“Sevgili abim, kuzey polisiyeleri için ne diyorsun peki? Sosyal adaletini, gelir eşitliğini sağlamış, sosyal refah düzeyini ileri seviyelere çıkarmış mutlu insanlar ülkesi olan İskandinav ülkeleri, İsveç, Danimarka, Norveç, Finlandiya’daki polisiye edebiyatın bu kadar ileri gitmesini, bu kadar çok satmasını neye bağlıyorsun peki?”
Sanıyorsunuz ki sosyalist abimi bu sorumla şapa oturttum. Ama onun bu soruya da verecek mantıklı bir yanıtı vardı. Neşeli bir kahkaha patlattı.
“Canım kardeşim bu ülkeler akıllı, zeki insanların ülkesi aynı zamanda. Onlar da bir zamanlar barbardılar. Vikinglerin torunları bunlar unutmamak gerekir. Moğollar, Romalılar, Osmanlılar gibi onlar da dünyayı kana buladılar. Ama barbarlık düzeyinden dünyanın en gelişmiş, en uygar ülkeleri arasında yerlerini aldılar. Akıllarını kullanarak gelişime ayak uydurdular. Bulundukları coğrafya, iklim koşulları nedeniyle daha çok proteine ihtiyaç duyuyorlar. Protein tüketmeleri hiç kuşkusuz o insanları daha zeki, daha akıllı ve de daha çalışkan yapıyor. Dünya markalarını yaratacak kadar akıllılar. Tabii ki adamların refah düzeylerini koruyabilmeleri için paraya ihtiyaçları var. Dünyanın önde giden markalarını Nokia, Volvo, İkea, Lego, Maersk, Vestas, Novo Nordisk, Ganni, Scania, Oriflame, Electrolux, H&M, Telenor vs. bu ülkeler üretiyor.
Bak bizim bir dünya markamız yokken adamların onlarca dünya markaları var. Yüzölçümlerini toplasan bizim ülke kadar etmezler. Böyle çalışkan, akıllı ve zeki insanların yaşadığı ülkeler, sosyal adaleti sağlamışlar en azından. Yani mutlu insanlar ülkesi. Şimdi bu markalara bir de kültürel markalar ekliyorlar. Vikingler ve İskandinav efsanelerini konu alan tarihi diziler, polisiye filmler ve polisiye edebiyatta önemli başarılar elde ediyorlar. Mademki sen beni bu konunun içine çekmeye çalışıyorsun, peki o zaman…”
Abim açıldıkça açılıyordu. Birden polisiye edebiyat üzerine uzman kesilmişti sanki. Ağzım açık dinliyordum sadece. Benim şaşkın şaşkın baktığımı görünce de, “Kardeşim bir zamanlar İskandinav ülkelerinin başarılarını incelemiştim. Hatta bu konuda İskandinav mucizeleri üzerine bir makalem de yayınlanmıştı. Oradan biliyorum. Şaşılacak bir şey yok,” demişti.
Abim rakısından bir yudum aldı, bir iki mezeyi de ağzına tıkıştırdıktan sonra devam etti.
“İskandinav polisiyeleri, dünyada en çok okunan polisiyeler olmanın yanı sıra, bir başka boyutuyla da edebiyat dünyasını şaşırtıyor. İskandinav ülkeleri, nasıl oluyor da dünyada suç oranı en düşük ülkeler arasında yer alırken, bu ülkenin yazarları suç edebiyatı üzerine dünyada en çok satan eserler verebiliyorlar? Katilleri, acımasız vahşi cinayetleri, birbirinden farklı kanlı örgütleri, kıta Avrupası ve ötesinde farklı beğeni ve zevkleri olan edebiyat okurunun ilgisini çekebilecek şekilde, edebiyatlarına nasıl yansıtabiliyorlar? Sorular bunlar öyle değil mi?”
“Evet abi.”
“Bu ironik durum faili bulunamayan Olaf Palme cinayeti, 2003 yılında öldürülen Dışişleri Bakanı Anna Lindh’le trajedinin tekrarlanması, İkinci Dünya Savaşı sırasında Almanlar tarafından işgal edilene kadar Norveç ve İsveç’in tarafsız kalmayı seçmelerine rağmen toplumlarının gizliden Nazi Almanyasına hayranlık duymaları ve hiçbir şeyin göründüğü gibi olmadığı gerçeğiyle yüzleşmeleri şeklinde açıklansa da, bence bunun basit bir nedeni var. O basit nedenden önce şunu da söylemeliyim ki geçmişlerinde barbarlık var. Şiddete, kana, öldürmeye genetik bir yatkınlık da olabilir. Bu yatkınlıklarını, hayallerinde yarattıkları cinayetlerle, şiddetle bir ölçüde gidermeye çalışıyor da olabilirler. Tabii bu benim abartılı bir çıkarımım da olabilir. Çünkü dünya bir dönem hatta yakın zamana kadar şiddet doluydu. Yine de şiddet var ama geçmişe oranla bir hayli az tabii ki. Neyse gelelim basit nedene. Kişi başına düşen milli gelirle dünyanın en zengin ülkeleri arasında yer alan İskandinav ülkelerinin, özellikle polisiye edebiyat alanında kendi yazarlarını ve kitaplarını, hatta filmlerini dünyaya pazarlama konusunda hiçbir masraftan kaçınmamaları. Yani bir anlamda pazarlama ve imaj tekniklerini son derece iyi kullanmaları da diyebiliriz. Üstelik bunu arkalarına ulusal güçleri alarak yapıyorlar. Diğer ülkelerdeki elçilikleri, konsoloslukları aracılığıyla polisiye edebiyat etkinlikleri düzenleyerek yazarlarını ve kitaplarını o ülkenin okurları, yayımcıları, yazarları ve eleştirmenlerine tanıtıyorlar. Tabii artık günümüzde bunu yapma gereği bile duymuyorlar, çünkü markalaşmışlar artık. Bunun nasıl geri dönüşü oluyor sence?”
Abim beni sınıyordu. Rakımdan iri bir yudum aldım ve ben de analizimi yapmaya başladım. Abim pası bana, biraz ara verip mezeleri yemek için atmıştı ya neyse.
“Benzer faaliyetlerin zaman içinde bu edebiyatın ve yazarların diğer ülkelerde tanınmasında ve pazarlanabilmelerinde önemli bir geri dönüşü oluyor. Bunu sadece edebiyatın, yazarların ve yayınevlerinin kazanımı olarak değerlendirmemek gerekiyor; böylece turizmcisinden esnafına, sanatçısından film sektörüne ve büyük sermayedarına kadar herkes kazanıyor.”
Abim tıkınmaya devam ediyordu. “Peki İskandinav polisiyesinin dünyayı etkilemesinde sadece bunun payı var diyebilir miyiz?”
“Elbette diyemeyiz abi,” dedim ve devam ettim. Ben de açılmıştım bir kere.
“İskandinav suç edebiyatının bu denli popüler hale gelmesinde en önemli etkenlerden biri de suç oranı en düşük ülkeler arasında yer almalarına rağmen okurun ilgisini sürekli üzerinde tutan suç romanları yazabilme paradoksunda yatıyor olamaz mı? Suç işlenmeyen ülkelerde nasıl oluyor da suç romanları yazılabiliyor? Yazarları ilhamı nereden alıyorlar? Bu soruları cevaplandıramamanın çekiciliğini bir sav olarak ortaya atıyorum. Bu ironi kafaları kurcalıyor ve İskandinav yazarlara ilginin daha da artmasına neden oluyor. Zaten onlar da bu ironiyi destekler açıklamalarda bulunarak, ilginin her daim sıcak kalmasını sağlamayı başarıyorlar.”
Abim burada araya girerek, “Çok doğru bir noktaya parmak bastın aziz kardeşim!” dedi ve sözü benden aldı. “Aziz” olmuştum artık.
“İşte sözümün başında da belirtmiştim. Ülkelerin coğrafik yapısı, güç doğa şartları ile mevsimler arasında yaşanan dramatik değişiklikler, ormanlık bölgeler, ıssız yabani ortamlar, donmuş göller, hırçın dalgalı deniz kenarları, karlı puslu havalar, güneşin kaybolmadığı uzun parlak yaz geceleri ile ışığının hiç görülmediği karanlık kış geceleri tüm bunlar polisiye öyküler için müthiş bir doku oluşturuyor. Bu şiirsel atmosfer aynı zamanda her an gelebilecek bir tehlikeye karşı da bir korku ortamı yaratabiliyor. Ve hipnotize edici melankolik etkili, korkuyu tetikleyen bu coğrafyalar, kuzeyin zengin mitolojik öyküleri, efsane ve masallarının etkisiyle de birleşince, hiç kuşku yok ki, hayal gücünü harekete geçirerek hepimizin keyifle okuduğu yazarların ve kitapların ortaya çıkmasına neden oluyor.
Bu coğrafyanın etkisini dedektif Kurt Wallander tiplemesini yaratan biraz önce sözünü ettiğimiz ünlü yazar Henning Mankell’in kitaplarını okurken çok hissetmiştim. Ayrıca yine ünlü yazar Stieg Larsson’ın Millennium serisinde de…
Kuzey ülkelerinin polisiyesinin dünyada tutulması, İskandinav yazarları daha da kamçılayarak müthiş bir rekabeti de beraberinde getiriyor diyebiliriz. Bu rekabet çığ etkisi yaratarak iyi yazarların ve iyi kitapların ortaya çıkmasına yol açıyor. Tabii kuzey rüzgarı, sadece kitapla kalmıyor, ekranlara drama, belgesel olarak taşınarak servetlerine servet katmalarına da neden oluyor. Böylece bir sanat, zengin bir maden yatağına dönüşüyor.”
Abime biraz da yerli polisiyeler ve Türkiye’deki polisiye edebiyat üzerine konuşmamızı önermiştim ama o, “Kardeşim bunu da bir dahaki sohbetimizde ele alırız, şimdi kıssadan hisse şu…” dedi ve rakısını kadehinin yarısına kadar içti. Rakı kadehte yarılanmıştı. Bu sohbetin sonuna gelindiğinin bir işaretiydi.
“Suç bir tez ise bunun antitezi, suçu ortadan kaldırmak için var olan kolluk kuvvetleri ve hukuktur. Ama sentezi ne dersen, suçu ortadan kaldıracak etkenleri ortadan kaldırırsak ne fazla kolluk kuvvetine de ne de gereğinden fazla hukuka gereksinim duyarız. Peki sonuç olarak neymiş kuzey ülkelerinin polisiyeye olan tutkusu?”
“Neymiş abi?”
“Tabii ki ekonomikmiş. İskandinav polisiye edebiyatı, neredeyse bu ülkelerin önemli ihracat ürünlerinden birini oluşturuyor. Yani bu başarının altında ekonomik sebepler yatıyormuş. Ekonomi her zaman üst yapıyı belirler, bunu aklından asla çıkarma! Biz ekonomik yapıyı adaletli bir biçimde oluşturamazsak suç ve suçlu kavramlarını daha çok okur, polisiye roman okumalarının sonunu getiremeyiz. Böylece her yerden bir dedektif fırlar. Eee, her kişinin başına bir dedektif dikemeyeceğimize göre…”
Kahkahasını yine patlattı abim. “Adrenaline ihtiyaç duyuyorsan doğa sporları yap, gerçek bilime yönel, matematik problemleri çöz. Enerjimizi suçluları yakalamaya değil, dünyamızı güzelleştirmeye, barışı ve adaleti sağlamak için bu dünya nimetlerinden herkesin faydalanmasını sağlayacak çözümler üretmeye yöneltmeliyiz aziz kardeşim!”
Abim, kadehindeki rakının yarısını ağzına dikti. “Hadi artık kalkalım,” deyip kadehini masaya vurmuştu abim. Bu hareket gecede sözün bittiği yerdi.