istemiyordu. Sanki böyle mutluydu. “Peki ya bir daha gelmezlerse?” diye içinden geçirdi. Bunu düşünmek bile onu mutlu etmişti. Annesinin cüzdanından para alıp alışverişe gitti. Etraftaki esnaf onun tek başına alışverişe gelmesine hiç şaşırmadı, zaten hep o yapardı bu işleri. Esnafın bilmediği ise annesinin cüzdanından para aldığı olmuştu. Yastık altındaki cüzdanından verirdi paraları hep Güliz’e ve evlatlığı bunun yerini bilmez sanırdı. Oysa o bunu hep bilirdi ama bilmezden gelirdi. Hayatı konuşmamakla geçmişti. “Acaba nereye gitmişlerdi, belki de onu terk etmişlerdi?” diye sorular sordu kendi kendine. En sonunda polise haber vermesi gerektiğini düşündü ve polisi aradı. “Ailem kayboldu, evde yoklar,” dedi.