Casus edebiyatının önemli yazarlarının yapıtları sık sık sinemaya ve televizyona uyarlanır. Bunlar içinde elbette Ian Fleming ve karakteri James Bond ayrı tutulmalıdır. Fleming’in yazdığı romanların ve hikayelerin tamamı, bazıları birkaç kere sinemaya uyarlanmıştır. Bond bir film karakteri olarak o kadar sevilmiş ve beyaz perdede o kadar büyük bir başarı kazanmıştır ki Fleming’in toplam 11 roman ve iki hikaye yazmasına karşın ölümünden sonra da seri devam etmiş, ve bug
ne kadar 27 Bond filmi çekilmiştir. Fleming yanında daha mütevazı boyutlarda olsa da Graham Green, Len Deighton, Frederick Forsyth, son dönemde de Tom Clancy ve Robert Ludlum da sinemacıların gözde casus romanı yazarları arasında yer alırlar.

Casus edebiyatının en büyük ismi olarak kabul edebileceğimiz John Le Carre’in de sinema tarafından dikkate alınmaması olanaklı değildir elbette. Altmış yıllık edebi yaşamında yazdığı 25 romanın 11 tanesi beyaz perdeye uyarlanmıştır ki bu da onu Fleming ve Forsyth ile birlikte sinemaya en fazla uyarlanan casus romanı yazarlarından biri haline getirir.
Kronolojik sırayla ustanın romanlarından beyaz perdeye uyarlamış filmler şu şekildedir:
The Spy who came in from the cold (1965)
The Deadly Affair (1967)
The Looking Glass War (1970)
The Little Drummer Girl (1984)
The Russia House (1990)
A Murder of Quality (1991) (sinema değil televizyon filmi)
Tailor of Panama (2001)
The Constant Gardener (2005)
Tinker, Tailor, Soldier, Spy (2011)
A Most Wanted Man (2014)
Our Kind of Traitor (2016)
Film uyarlamalarının yanında romanlarının bazıları da televizyon için mini dizi olarak uyarlanmıştır:
Tinker, Tailor, Soldier Spy (1979)
Smiley’s People (1982)
A Perfect Spy (1987)
The Night Manager (2016)
The Little Drummer Girl (2018)
Bu filmler içinde, romanlarının edebiyatta yaptığının aksine The Spy Who Came in From the Cold dışında sinema dünyasında büyük izler bırakmış bir başyapıt olduğunu söylemek mümkün değildir. Bu filmlerin bazıları diğerlerine göre seyirci ve eleştirmen katında daha fazla ilgi görmüş ve beğenilmiştir. Bu başarı, uyarlamaları yapan yönetmenlerin ve oyuncuların olduğu kadar ve belki de daha da çok Le Carre’ın sadık okuyucularının merakından; romanlarının kurgu ve gerilim dolu konularından kaynaklanmaktadır. Öte yandan ağır tempo, karışık olay örgüsü ve özdeşleşmesi imkansız çok boyutlu karakterler bu filmleri ortalama bir sinema seyircisi için ‘sıkıcı’ veya ‘entelektüel’ film kategorisine sokma riski taşırlar. Örneğin Russian House’u başrolde Sean Connery oynuyor diye izleyen biri bana filmin bir türlü akmadığını, çok sıkıcı ve temposuz olduğunu söylemişti. Oysa ki film bu yazıda seçtiğim beş başarılı sinema uyarlamasından biridir. Dolayısıyla bir Le Carre uyarlamasına yönelik görüşlerin şekillenmesinde, filmden bağımsız olarak yazarı daha önce okumak veya okumamak dikkate alınması gereken etkenlerden biri.
Yazıya devam etmeden önce bu yazı ile ilgili olarak bir konuya da açıklama getirmek istiyorum: Televizyon uyarlamalarını farklı bir kategori oldukları için bu yazıya dahil etmedim. Öte yandan şunu da belirtmekte fayda var; Le Carre romanlarının dizi uyarlamaları filmlerden daha fazla ilgi görmüş ve izleyici tarafından daha çok beğenilmiştir. Örneğin 1984 tarihli, başrolünde Diana Keaton gibi çok önemli bir oyuncunun yer aldığı film uyarlaması olumlu eleştirilen almayan The Little Drummer Girl, 2018’de altı bölümlük bir mini seri olarak yeniden bu kez televizyona uyarlandığında gerek seyirci gerekse eleştirmen düzeyinde dikkate değer bir ilgi görmüş ve beğenilmiştir. Keza Le Carre’nin soğuk savaş sonrası ilk romanı olan The Night Manager uyarlaması mini seri bir çok ödüle aday gösterilmiş, farklı kategorilerde Emmy ve Bafta ödülleri kazanmıştır. 1979 tarihli Tinker, Tailor, Soldier, Spy ise televizyonun tarihinin en önemli serilerinden biridir ve televizyon draması alanında önemli bir dönüm noktası olarak kabul edilmektedir. Le Carre de 2011’de romanın Tomas Alfredson tarafından yönetilen sinemaya uyarlaması gösterime çıktığında konu ile ilgili yaptığı bir yorumda şu ana kadar kendi romanlarının en iyi uyarlanması olarak John Irvin’in 1979 tarihli serisini göstermiş ve Smiley’de, Guiness’in muhteşem olduğunu söylemiştir. Görsel açıdan özellikle de günümüzün genç seyircisine sıradan ve sıkıcı gelebilecek olan dizi, oyunculuk, yarattığı atmosfer ve Le Carre’nin çok karakterli ve katmanlı hikayesini seyirciye çok başarılı bir şekilde aktarmasıyla televizyon tarihine geçer.
Le Carre romanlarının mini seri olarak (tüm uyarlamalar 6 bölüm olarak çekilmiştir) televizyon uyarlamalarının sinema uyarlamalarından daha fazla beğenilmesinin ilk nedeni yoğun ve uzun yapıtların bir sinema filmine sıkıştırılmasının zorluğudur. Bir mini seri ile yaklaşık altı saatlik bir sürede bir romanı uyarlamak mümkünken bir sinema filminde 120-150 dakika arasında bir sürede romanı anlatmak gerekmektedir. İkinci neden ise sinema ve televizyon arasındaki üslup ve anlatım dili farklarıdır. Sinema ve televizyon seyircisinin beklentileri arasında önemli farklar bulunabilir ve televizyon yapımcıları da bu farkları dikkate alırlar. Sinemada daha stilize ve bağımsız bir uyarlama olanağı mümkünken televizyonda daha geleneksel olma eğilimi söz konusudur. Dizilerin daha çok beğenilmesinde başta Smiley’i canlandıran efsanevi aktör Sir Alec Guiness olmak üzere hemen hemen tamamı İngiliz tiyatro ve sinema geleneğinden gelen büyük oyuncularının katkısı da göz ardı edilmemelidir.
Le Carre uyarlaması filmler ile ilgili detaylara geçmeden genel olarak romanların veya diğer edebi türlerin film uyarlamaları ile ilgili de birkaç noktanın altını çizmekte yarar var. Bir filmin, her ne kadar pek çokları için zor hatta imkansız bile olsa, uyarlandığı yapıt ile kıyaslanması hem sinema sanatına hem de başta yönetmen olmak üzere filme emek verenlere bir haksızlık olarak değerlendirebilir. Öncelikle sinema uyarlaması, o romanı veya edebi yapıtın yönetmen tarafından yorumlanmasıdır. Bir romanı kaç kişi okursa o kadar da yorum olduğunu kabul edersek bir uyarlama ile karşılaştığımızda öncelikle onun filmin yönetmeninin, başka bir deyişle bizden başka bir okurun bir yorumu olduğu gerçeğini de kabul etmemiz gerekir. Uyarlamaları değerlendirirken dikkate alınması gereken bir diğer önemli konu da sinemaya has teknik özellikle ve anlatım olanaklarıdır. Bir uyarlama film veya dizi ile karşılaştığımızda okuyucu kimliğimizden sıyrılıp seyirci kimliğine bürünmemiz ve filmi sinematografik bir dil kullanan, bu bağlamda edebiyatın neredeyse sınırsız olan anlatı ve detayları aktarma olanaklarına sahip olamayan bir sanat yapıtı olarak değerlendirmemiz gerekir. Öte yandan sinema belki edebiyatın geniş ve zaman-mekan sınırı olmadan anlatma olanağından yoksundur ama görselleştirme ve daha doğrudan anlatma gibi farklı olanaklara sahip farklı bir iletişim ve sanat aracıdır; bu bağlamda da kendine özgür erdemleri ve üstünlükleri vardır. Uyarlama tekniği açısından değerlendirildiğinde Le Carre romanlarının özellikle karakterlerin portrelerinin detaylı anlatımı, zaman içinde sık sık geri dönüşler ve neredeyse hiç aksiyon içermeyen çok katmanlı olay örgüsü dolayısıyla sinema için zorluklar içerdiği söylenebilir. Dolayısıyla Le Carre romanlarını sinemaya uyarlayan yönetmenleri sırf bu cesaretleri için bile kutlamak gerekir.
Gelelim listeye: Öncelikle benim hazırladığım bir liste, dolayısıyla tamamen öznel tecrübe ve beğenime dayanıyor. Dört filmi seçerken hiç zorlanmadım ama beşinci film için 1967 tarihli The Deadly Affair ile 2014 tarihli A Most Wanted Man arasında kaldım. Hem yakın tarihli olması hem de günümüzün de önemli konularından-sorunlarından biri olan İslamcı teröre eğilmesi yanında günümüz sinema seyircisine daha yakın gelecek sinematografisi dolayısıyla A Most Wanted Man’i tercih ettim. Merak edenler varsa kesinlikle The Deadly Affair filmini de seyretsinler. Oyunculuğa, atmosfere ve senaryoya dayalı eski tarz gerilimlerin iyi bir örneğini ve Le Carre edebiyatının sinemaya ilk uyarlamalarından birini görmüş olurlar.
Le Carre Romanlarından Uyarlanan En İyi 5 Film
5. A Most Wanted Man (2014)

Le Carre son romanlarından biri olan bu yapıtında, gözde ülkesi Almanya ve şehri Hamburg’a dönüş yapar. Almanya’nın ve Hamburg’un Le Carre’in yaşamında çok özel bir yeri vardır. Le Carre bu romanı ile ilgili yaptığı röportajda Almanya ve Alman Kültürü’ne olan takıntılı düzeydeki sevgi ve ilgisinin çok küçük yaşlarda başladığını ifade eder. Nitekim Bonn Üniversitesi ve Oxford Üniversitesi’nde Alman Dili ve Edebiyatı okuyan Le Carre gizili servis görevine de Bonn’da başlar. Romanları ile başarı kazanıp kimliği açığa çıkınca gizli servis görevinden Hamburg’a konsolos olarak atanır. Kısa bir süre sonra da kamu görevinden tamamen ayrılmak zorunda kalır ve kendini tamamen yazarlığa verir.
Le Carre çok sevdiği ama istediği kadar kalamadığı bu şehir hakkında hep yazmak istediğini, bunun onun için kapanmamış bir hesap olduğunu ve bu roman ile de bu hesabı kapattığını söyler. Okuyanlar veya dizi uyarlamasını seyredenler hatırlayacaklardır, Smiley’s People’da da Hamburg’un küçük ama özel bir yeri vardır; Smiley araştırma yapmak için kısa bir süreliğine Hamburg’a gelir ama roman ağırlıkla Londra ve Bern şehirlerinde geçer. A Most Wanted Man ise tamamen bir Hamburg hikayesidir. Şehrin Le Carre için şahsi öneminin ötesinde, romanın konusu ile ilgili de bir ilişkisi söz konusudur. Bir liman şehri olarak Hamburg siyasi mültecilerin ve sığınmacıların Almanya içindeki önemli duraklarından biridir.
Bol karakterli ve iç içe geçen olaylarla örülmüş hikayeyle; kişisel geçmişlerin politik konjonktür ile çakıştığı zamansal kaymalarıyla; idealizm ile politik ve yaşamsal gerçeklikler arasında sıkışan kahramanlarıyla tipik bir Le Carre romanıdır. A Most Wanted Man. Bu ek olarak İslami terör ve Avrupa’da mülteci sorunu gibi son dönemin önemli konularına odaklanması açısından da ayrı bir ilgiyi hakkeder.
Romanın/filmin konusu kısaca şöyledir: Çeçen bir politik mülteci olan Issa Karpov illegal olarak Hamburg’a gelir. O sıralarda şehirdeki İslamcı terör gruplarını ve onların küresel bağlantılarını araştıran Alman Gizli Servisi (BND) Karpov’un varlığından haberdar olur ve Çeçen terör grupları ile bağlantısı olup olmadığını soruşturmaya başlar. Karpov’u mercek altına alan BND ekibi aynı anda Hamburg merkezli yardım amaçlı bir vakıf yöneten ve Almanya’daki Müslüman Cemaatin önde gelen kanat önderlerden biri olan Dr. Abdullah’ın da olduğundan şüphenilen El-Kaide bağlantısını araştırmaktadır. Soruşturmanın başındaki deneyimli BND Ajanı Günther Bachmann geçmişte yürüttüğü ve büyük bir başarısızlığa uğrayan bir operasyon yüzünden gerek üstleri gerekse de CIA tarafından güvenilmez olarak değerlendirilmektedir. Karpov kaçak yaşamına devam ederken bir insan hakları aktivisti olan ve göçmenler ile çalışan avukat Annabel Richter ile temasa geçer. Richter de onun zengin bir bankacı olan ve yıllar önce babası, Rus mafyasının bir üyesi olan Karpov’un babasına para aklama konusunda iyilikte bulunmuş Tommy Brue ile iletişime geçmesini sağlar. Karpov babasından kalan parayı dürüst yollarla kazanılmadığı için istememektedir. Soruşturma sırasında Richter ve Brue’yi kendilerine yardım konusunda ikna eden Bachmann onlardan Karpov’u babasından kalan parayı Dr. Abdullah’ın vakfına aktarması konusunda yönlendirmelerini ister. Bu yolla parayı takip edebilecekler ve Dr. Abdullah’ın parayı El-Kaide’nin paravan şirketlerinden birine aktarıp aktarmadığını da öğrenebileceklerdir. Bachmann’ın bu planını üstleri ve CIA de kabul eder. Paranın aktarılacağı gün Bachmann Dr. Abdullah’ı bir taksici kılığında ofisinden alır ve onun için çalışması için ikna etmeye çalışır ancak BND üst yönetiminin de onaylamasıyla CIA bir operasyon düzenler ve CIA ajanları arabayı durdurup Dr. Abdullah’ı tutuklarlar.
Le Carre’in romanı yazmasından yaklaşık altı sene sonra gösterime çıkan filmin yönetmeni sinema kariyeri öncesinde çok tanınmış bir fotoğrafçı ve klip yönetmeni olan Hollandalı Anton Corbjin. Depeche Mode (Enjoy the Silence), U2 (One) ve Coldplay (Viva la Vida) gibi grupların müzik videolarının yönetmeni olarak tanınan Corbjin sinemaya başrolünde George Clooney’nin olduğu gerilim-aksiyon The American ile adım atmış. Genel olarak ortalamanın üzerinde eleştirilen alan ve iyi sayılabilecek bir gişe başarısı sağlayan film (ki ben de filmi çok severim) sonrasında Corbjin ikinci kez A Most Wanted Man için yönetmen koltuğuna oturmuş.
Genel olarak başarılı bulunan film özellikle Corbjin’in fotoğraf geçmişinden gelen stilize üslubunu yansıtan bir şekilde pitoresk görselliği ile ön plana çıkıyor. Geceleri sarı-sıcak tonların gündüzleri ise soğuk-gri tonların hakim olduğu film görsel açıdan seyirci üzerinde dikkat çekici bir etki bırakıyor. Filmin başrolünde Bachmann’ı canlandıran Philip Seymour Hoffman müthiş oyunculuğuyla filmin beğenilmesindeki en önemli etkenlerden biri. A Most Wanted Man aynı zamanda çok erken bir denebilecek 46 yaşında yaşama veda eden Hoffman’ın da son filmi. Hoffman filmin gösterime girmeden yaklaşık beş ay önce hayatını kaybetmişti. Hoffman dışında özellikle yardımcısı rolünde son dönemin önemli Alman oyuncularından Nina Hoss da çok iyi bir oyunculuk çıkarıyor. Bu ikiliye Willem Dafoe, Robin Wright gibi iki büyük oyuncu ile Rachel McAdams ve son dönemin yine ön plana çıkan Alman aktörlerinden Daniel Brühl de sağlam bir destek veriyorlar. Karpov rolünde ilk batılı bir filmde oynayan Rus Grigoriy Dobrygin de rolünün altından kalkmayı başarıyor.
4. The Russia House (1990)

Sinematografik öneminden ziyade politik ve tarihi öneminin daha ön planda olduğu bir film The Russia House. Film, Le Carre’in yıllarca yasak olduğu; çevirilerinin yeraltında ve karaborsada dağıtıldığı Sovyetler Birliği’nde yayınlanmış ve Rusça’ya çevrilmiş ilk kitabının uyarlaması olma özelliğini taşıyor. Buna ek olarak filmin önemli bir bölümünün de Rusya’da çekilmesi filmin tarihsel ve sembolik önemini de arttırıyor. Yapıt eski Sovyetler Birliği topraklarında çekilen ilk Batılı filmlerden biri. Bunlara ek olarak Le Carre’in soğuk savaşı dönemini kapatan roman olarak da nitelendirilebilecek The Russia House 1989’da, başka bir deyişle Berlin Duvarı’nın yıkıldığı sene yayınlanıyor. Film de bir sene sonra, Soğuk Savaş’ın resmi olarak sona ermesinin hemen sonrasında çekiliyor.
The Russia House Le Carre romanları arasında en beğenilenler arasında yer almaz. Öte tandan Karla Üçlemesi düzeyinde bir başyapıt olmasa da Le Carre edebiyatının tipik öğeleri olan derinlikli ve çok boyutlu karakterleri, diğer romanlarına göre basit-kolay anlaşılır bulunsa da çok katmanlı hikaye kurgusu ve özellikle kendine özgü bir Rusya tasviri ve insandan yana hümanist yaklaşımı ile ilgi çekici bir kitap olduğu da yadsınamaz. Casus edebiyatı üzerine Internet’teki en kapsamlı bilgi kaynağı olan Spylibrary romanı ‘çok iyi’ olarak tanımlıyor. Okuyucu düzeyinde de romanın çok ilgi gördüğünü ve yayınladıktan sonra en çok satanlar listesinde ilk sıraya kadar çıktığını hatırlatmakta yarar var.
İngiliz yayıncı olan Barley bir kitap etkinliği için Rusya’da bulunduğu sırada katıldığı yemekte Soğuk Savaş’ın sonu ve barış hakkında cesur bir konuşma yapar. Bu seyahat ve konuşmadan aylar sonra Katya isimli bir Rus kadından bir ses kaydı alır. Bu kayıtta Katya, Barley’den arkadaşı Yakov’un kaleme aldığı Sovyetler’in nükleer kapasitesi ve atom sırları ile ilgili bir el yazmasını yayınlamasını ister. Açıklamasında Yakov’un da bir gün demokrasinin geleceğine inandığı ülkesine böylelikle bir hizmet etmek istediğini söyler. El yazması Barley’e ulaşmadan önce İngiliz Gizli Servisi MI-6’in eline geçer ve teşkilatın Rusya ile ilgili bölümü (ki romana adını da veren Rus Evi lakabı ile anılır) konuyla ilgilenir; Barley’i Yakov ile temasa geçip bilgileri doğrulatmaya ikna ederler. Yakov bir biçimde hastalanır ve Katya’ya tehlikede olduğunu söyler. Bu arada Barley ile Katya arasında bir aşk ilişkisini de başlamaktadır. Barley MI-6 ve CIA’yı Yakov’un el yazmasının bir KGB yemi olduğuna inandırır ama arka planda Katya ve ailesini Rusya’dan çıkartma karşılığında KGB ile el yazmasını onlara verme konusunda bir pazarlık yapmıştır. Roman sadece devletlerin ve gizli servislerin aldatma kabiliyetine sahip olmadığını, insanların yaşamlarının , duygularının özellikle de gizli servis bürokratlarının başkalarının yaşamları pahasına casusluk oyunu oynamasından daha önemli olduğu mesajını vermektedir.
Film uyarlamasını Hollywood’un tanınmış yönetmenlerinden Fred Schepisi yönetmiş. Başrollerde ise iki büyük oyuncu, Barley rolünde Sean Connery, Katya rolünde ise Michel Pfeiffer yer alıyor. Roy Scheider, James Fox, John Mahoney, Klaus Maria Brandauer, J.T Walsh ve Martin Clunes gibi çok önemli oyuncular da yardımcı rolleri üstleniyor. Nitekim böyle geniş ve usta bir kadro sayesinde de film oyunculuk açısından çok üst düzey bir seviyeye çıkıyor. Filmin oyunculuk açısından en ilginç ve belki de ironik durumu Sean Connery’in varlığı. Casus edebiyatının ve sinemasının en bilinen ismi Bond ile özdeşleşmiş, bu bakımdan belki de dünyanın en tanınan ve sevilen casusu Sean Connery’nin Bond ile tamamen zıt bir casusluk filminin başrolünde oynaması, yapıtı çok daha ilginç bir hale getiriyor. Michel Pfeiffer masum, ürkek, kırılgan ama cesur ve idealist Katya’da çok başarılı bir portre sergiliyor. Connery ve Pfeiffer arasındaki uyum ve elektrik de Barley ile Katya’nın romanda Le Carre’ın ustalıkla anlattığı sıcak ve duygusal yakınlaşmasını beyaz perdeye ikna edici bir şekilde yansıtmayı başarıyor. Filmin Rusya’da çekilmesi de ayrıca gerçekçi bir atmosfer oluşmasını sağlıyor.
Belki ağır sayılabilecek temposu ve Le Carre romanlarına göre görece kolay anlaşılır olsa da dikkat gerektiren katmanlı hikayesi ile normal seyircinin ilgisini çekmesi zor bir film olan The Russia House nitekim gişede 23 milyon dolar civarında bir hasılat yapmış. Öte yandan Hollywood standartlarında düşük bir bütçeye sahip olan (21,8 milyon dolar) filmin zarar etmemesi de bir başarı olarak kabul edilebilir. Keza Roger Ebert filme iki yıldız verirken film hakkında “seyretmesi sabır, içinde bir karakter olarak yer alması daha fazla sabır gerektiriyor” yorumunu yapıyor.
3. The Constant Gardener (2005)

Soğuk savaş sonrası Le Carre’e bundan sonra ne yapacağını sorduklarında verdiği cevabın edebi bir yansıması olarak da nitelendirilebilir The Constant Gardener. Le Carre için soğuk savaş döneminin demir perde ülkeleri insanları ezen, onlara işkence eden, özgürlükleri kısıtlayan uğursuz şeytani rejimlerdir ama batı da öyle iddia ettiği gibi saf ve temiz değildir. Nitekim soğuk savaş bitince Le Carre kalemini batının uğursuzluğuna, küresel kapitalizmin şeytaniliğine çevirmiştir ve The Constant Gardener belki de yeni dönem Le Carre romanları içinde bu yaklaşımını en açık ve sert biçimde gösteren romandır. Gerçek bir olaydan, Pfizer’ın Nijerya Kano’da bir salgın sırasında onaylanmamış bir ilacı test etmesi sonucu 11 çocuğun öldüğü iddiası ile yıllarca süren bir davadan esinlenerek yazılan roman politik boyutu yanında edebi açıdan da Le Carre’nin soğuk savaş sonrası döneminin en ilgi çekici ve başarılı yapıtlarından biri olarak kabul edilmektedir.
Filmin uyarlandığı romanın konusu özetle şöyle: Bir aktivist ve insan hakları savunucu olan Tessa ve Justin bir üniversitede konferans sırasında tanışırlar ve aralarında bir ilişki başlar. Bir İngiliz diplomat olan Justin, yeni atandığı görev yeri olan Kenya’ya gitmeden Tess ile evlenir ve çift Kenya’ya taşınır. Tess, evlilik öncesinde Justin ile birbirlerinin iş hayatına karışmayacaklarına dair yaptıkları antlaşmaya dayanarak kocasının pozisyonuna rağmen Kenya’da sağlık ve insan hakları alanında çalışmaya devam eder; İngiltere ile Kenya hükümetlerine doğrudan suçlamalar ve eleştiriler yöneltir. Bu çalışmalar içinde özellikle uluslararası bir ilaç firmasının, İngiliz hükümeti, Kenya otoriteleri ve onların Kenya’daki iş yaptığı taşeronların karıştığı bir ilaç testi skandalını araştırması çok ses getirir, konu Londra’ya kadar uzanır. Tess ve beraber çalıştığı bir Kenyalı doktor konu ile ilgili bir araştırma yapmak için gittikleri yerde ölü bulunurlar. Justin bu cinayetin Tess ve doktor arkadaşının araştırdığı konu ile ilgili olduğunu anlar ve olayı araştırmaya başlar. Araştırdıkça İngiliz ve Kenya hükümetlerinin de ilaç şirketleri ile birlikte doğrudan dahil olduğu bir komplo ile karşılaşır.
Le Carre’nın romanı koloni-sonrası dönemde de eski sömürge güçlerinin Afrika’da hâlâ etkin olduğu; kara kıtayı kâr ve güç için farklı şekillerde sömürmeye devam ettiklerini anlatır. Uluslararası kapitalizm ve onun araçları olan küresel firmalar ile yerel taşeronlarıyla iş tutan hükümetlerin nezdinde Afrika’nın kadınlarının ve çocuklarının hiçbir değeri yoktur. Her şey daha fazla kâr elde etmek içindir. Şayet öldürücü yan etkileri olan ilaç için yeni testler yapılmaya başlansa bu hem şirket için milyonlarca dolar araştırma bütçesi hem de kaybedilecek sürede rakip firmalardan biri ilacı geliştirip piyasaya sürerse ciddi bir pazar kaybı demektir. Bu kayıp karşısında Afrikalı çocukların ve kadınların yaşamının değeri nedir ki? Film, romanın bu vurgusunu ekran yansıtırken Justin rolünde Ralph Fiennes ve Tess rolünde Rachel Weisz başarılı birer performans sergiliyor. Onlara özellikle İngiliz Yüksek Komiseri rolünde Danny Houston ve İngiliz Dışişleri Bakanlığı Afrika Dairesi Başkanı rolünde Bill Nighy de başarıyla eşlik ediyor.
City of God filmiyle uluslarası başarı sağlayan Brezilyalı Fernando Meirelles seyirciye genel bir Afrika atmosferi sunarken yoksulluğu ve yoksunluğu görsel açıdan izleyicinin gözüne sokmadan vermeyi başarıyor. Özellikle Justin’e yaptığı yakın çekimler sayesinde de filmin dramatik boyutunu güçlendiriyor ve bu yakın çekimler sayesinde tanık olduğumuz Justin’in çaresizliği karşısında kendimize şu sormamızı sağlıyor: Tek bir adamın mücadelesi, kahramanlığı, fedakarlığı ve sonunda kendini feda edişi bu bozuk düzeni kurtarmaya yeter mi?
The Constant Gardener hem eleştirmen hem de seyirci düzeyinde başarılı bulunmuş bir film. Roger Ebert filmi 2005’in en iyi filmleri arasında gösteriyor. Film dünya çapında da 83 milyon doların üzerinde bir gişe yakalamış.
2. Tinker, Tailor, Soldier, Spy (2011)

Pek çok eleştirmen, Le Carre okuyucusu ve hatta yazarın kendisi tarafından şu ana kadar yapılmış en başarılı Le Carre uyarlaması olarak kabul edilen 1979 tarihli mini diziden sonra ustanın baş yapıtı İsveçli yönetmen Tomas Alfredson tarafından 2011 yılında beyaz perdeye uyarlandığında filmin ayrı mecralar için çekilmiş olsalar da John Irvin’in uyarlaması ile kıyaslanması kaçınılmazdı. Yine Le Carre tarafından Smiley için mükemmel bir seçim olarak tanımlanmış ve Smiley ile özdeşleşmiş Alec Guiness’in ardından Gary Oldman’ın performası ve karaktere getireceği yorumlar da çok tartışılacaktı kaçınılmaz olarak. Tüm bu tartışmaların sonucunda yönetmen Alfredson’un ve Oldman’ın başarılı bir iş çıkardıkları ve zor sayılabilecek bir işin altından başarıyla kalktıkları söylemek yanlış olmayacaktır. Film gösterime girdikten sonra ilk üç hafta en fazla gişe yapan İngiliz filmi olmuş; toplamda da 80 milyon Doların üzerinde bir gişe başarısı elde etmiştir. ’En İyi İngiliz Filmi’ dalında BAFTA kazanmış; ‘En İyi Uyarlama Senaryo’, ‘En İyi Film Müziği’ ve ‘En İyi Erkek Oyuncu’ dallarında Oscar’a aday olmuştur.
Le Carre’ın Soğuktan Gelen Casus ile birlikte en bilinen ve beğenilen romanı olan; yazılmış en büyük casusluk romanlarından biri olarak kabul edilen yapıtı ‘içimizde bir köstebek var, hadi onu bulalım’ hikayesi değildir. Yapıtın yüzeyde görünen konusu bu olsa da roman adeta MI-6’e ve onun üzerinden de Britanya İmparatorluğu’na bir ağıttır. 1950lerin başına gelindiğinde bilinen tarihsel, ekonomik ve politik anlamıyla Britanya İmparatorluğu dünyanın en güçlü ülkesi değildir ve küresel dünyadaki politik, ekonomik ve askeri etkisi ortadan kaybolmaya başlamıştır. Üzerinde güneş batmayan, 20.Yüzyıl’ın başında bilenen dünyanın %25’ini kontrol eden imparatorluk günleri eskilerde kalmıştır; ancak tarih kitaplarında, anılarda ve tahayyüllerde yaşayacaktır. MI-6 de diğer İngiliz kurumları gibi yeni dünyada yerini arayan Britanya’nın bu arayışının etkilerinden muzdariptir. Yeni dünya düzeninde konumunu arayan Britanya’nın bu süreçte yol gösterci olma rolünü belki de en ağır biçimde taşıması gereken kurumların başında gelen MI-6 de kendi yolunu kaybetmiştir. Philby ve Cambridge Beşlisi faciasından sonra toparlanamayan teşkilatın bu yeni dönemde eski gelenekleri ve yapısıyla varlığını sürdürmesi olanaksızdır. Le Carre’ın romanı tüm bu sürecin; büyük bir karşı casusluk hikayesi bağlamında sadece Teşkilat’ın değil tüm Britanya’nın da bu dönüşüm sancıları ile en sert biçimde yüzleşmek zorunda kalışının hikayesini anlatır. Bu dönüşüm tıpkı soğuk savaş gibi çok acımasız ve çok katmanlıdır.
Romanın 1979 tarihli dizi uyarlamasını seyredenler mükemmel oyunculuklar dışında atmosferin karanlığını, diziye hakim soluk kahverengi tonları hatırlayacaklardır. Dizide karamsar ve karanlık atmosfer güçlensin diye sahnelerin çekileceği mekanları belirlerken mümkün olan en çirkin ve rahatsız olanları seçmişlerdir adeta. 2011 tarihli film uyarlaması da benzer bir yoldan gidiyor ve tüm film kahverengi ve portakal tonların ağırlık olduğu bir görsellikle bu karamsar atmosferi vurguluyor. 70ler Londrası’nın ve kış mevsiminin sisli gri gökyüzü de bu bunalım hissini güçlendiriyor.
Film klişe tabirle bir yıldızlar ve büyük oyuncular geçidi. Smiley rolünde Gary Oldman’ın sürüklediği filmde John Hurt, Colin Firth, Mark String, Tom Hardy, Benedict Cumberbatch, Toby Jones, David Dencik, Stephen Graham ve Ciaran Hinds gibi İngiliz Sinemasının ve tiyatrosunun çok önemli oyuncuları da katılıyor ve filmin mini dizi uyarlanmasını aratmayacak bir oyunculuk gösterisi haline getiriyorlar.
1979 dizi uyarlanmasında savaş sonrası Ingiliz müziğinin bestecilerden Geoffrey Burgon’un müzikleri yapıtın başarısına önemli büyük katkıda bulunuyordu. 2011 tarihli filmde de daha çok Pedro Almodóvar filmlerine yaptığı müzikler ile tanınan günümüzün en önemli film müziği bestecilerinden İspanyol Alberto Iglesias’ın mükemmel müziği filmi güçlendiriyor. Özellikle filmin girişindeki ana tema seyirciyi filmin gerilimine çok iyi hazırlıyor.
1. The Spy who Came in From the Cold (1965)

Casus edebiyatı tarihine belki de sadece John Buchan’nın The 39 Steps ve Graham Greene’nin The Third Man romanları Le Carre’in bu yapıtı düzeyinde bir etki yapmışlardır. Kitap modern casus edebiyatını değiştiren ve onu yüksek edebiyat sınırları içine sokan romanlar arasında ilk sıralarda yer alır. Pek çok kişi için roman sadece Le Carre’in değil casus edebiyatının de en büyük başyapıtıdır. Yapıt, batı gizli servislerinin Demir Perde’deki muadillerinden ahlaki açıdan hiç de farklı olmadıklarını; komplo, aldatma ve yalan gibi yöntemleri kullanmaktan çekinmediklerini ortaya koyan bir politik manifesto olarak okunabileceği gibi aynı zamanda edebi, entelektüel, ahlaki ve politik derinliği olan bir edebiyat başyapıt olarak kabul edilmelidir. Le Carre romanında birinci elde deneyimlediği gizli servis karakterleri ve yöntemlerinin soğuk gerçekçiliğini konunun çekiciliği ve gerilimi ile birleştirmeyi başarmış; bunu da yüksek edebiyatın sanatsal ustalığı ile çok satan romanlara has sürükleyiciliğini bir araya getiren bir dil ile okuyucuya aktarmıştır. Nitekim bu çok boyutluluğu kitabın hem bir uluslararası en çok satan olmasını sağlamıştır hem de roman Time dergisi tarafından da ‘Tüm Zamanların En iyi 100 Romanı’ listesine alınmıştır.
Roman 1965 tarihinde politik ve toplumsal konularda, özellikle de batı toplumlarını eleştiren filmleri ile tanınan; kendisi de 1950lerde özellikle Amerikan televizyon, tiyatro, edebiyat ve film dünyasını derinden etkileyen McCarthycilik ve komünist avı süreçlerinden etkilenmiş ve yaklaşık beş yıl boyunca kara listede yer almış Amerikalı yönetmen Martin Ritt tarafından sinemaya uyarlanmıştır.
Film Le Carre uyarlamaları içinde her anlamda açık ara en başarılı olanıdır. Gişe başarısı, eleştirmenlerin olumlu eleştirileri yanında BAFTA ve David di Donatello ödüllerinde ödüller kazanmış; Richard Burton bu ödüllerinin yanı sıra filmdeki rolüyle en iyi erkek başrol oyuncusu dalında Oscar’a da aday gösterilmiştir. National Board of Review, filmi 1966 yılında çekilmiş en iyi 10 filmden biri olarak seçmiştir.
Sinema tarihinde çok az film onun giriş sahnesi kadar etkili ve açık bir şekilde soğuk savaşı görselleştirebilmiştir. Hatta hiçbir film soğuk savaş ile ilgili olarak o açılış sahnesinin yaptığı etkiyi yapamamıştır. Sol Kaplan’ın filmle özdeşleşen müziğinin etkisi filmle sınırlı kalmamış; casus filmleri için de bir sembol olmuştur ve denilebilir ki James Bond’un ana temasından sonra en bilinen casus filmi melodisidir.
Film Le Carre romanlarına özgü çok katmanlı ve karakterli olay ve komplo örgüsünü çok başarılı bir siyah-beyaz atmosfer ve muhteşem oyunculuklarla mükemmele yakın aktarmayı başarmıştır. Özellikle bazı seyirciler için fazla teatral gelebilecek mahkeme sahneleri, gerilimin ve dolayısıyla da oyunculuğun doruğa çıktığı anlar olarak sinema tarihine geçmiştir. Burton’un oyunculuk kariyerinin de doruk noktalarından biridir bu sahneler. Burton’a Hollywood’un Altın Dönemi’nin hayatta kalan son temsilcilerinden Claire Bloom ve kuşağının önemli oyuncularından Avusturyalı Oskar Werner de başarıyla eşlik etmişlerdir. Bir ilginç not da romanda ve filmde daha çok bir yan karakter olarak yer alan Geoge Smiley’yi canlandıran bir diğer önemli İngiliz aktör Robert Davies’dir. Davies asıl ününü BBC tarafından uyarlanan dizide polisiye tarihinin en büyük yazarlarından Simenon’un efsanevi kahramanı Komiser Maigret’si canlandırarak kazanmıştır.