“Evet, yazmayın kardeşim; edebiyat hayatınızın merkezinde değilse yazmayın. Nedir o merkez? Bir karakter, kurgu ya da cümle için uykusuz kalmıyor, bütün gün onunla dolaşmıyorsanız yazmayın; güdük kalıyor.”
Merhaba Hüseyin Bey. Dedektif Dergi sayfalarına hoş geldiniz. Öncelikle bize kendinizden bahsedebilir misiniz? Kimdir Hüseyin Bul?
Evvela teşekkür ederim nezaketiniz için. Dedektif Dergi takip ettiğim bir mecra, davet ettiğiniz için memnun oldum. Sanıyorum dünyanın en zor işlerinden biri olsa gerek insanın kendinden bahsetmesi; zira güzel sanatların herhangi bir dalından tutmuş bencil, egoist, benmerkezci birinin kendini objektiften uzaklaştırması zor göründüğünden dilimin terbiyesiyle anlatayım. Edebiyatla İstanbul’daki Özgür Üniversite sayesinde tanıştığımdan bu yana şairin (C. Süreya) dediği gibi huzursuzum. Bu huzursuzluğun ana nedeni, yüzyıllardır aynı konuları -evet, aslında biz daha önce yazılanları tekrar ediyoruz- yazanlardan farklı nerede yeni bir yol, kanal bulabilirim sorusu.
1993 yılında İnsancıl Dergisi’nde ilk öykümün yayımlanmasının üzerinden 30 yıl geçmiş. O yıllar bir dergide eseriniz yayınlandığında bir edebiyat eşiği varsa eğer, o eşikten içeri girmiş sayılırdınız. 93 yılından bu yana neredeyse yazmadığım, ucundan kıyısından dahil olmadığım dergi, gazete kalmadı gibi (çok iddialı görünebilir ama belli bir perspektiften bakan yerlerden bahsediyorum). Bu dahil olma, dokunma hali bazen ve çoğunlukla yeni yola çıkmış bir dergiye, gazeteye destek olmak için telifsiz eser gönderme, bazen de kıyıda köşede kalmış, görülmemiş, görülmek istenmemiş, yok sayılmış bir yazar-yazar adayının eseri üzerine üç beş kelam etme şeklinde oluyor… Bu kendimden bahsetme hali çok uzadı, bu kadar yeterli.
Öykü ve romanlarınız var, çok sayıda dijital/matbu dergi ve gazetede edebiyat yazıları kaleme alıyorsunuz. Yazarlık hikâyenizi öğrenebilir miyiz? Sizi yazmaya, bilhassa polisiyeye yönelten itkiler nelerdi?
Yazarlık hikâyeme yukarıdaki soruda bodoslama ve iştahla değindiğim için bu sorunun ikinci kısmı üzerine konuşabiliriz. Yazmak, çoğunlukla karşılık beklemeden yapılan bir eylem. Yayınlanmayacağını bilseniz bile yazmadan duramıyorsanız o virüsü kapmışsınız demektir. Hani derler ya, sahne tozunu yutan iflah olmaz diye, yazmak da öyle bir şey. Sadece bir kişinin sizi okuduğunu bilmeniz yazma arzunuzu diri tutmaya yetiyor.
Polisiye türüne yönelimimin özel bir kavşağı yok. Tamamen deneme. Ama şu açık ki polisiye okur sayısı her geçen gün büyüyor, bu da bu türü devam ettirmem için güzel bir gerekçe, her ne kadar pek okunmasam da.
Üç polisiye roman kaleme aldınız. Bu romanların ortak özelliği siyasi polisiyeler olmaları. İlk romanınız Kar Suyu, Susurluk Skandalı’nın hemen öncesindeki iş adamı-siyasetçi bağlantılı suçlarla ilgiliydi. Paralel Cinayetler’de ülke gündemine damga vurmuş -polisleri sıraya sokup sorgulayan vekil çocuğu- gibi siyasi olaylara değiniliyordu. Güvercin Tedirginliği doğrudan içeriğiyle olmasa bile ismiyle Hrant Dink Cinayeti’ni akla getiriyor… Öncelikle size göre siyasi polisiye ne demek? Ve neden bu türde romanlar yazıyorsunuz? Bu kadar mümbit bir siyasi atmosferimiz varken ülkemizde neden siyasi polisiye az yazılıyor?
Kar Suyu romanım birçok yayınevinden geri dönmüş bir eser, ki bana göre ilk roman için oldukça başarılıdır. Sekiz on yayınevinden olumsuz cevap aldıktan sonra tamamen tesadüfen sevgili Ömer Türkeş’in dikkati sonucu yayınlanmış bir roman. Güvercin Tedirginliği gerek atmosfer gerek dönem ve gerekse de teması itibari ile Kar Suyu’nun devamı ya da tamamlayıcısı gibi. Bu ülke doksanlı yılların karanlık dönemindeki faili meçhuller cehennemini yaşadı. Hala her cumartesi Galatasaray Lisesi’nin önünde kayıplarını soran anneleri görüyoruz. Kocasının, evladının, kardeşinin akıbetini sormayı bile fazla gören bir hükümet türüyle karşı karşıyayız. Bu sistem, bu devlet aklı, bu devlet kültürü hiç değişmedi. Bir önceki hükümetten miras alır gibi devam ettirildi. Buna küçük bir örnekle Güvercin Tedirginliği romanımda değinmiştim. Doksanlı yıllarda geçmesine rağmen tamamen anakronik bir yerleştirmeyle Kaşıkçı cinayetini bilerek ve isteyerek kurguya dahil edip o zaman da olsa şimdi de olsa bir şey değişmez, yine aynı şekilde davranılır demiştim. Dikkatli okuyucular bunu fark ettiler.
Paralel Cinayetler daha çok devletin vatandaşını kandırması, yönlendirmesi, kanalize etmesi üzerine kaleme alınmış bir roman. Vatandaşın verileni sorgulamamasıyla sürü güdüsünün çemberine girişini anlatıyor. Elbette okuyucu farklı değerlendirebilir ki edebiyat tam da budur bence.
Neden bunları yazdığım konusuna gelirsek, devletin haberi ve izni olmadan ne hizbi-kontralar sağa sola saldırabilir ne Festus Okey bir karakolda öldürülebilir ne de on iki yaşındaki bir çocuk terörist/çapulcu diye vurulabilir. Yani diyeceğim o ki birilerinin bunları reytingi, ticari kaygıyı düşünmeden yazması gerekiyor. Varoluş kaygılarımız, iç bunaltıcı psikolojik sorunlarımız kaynaklı edebiyat da bir yere kadar. Siyasi polisiye ne demek sorunuzu da kaşla göz arasında cevapladım sanırım.
Son romanınız Güvercin Tedirginliği geçtiğimiz aylarda Mahal Yayınları’nca yayınlandı. Komiser Ayhan yine “Devletin içinde, devletten ayrı, devletin olanaklarını gayrı resmi şekilde kullanarak suçlu suçsuz ayırt etmeden cezalandıran bir yapı”yla bağlantılı bir cinayeti soruşturuyor. Kitabın yazım ve yayımlanma sürecinden bahseder misiniz? Aldığınız tepkiler nasıl?
Yukarıda da değindiğim o devlet geleneği devam ediyor; bugün derin devlet deyimi pek kullanılmıyor ama yerini hepsinin atası olan adaletsizlik aldı. Adalet yok ama sarayı var. Bugün bu ülkede yaşadığımız hiper enflasyonun sebebinin adaletsizlik olduğunu söylesem çoğu kişi bana güler. Edebiyat bunu birbirine ilmekleyen şahane bir enstrüman. Devletin İtalya-Gladio ve Temizeller örneğindeki gibi bağırsaklarını temizlemesi gerekiyor. Devletin olanaklarını sonuna kadar kullanarak semiren iş insanlarına dur diyecek bir savcı neden yok? Edebiyatta da yok. Oysa polisiye için biçilmiş kaftan bu coğrafya. Bütün bunlara şahit oluyorken neden polisiye yazmayayım ki?
Güvercin Tedirginliği yeni bir yayınevi olan Mahal Edebiyat Yayınları tarafından sıfır ilişki ile yayımlandı. Bu sıfır ilişki aslında büyük yayınevlerindeki nepotizm çıkmazına bir göndermeydi. Yayınevlerinin bunun üzerine ciddi ciddi düşünmeleri gerekiyor. Mahal’e dönersek, sağ olsunlar, genç ve enerjik insanlar; roman birebir çalışmayla son şeklini aldı. Romana ismini veren bir gazetecinin tedirgin ruh hallerinin işlendiği bölümü son dakika beni nasıl ikna etti bilmiyorum -sarhoştum dermişim- editörümün çıkarması, şutlaması, taca atması boşluğuma geldi. Kim bilir belki başka dosyada da ben Mete Karagöl’e çalım atarım. Hatta dur şöyle sloganlaştıralım: Mete, bekle geliyorum!
Hangi yazarları sever, hangi kitapları tercih edersiniz? En sevdiğiniz yerli ve yabancı polisiyeler nelerdir? Son zamanlarda izlediğiniz polisiye dizi ve filmlerden okurlarımıza tavsiye etmek istedikleriniz var mı?
Çıkmaz sokağa geldik. Sorun şu ki okuduklarıma oranla polisiye okumuyorum desem yeridir. Doğru tabirle hiç dizi izlemiyorum, izlediğim filmlerin özellikle polisiye olmalarına da dikkat etmiyorum. Evet, biraz tezat bir durum.
Türk polisiye edebiyatının günümüzdeki ahvaliyle ilgili düşüncelerinizi alabilir miyim? Yerli polisiyenin geleceği parlak mı ve -varsa- sorunları, eksikleri nedir sizce?
Türkçe polisiyenin gidişatı bence çok iyi. Gün geçtikçe serpiliyor. Daha cesur olunabilir. Aynı sularda yüzmenin getirisi bıkkınlıktır. Çoğunlukla aynı tema etrafında dönmemizin bizi sınırın öteki tarafına taşımayacağı kanaatindeyim. Oysa sınırın dışından sadece göçmenler gelmiyor, çokça yazar eserleriyle geliyor. Biz neden sınırı geçemiyoruz? Sınırı geçmek bir ‘level’ değil elbette ama beynelmilel olmanın hiçbir zararı olmaz.
Polisiyenin tanımı, türleri, olmazsa olmazları, bir polisiyeyi iyi yapan unsurlar nelerdir? Polisiye yazmaya hevesli yeni yazarlara neler tavsiye edersiniz?
Sondan başlayayım, yazmayın! Evet, yazmayın kardeşim; edebiyat hayatınızın merkezinde değilse yazmayın. Nedir o merkez? Bir karakter, kurgu ya da cümle için uykusuz kalmıyor, bütün gün onunla dolaşmıyorsanız yazmayın; güdük kalıyor.
Polisiyeyi iyi kılan temel unsurlardan birkaçı bana göre şöyle:
Tesadüf olmayacak. Kurgu yanlışı olmayacak. Gerilimi sulandıracak sözcükler olmayacak.
Okuyucu yanıltmak sahtekârlıktır. Okur da yazar kadar bilgi sahibi olmalı.
Polisiyedeki tempo hayatla eşdeğer olmalı. Tempoyu merak duygusuyla desteklemeli, bir tür tramplen işlevindedir merak. Yoksa, verilmemişse bir üst aşamaya, geçmek lezzetsiz/yavan olur.
Dolguyu okuyucu anında anlar, yapmayın. Şişirecekseniz başka bir meslekle iştigal edin.
Romanın başında -Çehov’a atıfla- silah görünüyorsa o silah patlar, patlatın. Okuyucu bekler. Okuyucuya göre hareket etmeyin ama ilk bölümde görünen silahı nasıl patlatacağınız size kalmış. Kurşun ve barut olması gerekmiyor.
Listeyi uzatıp gevezelik yapmayayım.
Yakın gelecekte planlarınızı öğrenebilir miyim? Komiser Ayhan’ın maceraları devam edecek mi? Yeni kitap çalışmalarınız var mı?
Komiser Ayhan üç roman daha devam ediyor çünkü yazıldı. Sonrasını ben de bilmiyorum. İki yayınevinde, biri Komiser Ayhan serisinin devamı diğeri de cinai, suç, gerilim temalı kısa öykülerden oluşan bir dosya var. Olumlu cevap verip vermemeleri yayınevinin sorunu. Ben yazmama bakarım.
Dedektif Dergi okurları adına teşekkür ediyor, çalışmalarınızda başarılar diliyoruz.
İnceliğiniz ve alakanız için tekrar teşekkür ederim. Dostlukla…