“Yeryüzündeki masumiyetin ebedi koruyucusu”
“Yıllar boyunca yüce imparatorumuzu koruma vazifemi şerefimle yerine getirdim. Büyük savaşta sol kolumu kaybetsem de imparatorumuz kutsal vazifem olan kendisini koruma görevimden beni uzaklaştırmadı, ta ki o güne kadar. O lanetli, uğursuz güne kadar. Yüce imparatorumuz büyük hasat başlangıcında bir gün beni huzuruna çağırdı. İmparatorumuzun haşmeti karşısında başım yerde katanam(1) kınımda sürüne sürüne huzuruna çıktım. Huzuruna girdiğimi gören Büyük Higashiyama(2) ayağa kalktı, ağır adımlarla bana doğru yaklaştı. Yanıma geldiğinde nefesinin soğukluğunu yüzümde hissettim. Gözlerim istemsizce imparatorumuzun yüzüne kaydı. Gözleri bir şah kartalınınki kadar keskin, burnu bir atmacanınki kadar sivriydi. Yıllardır aşina olduğum bu yüzde farklı bir şeyler vardı bu sefer, bunu hissetmiştim. Kutsanmış elleriyle bana dokundu, ayağa kaldırdı. Ardından son derece zarif bir hareketle katanasını kınından çıkardı. Daha önce başıma böyle bir olay gelmediğinden ne tepki vereceğimi bilmiyordum. Ani bir hareketle yere kapanıp yüce imparatorumuzun eteklerini öptüm. İmparatorumuzun “Ayağa kalk Samuray!”(3) diye bir aslan gibi kükremesiyle tekrar ayağa kalktım. Bedenim iradem dışında tepkiler vermeye başlamıştı. Titrediğimi fark eden Yüce İmparator Higashiyama kollarımdan tutarak beni sarstı ve tok sesiyle konuşmaya başladı.”
“Artık benim korumam değilsin. Sana daha özel bir vazife vereceğim. Verilen görevleri büyük bir itina ve sadakat ile yerine getirdiğini biliyorum. Artık sarayda bulunmayacak, halkın arasında bir münzevi gibi yaşayacaksın. Senin görevin yeryüzündeki masumiyeti muhafaza etmek bundan sonra.”
“Yüce imparatorun karşısında bir sinekten farkım yoktu. O kadar küçülmüştüm ki bir an önce yok olmak istiyordum. Büyük Higashiyama elinde tuttuğu katanayı bana uzattı ve konuşmasına kaldığı yerden devam etti.”
“Bu kılıç artık senin Samuray. Yetiştireceğin çocukların, onların yetiştireceği çocuklar ile o da yaşamını nesiller boyu sürdürecek. Son olarak unutma ki yeryüzünde masumiyeti canlı olarak görmek istiyorsan bakacağın iki yer var. Bu iki yer; kadınların ve çocukların yüzleridir.”
“Yüce imparatorumuz tahtına ağır ağır yönelirken konuşmanın tamamladığını huzuru terk etmenin vaktinin geldiğini anladım. Elimde duran üç başlı ejderhalı katanama baka baka yüce imparatorumuzun huzurundan çekildim.”
***
“Benim adım Son Samuray. Ön görüşlü ve son derece dirayetli olan yüce imparatorumuz tarafından sonsuza dek yeryüzündeki masumiyeti korumakla görevlendirildim.”
***
BİRİNCİ BÖLÜM
-Ankara Ayazı-
“İyi ki gelmişsin buraya, iyi ki tanımışım seni. Sen gelene, seni görene kadar bu hayatı yaşamamışım, daha doğrusu yaşadığımın farkına varmamışım… Seni her geçen gün daha çok seviyorum…”
“Ben de Feride, ben de. Bu yüzü… Bu burnu… Bu gözleri… Bu kaşları… Bedeninin sıcaklığını… Terlemiş ellerinin soğukluğunu… Dudağındaki hafif kıvrımları… Elmacık kemiğinin yüzünde yarattığı çıkıntıyı… Kaşlarının aynı anda yaptığı kavisli ahengi… Saçlarının boynundan omzuna kıvrıl kıvrıl dökülüşünü… Boynun ile omzunun birleştiği büyülü sessiz vadiyi… Susadığım zaman kana kana içtiğim su yeşili gözlerini… Güldüğün zaman yüzünde açan gamzeleri… Yüzünü iki ayrı gül tarhına bölen burnunun zarafetini… Gözlerinden süzülen iri damlalara eşlik eden hafif makyajını… Teninden yayılan baharatlı parfüm kokusunu… Her bir detayını ayrı ayrı seviyorum.”
Kliniğin, yaprakları dökülmeye başlamış ağaçları arasında yürüyorlardı. Güneşin son parıltılarıyla birlikte pembeleşmeye başlayan gökyüzünün altında yüzü hafif güneş yanığı olan kadını seyretti bir süre. Yeryüzünde masumiyetin hâlâ var olduğunun kanıtıydı bu yüz. Masumiyet, insan diye adlandırılan canlı türünün doğuştan getirdiği, sonradan kazanılmayan bir erk, bir yaşam özü, insanın yaşamını devam ettirebilmesi için sürekli koruması gereken bir varoluş meselesiydi. Yeryüzünün en üstün yaratılmış, eşrefi mahlûkat diye adlandırılan ve aynı zamanda bütün bu nitelemelere karşı tam bir tezat olarak en nankör varlığı olan biz insanlar masumiyetimizi kendimiz yitirmiyor, başka insanlar masumiyetimizi elimizden alıp yerine kötülüğün tohumlarını ekerek kötülüğün çocuklarının kök salmasını sağlıyorlardı. Kendini dünyanın ebedi hükümranı sanan insanın iki yüzünden biri olan erkekler kadınlara oranla masumiyeti yok etmede daha iyilerdi.
Ahmet, “Bu gidişle dünyanın sonunu biz erkekler getireceğiz galiba,” diye içinden geçirirken siyah saçları hafif esinti eşliğinde usul usul dalgalanan Feride yanındaki hassas adamın düşüncelere daldığını fark etti.
“Niye öyle garip garip bakıyorsun? Ne düşünüyorsun Ahmet?”
“Hiç, Feride. Hiçbir şey”
Aldığı cevaptan tatmin olmayan Feride’nin keskin bakışları Ahmet’in kalbine bir bıçak gibi saplandı adeta. Bu delici bakışlar bir şeyler söyleme zorunluluğu hissettirdi genç adama.
“Güneş batarken seni seyredince ömrüm uzuyor sanki.”
Feride’nin yüzüne yayılan pembelik daha da koyulaştı Ahmet’in bu sözleri üzerine. Güneşin yükselmesiyle artan sıcaklık damarlarında akan kanın sıcaklığını artırmıştı. Buğday tenli genç adam siyah saçlı kadına biraz daha sokuldu, Feride’nin pamuksu ellerine yıllardır kimseye dokunmamış elleriyle hafifçe dokundu, lavanta kokulu ürkek bedeni kendine doğru çekti ve konuşmasını tamamladı.
“Senin masumiyetini kimsenin elinden almasına izin vermeyeceğim.”
***
Üç ay olmuştu buraya geleli. Yardımcısının gözlerinin önünde intihar etmesinden sonra ruhsal bir boşluk yaşamış, kendisini toplamak için Madalyon Psikiyatri Kliniği’ne yatmıştı. Hayatta bir amacı kalmadığına inanıyordu artık. Bu meslek elinde hiçbir şey bırakmamış, en son masumiyetini de elinden almıştı. ‘İnsanlar masum doğarlar fakat masum ölmezler.’ Hangi kitapta okumuştu bu sözü hatırlamıyordu. Hafızası yıpranmış, hatıralar silikleşmişti. Onu kaldırdıkları hastanede, “Beyefendi hipotalamusunuz(4) zarar görmüş, acilen ameliyat olmanız gerek,” demişti gözlüklü genç doktor. Hipotalamusu okumuştu, ne olduğunu biliyordu. O çalışmazsa boş bir saksıdan ibaret olacağını da biliyordu. Doktorun, “Bu oldukça riskli bir operasyon, masadan kalkmama ihtimaliniz var, buna rağmen kabul ediyor musunuz?” sorusuna, sadece kısa bir “Evet,” diye cevap vermişti. Sabaha kadar süren ameliyattan sağ çıkmış, ameliyattan sonra hastanede geçen bir hafta boyunca emeklilik dilekçesini yazıp yazmamayı düşünmüştü sürekli. Sonunda kararını vermiş, kısa yalın bir dilekçe kaleme almıştı. Yazdığı üç satırlık emeklilik dilekçesini emniyetin posta kutusuna bırakmış ve ölümü bekleyeceği dünyadaki son durağı olan Madalyon Psikiyatri Kliniği’ne gelmişti. Yattığı yerde doğruldu, komodinin üzerindeki sürahiye elini uzattı, kenarı kırık bardağa sürahideki renksiz sıvıyı boşalttı, bardağı ağzına götürdü. Bir an duraksadı, kalbi bu kenarı kırık bardak gibiydi, eski haline dönemeyecek şekilde parçalara ayrılmıştı. Zeki’yi hatırladı. Hem kendisini hem Başkomiserini öldürmüştü. Yardımcısının azılı bir seri katil çıkması onu incitmemiş, gözlerinin içindeki koyulaşmış nefret kalbini parçalamıştı. Zeki’nin, silahının kabzasıyla kafasına vurduğu darbeler sonucunda ezilen hipotalamusu umurunda değildi. Keşke o silahı kafasına dayayıp ateşleyeceğine kendi kafasına iki kez daha vursaydı da gün geçtikte kirlenen, masumiyetini yitiren hayatına son verseydi. Gözleri, duvarda bir örümcek gibi asılı duran saate kaydı. Saat altıyı bir geçiyordu. Kuruyan göz pınarlarından süzülen iki damla yaş usul usul ağarmış sakallarına doğru iniyordu. Elinin tersiyle nemlenmiş gözlerini sildi, bardağı komodinin üzerine bıraktı. Bardaktaki renksiz sıvı yavaş yavaş kırmızılaşıyordu. .
***
Dost Kitabevi’nden çıkmış, içine Ankara ayazını doldurarak yavaş adımlarla Karanfil Sokak’taki evine doğru yürümeye başlamıştı Şahin. Bıçak gibi kesen Ankara ayazını seviyordu. “İstanbul’un boğazı varsa Ankara’nın da ayazı vardı. Kendine has, insanı baştan aşağı titreten soğuk ve büyülü bir güzellik.” Böyle yazmıştı Ankara’yı anlatan bir yazısında. Etrafındaki dükkân ve insanları izleyerek yavaş yavaş evine doğru adımlarken bir parmağı eksik olduğu için taşımakta zorlandığı poşete kaydı bakışları bir an. Her ay düzenli bir şekilde takip ettiği dergilerin yeni sayılarını almış, yanına da nişanlısı Zeynep’e doğum gününde hediye edeceği Reşat Nuri Güntekin’in kült eseri Çalıkuşu’nu eklemişti. “Zeynep,” diyerek içine bir kez daha Ankara ayazını doldurdu. Zeynep… İlkokuldan beri hayatında olup, kendisini sevmekten bir an bile vazgeçmediği bal renginde gözlere sahip olan muhteşem kadın… Gözlerini poşetten alarak gökyüzüne çevirdi bir an. Geçmişin tozlu sayfalarına göz gezdirirken gökyüzüne bakardı genellikle. Zeynep ile ilk yakınlaşmalarını hatırladı. Lisedeyken edebiyat dersinde hocaları Şeref Soykan Milli Edebiyat Dönemi’ni işlerken kura çekmiş, kurada birbirine çıkan öğrencilerinden birbirlerine Milli Edebiyat Dönemi’nde yazılmış birer kitap hediye etmelerini istemişti. Kurada Şahin ile Zeynep birbirine çıkmış, ikisi de birbirlerine Çalıkuşu’nu hediye etmişlerdi. Şahin ilk defa okuduğu kitabın etkisinden uzun süre çıkamamış, ergenliğin verdiği karşı cinse duygusal yakınlığın ilk titreşimleriyle Zeynep’e aşık olmuştu. Uzun süre bunu dillendirememiş, derslerindeki ani düşüşün ailesine iletilmesiyle durumun vahametini ilk önce annesi fark etmişti. Şahin annesinden beklediğinin aksine olumlu bir tepki görmüş, daha sonra annesiyle birlikte durumu babasına da açmışlardı. Babası da annesine göz kırparak ”Bu dünyada aşk diye bir şey var. Buna inan oğlum. Biz inanmazsak yok olup gidecek,” demiş; gayet olumlu bir tepki vermişti. Şahin’in kendisine karşı boş olmayıp bir şeyler hissettiğini Zeynep de fark etmiş, ona göre davranmaya başlamıştı. O da boş değildi Şahin’e karşı fakat onun gelmesini ve kendisini sevdiğini söylemesini istiyordu. Akıp giden zaman Şahin’in Zeynep’i sevdiğini söylemesi için bir an durmuş ve Şahin, Zeynep’in karşısına çıkarak kendisini çok sevdiğini söylemiş, dünden hazır olan Zeynep de kendisine gelen bu daveti kabul etmişti. İşte böyleydi Şahin, Zeynep ve Çalıkuşu’nun hikâyesi…
Geçmişten günümüze yaptığı kısa zaman yolculuğu kitapçıdan çıktığından bu yana onu takip eden gölgeyi fark etmesiyle son buldu. Evine bir an önce varabilmek için yüzünü cam gibi kesen ayaza aldırmadan adımlarını hızlandırdı. Caddenin sonuna gelip karşıdan karşıya geçmek için hamle yaptığı sırada araçların geçmesi için yanan trafik lambasının içindeki parlak yeşilliği fark etmedi. Kızılay yönünden gelen son model otomobilin sürücüsü kendisine çarpmamak için direksiyonu kırdı fakat arabayı toplayamayıp köşedeki Meşrutiyet Taksi Durağı’na daldı. Bu karmaşadan yararlanıp Konur-2 Sokak’tan geçerek Tunalı’ya doğru koşmaya başladı Şahin. Kocatepe’ye vardığında nefeslenmek için durakladı, arkasından gelen olup olmadığını kontrol etti, kimsenin kendisini takip etmediğine ikna olunca biraz olsun rahatladı. Sıhhiye’ye doğru uzanan, başkentin atardamarlarından biri olan Mithatpaşa Caddesi’ne baktı. Normal zamanda bir an olsun motor sesi eksik olmayan caddede az önce kendisinin sebep olduğu kaza yerine ulaşmaya çalışan ambulanstan başka araç yoktu. Nefes alış verişi yavaş yavaş eski ritmine kavuşuyordu. Eve gidemezdi şu anda. Tunalı’ya çıkıp bir kafede bir şeyler içmeye karar verdi.
Son bir kez daha arkasını iyice kontrol ettikten sonra ağır adımlarla şehrin en işlek caddesine doğru yürümeye başladı.
***
Zaman, yaratıcıdan aldığı kutsal emirle dünya kurulduğu andan itibaren eksiksiz yerine getirdiği görevine devam etmiş, vakit gece yarısına yaklaşmıştı. İki saat Cafe des Cafes’de oturmuş, yaşadığı korkunç anlardan etkilenen midesini rahatlatmak için garsondan özel olarak istediği yarım bardak süt ile karıştırılmış sodasını içmiş fakat midesi bu içeceği kabul etmemiş, kusmuştu. Garsona temizlik bedelini de ödeyerek kafeden çıkmış, Karanfil Sokak elli iki numaradaki evine doğru yürümeye başlamıştı.
Dışarıda nefes aldırmayan keskin bir soğuk vardı. Paltosunun yakasını biraz daha kaldırdı ve adımlarını hızlandırdı. Olaylar yüzünden Zeynep’i aramayı unutmuştu. Her gün mutlaka çoğunlukla akşam saatlerinde olmak üzere telefonda görüşürlerdi. Henüz evli olmadıkları için ayrı evlerde kalıyorlardı. Zeynep’e ve Şahin’e göre aynı evde kalmalarında sorun yoktu fakat iki aile de evlenene kadar ayrı evlerde kalmalarının uygun olacağını söylemişti. Onlar da büyüklerin sözünü dinlemiş, karşı çıkarak işi yokuşa sürmemişlerdi. Soğuktan eli donmak üzereyken son anda elini cebine attı fakat telefonu her zaman olduğu yerde yoktu. “Hay Allah! Kafede unuttum herhalde,” derken gözleri kolundaki saate kaydı. Saat bire geliyordu. Kafe gece ikiye kadar açıktı. Çok uzaklaşmamıştı. Kafeye dönüp telefonunu şimdi almak ile yarın almak arasında gidip gelirken geri dönüp telefonunu almaya karar verdi. Bir an önce Zeynep’in sesini duymak istiyordu. Ona her zamankinden daha çok ihtiyacı vardı. Ağır adımlarla, indiği yokuşu tırmanmaya başladı. Ensesinde sıcak bir nefes hissetti bir an. Arkasına döndü. Kendisini takip eden uzun boylu gölgeydi bu. Şahin’in gözleri yuvalarından fırlayacaktı nerdeyse. Midesi, içinde kalmış olanları dışarı çıkarmak için kasılmaya başlamıştı çoktan. Daha fazla dayanamayıp bir kez daha kustu. Karşısında dikilmekte olan siyah pelerin içindeki kişi, üzerine doğru gelen sulu yemek parçalarından kaçmadı. Uzun boylu gölgenin sadece kendisine bakan simsiyah gözlerini görebildi Şahin. Yüzü siyah bir peçe ile kaplıydı. Üzerindeki kıyafeti ile bir samuraydan farksızdı. Bakışları, samurayın –gerçekten bir samuray gibiydi- birer siyah demir bilyeyi andıran gözlerinden sağ eline kaydı. Samuray, pelerinin altındaki kınından ejderha başlıklı kılıcını yavaş hareketlerle çıkardı. Üç başlı yaratık ay ışığında daha da korkunç gözüküyordu. Şahin gördükleri karşısında dili tutulmuş, olacakları kabullenmiş bir hal içerisinde katilinin gözlerine son bir kez daha baktı. Samuray, elinde tuttuğu canavarı büyük bir ustalıkla havaya kaldırdı. Havadayken şahlanmış bir atı andıran kılıç ustasının onu yapma nedeni olan can alma görevini bir kez daha uyguladı. Şahin’in ağzından çıkan son kelime Ankara sokaklarında gecenin sessizliğinde yankılandı.
“Zeyneppp!…”
***
Gece başlayan yağmur daha sonra kaldığı yerden devam etmek üzere güneş ile anlaşmış, şehrin üzerinde kurduğu geçici hükümranlığına biraz olsun ara vermişti. Başkent soğuk bir gecenin ardından yine soğuk bir geceye kapı aralayacak yeni bir günü karşılamaya hazırlanıyordu. Dükkânlar birer birer açılıyor, şehrin boş caddeleri bir daha sanki hiç boşalmayacakmışçasına araçlarla doluyordu yavaş yavaş. Bakışlarını yerdeki başsız bedenden alıp gökyüzündeki bulut kümelerine çevirirken söylendi Başkomiser Tekin. “Bu ne biçim bir iştir yahu. Şehrin göbeğinde adamın kafasını kes, üzerine bir not bırak, sonra da s.ktir olup git!”
Yeni atanmıştı Ankara Cinayet Büro’ya. Akademiden mezun olduktan sonra ilk görev yeri olan Konya’da sekiz sene görev yapmış, görev süresi boyunca sayısız cinayet dosyasını aydınlatmış, Ankara Emniyet Müdürlüğü Asayiş Şube‘ye bağlı Cinayet Masası’nın amiri Başkomiser Cengiz’in, yaşadığı travma nedeniyle birtakım psikolojik sebepler öne sürerek emeklilik dilekçesini emniyete iletmesiyle Ankara Cinayet Büro Amirliği’ne geçici bir süreliğine vekâleten atanmıştı. Uyuşturucu parası vermediği için annesini bıçaklayarak öldüren Cihan’ı bu sabah savcılığa sevk etmiş, gelen cinayet ihbarı üzerine soluğu Kocatepe’de almıştı. Yanına yaklaşan polis memuru eliyle Kocatepe Camii’nin girişinde karşılıklı sigara içerek sohbet eden temizlik işçilerini işaret ederek “Tekin Başkomiserim, cinayet ihbarını yapan temizlik işçileri bunlar,” dedi ve Başkomiserinin geçmesi için bir adım geri çekildi. Bunun üzerine Başkomiser Tekin, “Tamam Selçuk, onlarla ben konuşurum. Siz burayı toplayın yavaş yavaş,” diyerek temizlik işçilerine doğru yöneldi.”
***
Başkomiser Tekin’in, iri cüssesiyle adeta bir meteor gibi kendilerine doğru yaklaşmakta olduğunu gören temizlik işçileri, orkestradaki müzisyenlerin birbirleriyle olan uyumlarına benzer bir biçimde yaslandıkları duvardan aynı anda ayrıldılar, bitmekte olan sigaralarını aynı anda yere attılar ve aynı anda botlarının sert kısmıyla izmaritlerin üzerlerini ezdiler.
İşçilerin, durdukları yerde sıkıntıyla kıpırdandıklarını fark eden Başkomiser Tekin, elini istemsizce deri ceketinin iç cebine attı, gün boyu sürekli açma kapanma eylemine maruz kalmaktan yırtılmak üzere olan yıpranmış Winston paketini çıkardı. Arada bir içtiği sigara markasını değiştirir, bazen onu da beğenmez tütün sarıp içerdi. Bu sefer Winston almıştı. Dün akşam Bakkal Çakal Nuri’den aldığı mavi renkli paketin kapağını açtı, içine şöyle bir göz attı. Sadece iki dal kalmıştı. Dışından, “Hay anasını satayım ben böyle işin. Alkol ile sigaraya verdiğim para yüzünden bir gün aç kalacağım gerçekten” derken, içinden de “Bir de Ayaşlı Emine var tabi,” dedi. Ankara’ya geldiğinden beri, Salı ve Cuma akşamları Anason Pavyon’da sahne alan bu sarı afetin -kendisi böyle diyordu- müptelası olmuştu. Ayaşlı Emine’nin sahne aldığı gün cinayet de olsa mutlaka Anason’a uğrar, Sarı Afet’i en ön masadan dinlerdi.
İşçiler, karşılarındaki adamın ne yaptığını zihinlerinde anlamlandırmaya çalışırlarken Başkomiser Tekin kendi kendine konuştuğunu fark etti, elinde tuttuğu ağzı açık Winston paketini işçilere sırasıyla tuttu, “Rahat olun beyler, alın buradan yakın,” dedi. İşçiler, sabahın erken saatinde kendilerine uzatılan bu cömert teklifi geri çevirmediler, yine orkestra uyumu içerisinde sigaraları aynı anda yavaşça ağızlarına götürüp aynı anda yaktılar.
Başkomiser Tekin bu aralıktan faydalanarak soracağı soruları zihninde toparladı. Ardından elini uzun boylu işçiye uzattı. “Cinayet masasından Başkomiser Tekin.” Uzun boylu işçi kendisine uzatılan sert eli sıkarak gür sesiyle meydan okurcasına karşılık verdi. “Memnun oldum amirim, Uzun Mustafa.” Başkomiser Tekin, Uzun Mustafa’ya uyguladığı ritüelin aynısını uygulamak için Uzun Mustafa’dan da uzun olan diğer işçiye elini uzattığı zaman eli havada kaldı. Tek gözü olmayan işçi sokağın köşesini dönmüş, arkasından bakakalmıştı Başkomiser Tekin. İşçinin ardında bıraktığı tek iz olan sigara ise dünyayı zehirlemeye devam ediyordu.
***
Yeni bir gün bazıları için taze, tüketilmemiş umutlar demekken bazıları için de yeni hayal kırıklıkları demekti. İnsan ne olursa olsun umudunu kaybetmemeliydi asla. Onu yıldırmaya çalışanlar elbette olacaktı ama sonuna kadar direnmeyi, pes etmemeyi öğrenecekti yeryüzünün evrimini henüz tamamlayamamış yaşlı varlığı. Çünkü hayat bunu gerektiriyordu. Hava, su, güneş gibi yaşamımızı devam ettirebilmemiz için zorunlu olanlara bir de umudu eklemeliydik. Pencerenin önündeki begonvilleri sularken düşüncelere dalıp gitmişti Başkomiser Cengiz. Kapının art arda iki defa tıklatılmasıyla düşüncelerinden sıyrıldı. Begonvillere son bir kez göz attıktan sonra pencereyi kapattı. Meşhur Ankara ayazından bugün de nasibini almış, eli yüzü buz kesmişti. Gözleri masasının üzerinde eski bir kitabın sayfalarının arasında unutulmuş bir krizantemi andıran kitaba kaydı. “Çalıkuşu-İnkılap ve Aka Kitabevi, 1964.” Hemşire Feride hediye etmişti bu muazzam şaheseri kendisine. Feride, kendisini kontrole geldiğinde birlikte okuyorlardı. Bazen Feride okuyor kendisi dinliyor bazen de kendisi okuyor Feride dinliyordu. Kapının arkasındaki içeri giriş bileti için ısrarla kapıyı çalmayı sürdürüyordu. Başkomiser Cengiz, kapının ardındaki kendinden emin kişiyi daha fazla bekletmedi. “Bir dakika, geliyorum,” diyerek kapıya yöneldi. Ağır ağır odanın küflenmeye başlamış kapısını açtı, bir çift renkli göz karşıladı kendisini.
***
Ankara Emniyet Müdürlüğü’nün labirente benzer binasından çıkmış, Akköprü Metro İstasyonu’na doğru ağır adımlarla yürümeye başlamıştı Başkomiser Tekin. Temizlik işçisi Uzun Mustafa’yı sorguya almışlar, kaçan diğer temizlik işçisini sormuşlardı. Uzun Mustafa, kaçan temizlik işçisi –Dilsiz Recep’ti adı- hakkında ismi dışında hiçbir şey bilmiyordu. Adı gibi dilsiz olduğundan pek fazla iletişim kuramamıştı Dilsiz ile. Başkomiser Tekin, Uzun Mustafa’dan Dilsiz Recep ile ilgili elle tutulur bir şey çıkmayacağını anlayınca Cinayet Büro’nun kalifiye elemanlarından Selçuk’u yanına çağırmış ve Dilsiz Recep’i araştırmasını istemişti. Sorgunun devam eden bölümünde ise cesedi sabah yedi gibi Kocatepe Camii’nin Tunalı Hilmi Caddesi’ne bakan tarafını süpürmeye başladıklarında çöp poşetlerinin arasında bulduklarını anlatmıştı Uzun Mustafa. Cesedi bulduklarında başının yerinde olmadığını görünce korkmuşlar, hatta Uzun Mustafa’nın bedeni bu alışılmadık manzaraya daha fazla dayanamamış tepki olarak kusmuştu. Cesedin kayıp olan başı ise Olay Yeri İnceleme tarafından camiinin avlusunda bulunmuştu. Başkomiser Tekin kafasındakiler eşliğinde metro istasyonuna ulaşmıştı. Güvenlik görevlisine polis kimliğini gösterip bekleme alanına doğru hareketlendiği sırada önündeki kadın pat diye olduğu yerde durunca kadına çarpmamak için sağa doğru hamle yaptı. İçinden, “Bu şehirde ne yürümesini biliyorlar ne de durmasını,” diye geçirdi. Saatine baktı. Dokuza geliyordu. Asayiş Şube Müdürü Kadir Koç ile Madalyon Psikiyatri Kliniği’nde buluşacaklardı Başkomiser Cengiz’i ziyaret için. Hızlı adımlarla merdivenleri indi, Batıkent yönünden gelen metroyu beklemeye başladı.
***
“Feride, ünlü Alman filozof Goethe şöyle seslenir biz insanlara: Dünya hassas kalpler için cehennem gibidir. Buna ek olarak dünya masumlar için de bir cehennemdir diyebiliriz. Masumiyet, yeryüzünün en saf, en katışıksız, en bozulmamış duygularından biridir. Maalesef biz insanlar diğer insanlardaki bu saflığı görür ve onu yok etmek için elimizden geleni yaparız. Yıllardır bu meslekte yaşadığım, gördüğüm budur maalesef. Bazı katiller bu saflığı kasıtlı olarak ortadan kaldırırlarken bazıları da bilinçsiz bir şekilde bunu yaparlar. Yeryüzünde masumiyet azaldıkça, masumiyetin yarattığı boşluğu kibir, ego, yalan gibi kötülüğün çocukları doldurmaya başladıkça insanlar yabancı oldukları benliklerine daha da yabancılaşacak, kişisel doyumun zirvesine ulaşan birey daha da yalnızlaşacak maalesef. Bugünlük bu kadar felsefe yeter. Sana bir konu hakkında teşekkür etmek istiyorum.”
Komodinin üzerindeki kitabı eline alarak konuşmasını sürdürdü. “Çalıkuşu’nu lisedeyken okumuştum ve o günden sonra hayat koşuşturmacasının da etkisiyle nerdeyse kapağının yüzünü bile unuttum diyebilirim. Yıllar boyunca katillerin peşinde koşmaktan, yerini kötülük ele geçirmesin diye masumiyeti korumaya çalışmaktan kendi benliğime yabancılaşmışım daha doğrusu yabancılaştığımın farkına varmamışım. Bunu bana duyumsattığın için çok teşekkür ederim Feride.” Başkomiser Cengiz uzun nutkunu tamamlamış bir bardak su istediğini eliyle belirtmişti. Sürahideki renksiz sıvıyı cam bardağın içine boşaltırken “Asıl ben teşekkür ederim Cengiz abi, ne demek. Seninle konuşmak bana huzur veriyor gerçekten,” diyerek ince beyaz elleriyle Başkomiser Cengiz’in omzuna hafifçe dokundu Feride.
“Ben gideyim artık, sonra yine gelirim.”
“Tamam Feride, görüşmek üzere.”
Feride kapıdan çıkarken uzun boylu, biri kirli sakallı ve uzun saçlı diğeri tıraşlı ve takım elbiseli iki adam ağır adımlarla içeriye giriyordu.
***
“Seni iyi gördüm Cengiz, yakında aramıza dönüyorsun, unut o emeklilik dilekçesini.”
Başkomiser Cengiz’in yüzünde acı bir gülümseme belirdi Asayiş Şube Müdürü Kadir Koç’un bu sözleri üzerine. “Müdürüm eğer hayat tekrar dönmemi isterse dönerim, şayet istemezse dönemem.”
“Yahu Cengiz, nerde ne konuşulacağını bilen adamdın, buraya geldikten sonra iyice filozof olmuşsun be kardeş. Ben onu bunu bilmem. Sana ihtiyacımız var birader.”
Yanındaki sandalyede eğreti bir biçimde oturan Başkomiser Tekin’in elinden sarı kapaklı dosyayı aldı, Başkomiser Cengiz’e uzattı kıdemli müdür. Başkomiser Cengiz, ezbere bildiği bir kitabı açarcasına dosyayı açtı, ne ile karşılaşacağını çok iyi biliyordu. Sayfaları ağır ağır çevirdi. Büyük bir duyarsızlıkla dosyayı kapatıp meslektaşına uzattı. Yattığı yerde doğruldu, ayaklarına hastane terliklerini geçirdi ve cama doğru yöneldi. Camı açtı, içeriye sakin bir Ankara ayazı doldu. İki meslektaşına doğru dönüp kesik kesik konuşmaya başladı. “Sene 2002’de buna benzer bir vaka ile karşılaşmıştım. Keskin bir bıçak ile kafası bedeninden ayrılmış küçük bir kız çocuğu… Üzerinde bir not… İnsanlar masum doğarlar, fakat masum ölmezler… Aylardan Aralık… Öyle bir kar yağıyordu ki kızın bedeni sabah bulduğumuzda geceden kalma donun etkisiyle buz tutmuştu. Kafasını bulamamıştık. Emniyete gelen bir paket içerisinde katilimiz göndermişti. Yapılan otopsi sonucunda kızın defalarca tecavüze uğradığı ortaya çıkmıştı. Kızdan alınan sperm örnekleriyle herhangi bir eşleşme saptayamamıştık. Katile dair ne bir ipucu ne de bir iz vardı ortada. Dosya belirli bir süre sonra delil yetersizliğinden dolayı rafa kaldırıldı. Bir daha da açan olmadı. Yıllardır bu işin içinde olduğum halde çok etkilenmiştim, daha doğrusu sarsılmıştım. Asayiş Şube Müdürü Ekrem abiye –Ekrem Taşoğlu- çıkarak tayin istediğimi belirttim. Anlayışlı biriydi kendisi. Daha sonra İzmir Cinayet Büro’ya tayinim çıktığını öğrendim. Ankara’ya tekrar döndüğümde ise dosyayı tekrar açacak cesareti bulamadım kendimde. Ankara ayazında donuklaşan minik gözler ile karşılaşmaktan korkuyordum açıkçası.” Başkomiser Tekin komodinin üzerinde duran paketten bir peçete alarak Başkomiser Cengiz’e uzattı. Ağarmış sakalları git gide ıslanıyordu Başkomiser Cengiz’in.
***
Madalyon Psikiyatri Kliniği’nden çıkmışlar, ağır adımlarla Tunalı’ya doğru yürümeye başlamışlardı.
“Katiller olay yerine geri dönerler Tekin. Kimisi yaptığı işin keyfini sürmek için kimisi de yaptığı işin ruhunda açtığı hasarı ortadan kaldırmaya yönelik vicdanıyla pazarlık yapmak için.”
“Haklısınız müdürüm. Sabah biz olay yerindeyken katil bizi uzaktan seyretmiş ya da yanımıza kadar sokulup bizle konuşmuş olabilir.”
“Kaçan temizlik işçisini atlamayın, o da olabilir. Neydi adı?”
“Recep Akoğlan müdürüm.”
“Hatırlayamadım bir an. Araştırıyorsunuz değil mi?”
“Araştırıyoruz müdürüm. Bizim Selçuk ne eder ne yapar bulur onu.”
“Tamam, boş ver şimdi onu. Sen söyle bakayım. Nasıl buldun Cengiz’i?”
“Ölümünü bekleyen bir münzevi gibiydi müdürüm. Bence onu bu işe dahil etmemeliyiz ama takdir tabii ki sizin.”
“Öyle düşünme Tekin, Cengiz eski topraktır, ayrıca bu dosyada bize çok faydası olacaktır. Sana bu dosya ile ilgili şahsi fikrimi söylemedim henüz.”
“Bu dosya ile ilgili şahsi fikriniz nedir müdürüm?”
“Bence katil tekrar ortaya çıkacak Cengiz’in de dediği gibi bu öyle rastgele işlenmiş bir cinayet değil. Sen de biliyorsun bunu. Katilin bıraktığı notta ne yazıyordu?”
“Haklısınız müdürüm. Cinayetlerin devamı gelebilir gelmeye de bilir. Cinayet açık uçlu bir soru gibidir. Her ihtimali düşünmeliyiz.”
“Bu da doğru. Birçok ihtimalin olması işimizi zorlaştırıyor her seferinde maalesef. Katilin bıraktığı notta ne yazıyordu?
“İnsanlar masum doğarlar, fakat masum ölmezler.”
“Bu, kafamı kurcalıyor Tekin. Cengiz’in anlattığı olaydaki katil de aynı notu bırakmış maktulün üzerine ve yakalanamamış kendisi. Ayrıca cinayetlerin işlenme biçimlerinin de aynı olması var bir de.”
“Yani katil tekrar ortaya mı çıktı demek istiyorsunuz müdürüm?”
“Neden olmasın.”
“Eğer o ise bu sefer elimizden kaçamayacak müdürüm, emin olun.”
“Sana güvenim tam Tekin, güvenimi boşa çıkarmazsın umarım.”
Başkomiser Tekin, amirinin son cümlesine ısrarla çalan telefonu yüzünden cevap veremedi. Durumu fark eden amiri, “Telefonunu aç, önemli bir şey olabilir,” deyince Başkomiser Tekin’in eli ekrandaki kabul et yazısına dokundu. Arayan Selçuk’tu.
“Amirim, Dilsiz Recep’i bulduk. Buraya gelseniz iyi olur. Adresi gönderiyorum.”
“Tamam koçum, geliyorum hemen,” deyip telefonu kapattı Başkomiser Tekin.
Telefonunu deri ceketinin derinliklerine gönderirken amiriyle göz geldi bir an. Kadir müdür gözleriyle bir an önce gitmesini ve gelişmelerden de kendisini haberdar etmesini söylüyordu.
***
Abidinpaşa… Yıllar boyunca Doğu ve Güneydoğu’dan aldığı göçlerle yozlaşan Ankara’nın demografik olarak çok uluslu semti… Adını, Ankara’ya on dokuzuncu yüzyılda suyu getiren son dönem Osmanlı valisinden alan semtteydi Dilsiz Recep’in evi. Selçuk’un telefonu üzerine bir taksi çevirip hemen olay yerine gelmişti Başkomiser Tekin. Asayiş Şube Müdürü Kadir Koç ile Tunalı’ya kadar yürümüşler, yürürken katil üzerine akıl yürütmüşlerdi fakat kafasında hala birçok soru işareti vardı. Az sonra karşılaşacağı manzara da bu soru işaretlerinden birisiydi yalnızca.
Evin olduğu sokağa girince olay yeri inceleme ekiplerinin çektiği sarı renkli ‘girilmez’ bandıyla karşılaştı. Bütün mahalle kapılarının önüne çıkmış, bir Alfred Hitchcock filmi izlercesine pür dikkat Cinayet Büro ve Olay Yeri İnceleme Şube’nin ortak çektiği filmi izliyorlardı.
Mahalleliden biri Başkomiser Tekin’in olay mahalline doğru yöneldiğini görünce avazı çıktığı kadar “Katiller, ne istediniz elin garibinden. Allah belanızı versin hepinizin!” diye bağırmaya başladı. Bu öncü çağrıya diğer mahalleliler de eşlik ettiler. Her bir ağızdan bela ve ağız dolusu küfürler dört bir yandan üzerlerine doğru gelen ekipler ne yapacaklarını şaşırdılar. Dışardan gelen sesin şiddetinin giderek artması üzerine Selçuk’ta kapının önüne çıkmış, amiri ile göz göze gelmişlerdi. Başkomiser Tekin eliyle bütün ekiplere sakin olmasını işaret etti önce. Polis memurlarından birini yanına çağırarak megafonu acilen getirmesini istedi. Mahallede kalabalık git gide artıyordu. Başkomiser Tekin, “Bu olayı devlete karşı kullanıp, provakasyon yapacaklar, sanki devlet öldürdü adamı,” diye içinden geçirirken kafasının yanından bir füze gibi geçen büyükçe bir taş Selçuk’un kafasına isabet etti. Selçuk aldığı darbenin etkisiyle yere yığılırken Başkomiser Tekin daha fazla beklemeden silahını belinden çıkardı ve havaya iki el ateş etti.
Polis memuru megafonu getirmiş, olanların şaşkınlığı içerisinde Başkomiser Tekin’e vermeyi unutmuştu. Başkomiser Tekin ani bir hareketle silahını beline yerleştirirken megafonu eline aldı ve konuşmaya başladı.
“Bir daha uyarmayacağım, olay yerini bir an önce terk etmezseniz sizinle böyle sakin bir biçimde de konuşmayacağım. İçerdeki insanı devlet öldürmedi, tam tersi onu öldüreni bulup cezalandırmak için devlet burada şu anda. Aranızda sizi kullanıp provake etmeye çalışanlar var. Bu tür insanlara kanmayın. Şimdi burayı sakince terk edin ve çalışmamıza izin verin.”
***
Hayat… İnsanın iki büyük trajedisi: Yaşam ve ölüm… Neden yaşıyoruz öleceğimizi bile bile? Değer mi bu kadar koşuşturmaya, bu kadar çabaya? Sabah varsın akşam yoksun, akşam varsın sabah yoksun.
Cam bardaktaki beyaz sıvının içinde eriyordu… Ayaşlı Emine’nin nağmelerinde dağılıyordu… Keskin Ankara ayazında buz tutuyordu… Katillerin bıçaklarında parçalanıyordu: ‘Düşünceleri.’
Çalan telefonu kendine getirdi Başkomiser Tekin’i. Ayaşlı Emine sahneden inmiş, yerine Ankaralı İbo çıkmıştı. Gözleri sarı saçlı kadını aradı bütün pavyonda fakat bulamadı. Evine gitmiştir ya da patronunun yatağına… diye düşündü. Telefon, ritmini bulmuş bir virtüöz gibiydi aynı. Çaldığı parçayı bitirmiş yeni bir parçayı çalmaya hazırlanırken Başkomiser Tekin yeni parçayı dinlemek istemediğini virtüöze belirterek telefonu açtı.
“İyi geceler, Tekin Başkomiserim. İki otopsi raporu da hazır. Müsaitseniz buyrun gelin. Hem bir sıcak çayımızı da içersiniz,” dedi telefonun öteki ucundaki yabancı olmayan ses. Bardağın dibindeki son birkaç damlayı da kurumuş dudaklarını ıslatmak için kullandıktan sonra gür sesiyle konuştu Başkomiser Tekin.
“Tamam Haldun, geliyorum. Yarım saate oradayım.”
***
“Mektup parçası burada bitiyor, bana sadece teyzemin matemini anlatıyordu. Kamran görüyorsun ki, bizi her şey birbirimizden ayırıyor. Seninle artık iki düşman bile değiliz; birbirimizi hiç, ama hiç görmeyecek iki yabancıyız.” (5)
Yılların, zamanın öğütemediği insanların öyküsünü anlatan kitabı kapattı, nemlenen gözleriyle Feride’ye baktı. “Bugünlük bu kadar yeter. Çok yorgunum. Yarın kaldığımız yerden devam ederiz.” Feride’nin, Çalıkuşu’nun dudaklarının tıpatıp benzeri olan dudaklarından yalnızca sıcak bir “Tamam,” döküldü. Yüzüne yayılan mahcubiyetten bir an önce kurtulmak istercesine aceleyle, “Ben artık gideyim Ahmet, kontrol etmem gereken hastalar var,” diyerek oturduğu sandalyeden kalktı ve karanlık odanın içinde büyük bir tezat olarak beyaz duvarın üstünde siyah bir lekeye benzeyen çelik kapıya doğru yöneldi. Parmakları kapının koluyla temas ettiği anda odadaki her şey karardı, nesneler silikleşti, kapının yer aldığı duvar boydan boya kapkara bir tabloya dönüştü. Aynı anda kapkara tablonun içindeki siyah leke ağır ağır açıldı ve kapıda uzun boylu bir gölge belirdi. Oda bir anda o kadar kararmıştı ki kapıda dikilen gölgenin yüzünü seçemedi fakat uzun boylu gölgenin elinde parlayan ejderha başlıklı gümüş kılıcın soğukluğunu bedenine dokunmadan önce hissetti. Feride sessizce, ölümün verdiği teslimiyet duygusuyla olacakları kabullenmiş bir halde beklerken gümüş renkli canavar karanlık odada son kez parladı ve Feride’nin kuğu gibi incecik boynunu bedeninden ayırdı. Ahmet, gördükleri karşısında yatağında kasılmış bir halde krize tutulmuş, ağzından etrafa saçılan köpükler eşliğinde “Yapma! Yapma!” diye kendi kendine sessizce bağırıyordu.
***
Ankara’da korkunç cinayetler!
Bir günde iki kişi katledildi!
Maktullerin üzerlerinde bulunan notlar katilin aynı kişi olduğunu kanıtlıyor!
Seri katili yakalamak için Ankara’da emniyet güçleri alarma geçti!
Haber kanallarını sırayla gezerken karşılaştığı birkaç başlıktan bazılarıydı bunlar. Emniyetin elinde olmayan ya da çok gizli bir biçimde saklanan deliller hemen piyasaya sürülmüştü her zaman olduğu gibi. Başkomiser Tekin ile telefonda görüşmüş öldürülen temizlik işçisi hakkında bilgi almıştı. Katil, sabah bulunan başsız cesedin katiliyle aynı kişiydi. Dilsiz Recep’in üzerine bıraktığı notta şöyle yazmıştı: “Beni bir insanı öldürürken gördün, artık sen de masum değilsin. O yüzden yaşayarak bu Dünya’yı daha fazla kirletmene izin veremem.” En azından iki farklı katilin peşine düşmeyeceklerdi. Kendisi bu dosyaya klinikten destek verecekti elinden geldiği kadar. Başkomiser Tekin iki olay yerinin de raporunu kendisine göndermişti. “Otopsi raporları da çıkmak üzeredir,” diye kendi kendine söylenirken odanın elektrikleri aniden gitti. Telefonunun fenerini açtı, yatağında doğruldu, hastane terliklerini ayaklarına geçirdi. Komodinin çekmecesini açarak uzun zamandır kullanmadığı tabancasını eline aldı ve yavaş adımlarla kapıya yöneldi. Kapıyı yavaşça açtı, koridora şöyle bir göz attı. Koridorun ışıkları da yanmıyordu. Bütün binanın elektriği gitmiş diye düşündü önce fakat ortalıkta kimsenin özellikle de güvenlik görevlisinin olmayışı durumun normal olmadığını gösteriyordu. Klinikte şu anda yatarak tedavi gören kendisi dahil toplam dört kişi vardı. Bugün Hemşire Feride nöbetçiydi. “Onu bulmalıyım, dedi,” içinden. Nöbetçi hemşire odasına doğru yürümeye başladı. Odaya ulaştığında kapıyı açtı, feneri boşluğa doğru doğrulttu. Odada akvaryumdaki balık haricinde canlı tek bir varlık dahi yoktu. Aceleyle nöbetçi hemşire odasından çıktı. Diğer hastaların odalarına sırayla uğradı. Aldıkları ağrı kesicilerin etkisiyle uyuyorlardı. Koridorun sonundan “Yapma! Yapma!” diye inleyen tiz bir ses duydu. Son gücüyle koridorun sonundaki odaya doğru koşmaya başladı. Koridorun sonuna gelmişti, odanın kapısı açıktı. Elindeki telefonun sönük fenerini yerdeki nesneye tuttu. Başsız bir melek bedeniyle ile karşılaştı. Ölmüş bir kumru yavrusunu andırıyordu. Çaresizce, sessizce, masumca yerde yatıyordu öylece…
-DEVAM EDECEK-
Dipnotlar:
(1) Japonca “kılıç” demektir. Samuraylar tarafından kullanılmış, yek yönlü ve eğri kılıçlardır. Bir mermiyi ikiye ayırabilecek kadar keskin ve dayanıklıdırlar.
(2) Japon imparatoru. Japonya’nın geleneksel veraset düzenine göre 113. İmparatorudur. Saltanatı 1687’den 1709 yılına kadar sürmüştür. İmparator Higashiyama’nın saltanatı genellikle Edo döneminin altın çağı olarak bilinir.
(3) Samuray, eski Japonya’da soylu asker sınıfı için kullanılan bir terimdir. Eski Japoncada ‘hizmet etmek’ manasına gelen ‘saburau’ kelimesinden türemiştir.
(4) Yunanca ‘oda altı’ demektir. Talamusun hemen altında bulunan, beyin ve endokrin sistem arasındaki bağlantıyı kuran badem şeklindeki bölgedir. Başlıca görevleri beslenme, cinsel davranışlar, vücut ısısı, ve biyolojik saatin düzenlenmesidir.
(5) Güntekin Reşat N. (2007). Çalıkuşu. İnkılap Kitabevi, s.215.