Netflix dizilerinden Marcella bir İngiliz polisiyesi. Danimarka-İsveç ortak yapımı Bron/Broen dizisi yayınlandığı dönemde oldukça ses getirmiş, hatta bu nedenle ABD’de The Bridge ismiyle yeniden çekilmişti. İtiraf etmeliyim ki Marcella’yı da aynı senarist (Hans Rosenfeldt) yazdığı için izledim.
Başrolde Anna Friel isimli daha önce hiçbir film ya da dizide rastlamadığım ancak iyi bir oyunculuk sergileyen bir aktris var. İki çocuk annesi Marcella Backland 10 yıl önce ailevi nedenlerle polisliği bırakmıştır. Kocası tarafından aniden terk edilmesinin yarattığı sarsıntıyla boğuşurken yıllar önce üzerinde çalıştığı ve tam olarak sonuçlanmayan bir seri katil soruşturmasının yeniden başlaması üzerine tekrar polisliğe dönüp soruşturmaya katılır. Ancak geçmişinde yaşadığı bir travma nedeniyle özellikle stresli anlarda hafıza kaybı yaşamaktadır. Marcella bir taraftan kocasıyla arasını düzeltmeye çalışırken bir taraftan bu hafıza kayıplarının yarattığı zorluklara rağmen seri katili bulmaya çalışır.
Polisiye romanlarda olduğu gibi polisiye dizilerde de gerçekçiliğe verilen önem arttıkça senaristler dedektifleri gerçek hayattaki gibi sorunlar yaşayan sıradan insanlara benzetmeye çalışıyorlar. Bu nedenle nerdeyse her polisiyede öfke sorunları yaşayan, alkol bağımlısı, eşinden ayrılmış, çocuklarıyla arası bozuk arızalı karakterlerle karşılaşıyoruz. Aşırıya kaçılmadıkça şahsen bu durumdan hiç rahatsızlık duymuyorum. Sorunlu bir karakterin anlatıldığı Marcella dizisinde de bu denge iyi tutturulmuş ve daha çok erkek dedektiflerin hakim olduğu polisiye dünyasında gerçekçi, sağlam bir yeni kadın dedektif karakteri ortaya çıkmış.
Dizi şimdilik her biri sekizer bölümlük 2 sezondan oluşuyor. Her ne kadar böyle olsa da birinci sezondaki bazı meselelerin ikincide aydınlanması nedeniyle her iki sezonu da izlemeden diziden tam bir keyif almak mümkün değil. Kişisel olarak seri katil hikâyelerine çok sıcak bakmasam da özellikle polisiye dizilerde sezon boyunca heyecanı ve gerilimi diri tutmak için senaristler biraz da mecburen bu tür hikâyelere yöneliyorlar. Ne var ki bu durumda seri katilin motivasyonunun gerçekçi olması, en azından kendi içinde tutarlılık taşıması önem kazanıyor. Marcella’nın birinci sezonu bu açıdan beni çok tatmin etmedi. Sezon sonunda ortaya çıkan katilin kimliği bir hayli sürpriz olsa da cinayetleri işleme nedeni daha önce okuduğum bazı romanlarda (mesela Algan Sezgintüredi’nin bir romanında) da karşıma çıktığı için bana çok orijinal gelmedi. Ancak çocuk cinayetlerinin işlendiği ikinci sezondaki seri katilin hem çok zor akla gelecek birisi olması hem de cinayetleri işleme nedeni beni fazlasıyla tatmin etti. Bu açıdan ikinci sezonu daha çok sevdim. Bununla birlikte sezon sonunda aydınlanan Marcella’nın geçmişindeki travma sadece karakter açısından değil izleyiciler açısından da hazmı zor, sarsıcı bir gerçek. Bu yüzden karakter de geri dönüşü olmayan bir yola giriyor ve üçüncü sezonda dizi polis soruşturmasından çıkıp undercover (gizli polis) türüne doğru yelken açacak gibi duruyor.
Marcella dizisinin en dikkate değer taraflarından birisi (bu aynı zamanda herkese hitap etmemesine de neden olabilir) çok fazla sayıda yan karaktere sahip olması. Öyle ki bu kadar yan karakter bir romanda olsa okuyucu kimin kim olduğunu anlamakta bir hayli zorlanırdı. Neyse ki dizide bu kişileri görsel olarak hafızamıza alabildiğimiz için çok zorlanmıyoruz. Her karakterin ayrı bir hikâyesi var ve hepsi de katil olmaya aday. Son bölüme kadar hikâyeleri kesişip duran karakterlerin hangisinin katil olduğu çok başarılı bir şekilde gizlenmiş.
Sonuç olarak, bazı eksikleri olsa da Marcella dizisini akıl oyunları ya da bol aksiyon beklemeyen, daha çok karakter odaklı polisiyelerden hoşlananlara tavsiye ederim.