Yeni Sayı Çıktı!

En son hikaye, röportaj ve yazıları şimdi tıklayıp ücretsiz okuyabilirsiniz!

Yeni Sayı Çıktı!

En son hikaye, röportaj ve yazıları şimdi tıklayıp ücretsiz okuyabilirsiniz!

SPONSOR

Diğer Yazılar

OZAN ILGIN 23: CENA{BET}

MAVİ PAYET

Reha Avkıran
Reha Avkıran
Reha Avkıran, GIRGIR dergisinde mizah öyküleri yazdı. Yine aynı dergide karikatürleri yayınlandı. Basın Yayın Yüksekokulu Gazetecilik ve Halkla İlişkiler Bölümü mezunu olan yazar, bir kamu kuruluşunda 25 yıl çalıştıktan sonra kendi deyimiyle özgürlüğüne kavuştu. Reha Avkıran 1962 doğumludur. Reha Avkıran'ın polisiye dergimizde yayınlanan eserlerini bu sayfada bulabilirsiniz.

“Onu bunu bilmem,” dedi Amirim merdivenleri çıkarken, “Asansörsüz binalarda işlenen cinayetlere daha fazla ceza verilmeli.” Bu gibi durumlarda söylediği olmazsa olmaz cümlenin gelmesini bekledim. Beni yanıltmadı. “Şu sigarayı bırakmanın da zamanı geldi artık.”

Dördüncü kattaki dairenin önünde biraz soluklanıp kendimize geldikten sonra galoşlarımızı takıp içeri girdik. Olay Yeri İnceleme’nin elemanları eşyaları parmak izi tozuna bulamış, çalışıyorlardı. Salonun ortasında, oturtuldukları sandalyelere bağlanmış, kanlar içinde genç bir kadın ve erkeğin cansız bedenleri vardı. İçeri girdiğimizi gören Oktay Komiser, “Şerefsiz herifler,” diyerek genç kadının cesedini işaret etti. “Şuna bakın. Nasıl kıyılır böyle bir güzelliğe!”

Amirim, “Bize iki ceset bulunduğunu söylemişlerdi,” dedi. ”Yanlış bilgi vermişler demek.” Oktay Komiser bedeni bıçak yaralarıyla delik deşik olmuş genç adama çevirdi yüzünü. “Ya, tabii ki delikanlıya da yazık… Ama kıza daha bir yazık… Yazıktır yahu, günahtır.”

“Cinayet saati belli mi?” diye sorarak Oktay Komiser’in sohbeti köpürtmesini önledi Amirim.

“Adli Tabip dün akşam on ile on iki arası olduğunu söyledi. Ha, bu arada Savcının da selamı var, sizi göremeyince biraz bozuldu.”

“Kanatlarımız yok ya,” dedi Amirim, “trafiğe takıldık. Nerde kendisi?”

“Başka bir cinayet ihbarı daha varmış, oraya gitti apar topar.”

Oktay Komiser’in uzattığı kimlik kartlarına baktı Amirim. “Dilara Teber, 18 yaşında… Berke Kayansel, 20 yaşında… Birlikte mi yaşıyorlarmış?”

“Yok, ev kızın adına kiralanmış. Berke de sanırım erkek arkadaşıymış. Apartman görevlisi haftanın birkaç günü kızı ziyarete geldiğini söyledi.”

Kimlik kartlarını delil torbasına geri koyan Amirim, “Aynı okulun öğrencileriymiş,” dedi. “İhbarı kim yapmış?”

“Apartman görevlisi. Dilara dün akşam, sabah için ekmekle sucuk sipariş etmiş. Adam da bu sabah kapının koluna asmış siparişleri. Öğleden sonra katı paspaslarken görmüş hâlâ alınmadığını. Geçen hafta apartmanda doğalgaz kaçağı tespit edildiği için endişelenmiş, yöneticiye haber vermiş. Adam telefon etmiş Dilara’ya, cevap alamayınca da 112’yi aramış.”

“Gençlerin aileleri?”

“Dilara’nın ailesi Afyon’daymış, Berke’ninkiler Ankara’da.”

“Bize vereceğin neler var?”

“Parmak izlerinin haricinde, iki ayrı kişiye ait çamurlu ayak izleri var… Bıçağı mutfaktan almışlar ama üzerinde parmak izi yok… Kapı desen zorlanmamış…”

 “Bir şey yok yani.”

“Şimdilik bu kadar. Küllükteki izmaritlerden başka birinin DNA’sı çıkar mı bakacağız. Ha, haberiniz olsun, biz geldiğimizde banyoda kilitli bir köpek vardı. HAYDİ[1]’yi arayıp teslim ettik hayvanı.”

“İyi etmişsiniz,” diyen Amirim canı sıkkın bir şekilde çevreye bakındı. “Evi bu kadar dağıttıklarına göre aradıkları bir şeyler varmış belli ki. Cep telefonları?”

“Yok, götürmüşler. Bilgisayarı da almışlar, yazıcısı masanın üstünde, kendisi yok.”

Televizyon ve müzik seti iyi markalardandı ve yeni alındıkları belliydi. Yatak odasındaki gardırop tıka basa giysi doluydu ve çoğu tanınmış markalarındı. Açık, kapalı, spor, topuklu bir sürü ayakkabıya bakan Amirim, “Öğrenci miymiş manken miymiş bu kız anlamadım,” dedi. “Ailesi epey varlıklı olmalı.”

Şifoniyerin üstü ve banyodaki dolap da çoğunun ne işe yaradığını bilmediğimiz makyaj malzemeleriyle doluydu.

Kapıdan kafasını uzatan Oktay Komiser, “Berke’nin arabasını yan sokakta bulmuş bizim çocuklar,” dedi, “sıkı bir aramadan geçirilmiş anlaşılan.”

Son model lüks aracın içi hallaç pamuğu gibi atılmıştı. Torpido gözünün içindekiler yere saçılmış, koltuklar bıçakla kesilmişti.”

“Her ne arıyorlarsa evde bulamamışlar demek ki,” dedi Amirim.

Olay Yeri İnceleme’nin çalışmaları sürerken, daire kapısının önünde bekletilen apartman görevlisiyle görüştük. Oktay Komiser’in verdiği bilgileri yineledi.

“Dilara’nın geleni gideni olur muydu?”

“Haftada birkaç gün Berk Bey gelirdi, bir kere de babası uğrardı.”

“Son zamanlarda dikkatini çeken bir şey oldu mu? Daireden gelen gürültü, Dilara’nın hallerinde bir gariplik filan?”

“Dilara Hanım sabah çıkar, akşam gelirdi. Öyle gürültücü biri değildi. Dün akşam çöpü toplarken sabah için sipariş verdi, bir gariplik yoktu hallerinde, gayet normaldi.”

“Peki son zamanlarda apartman çevresinde dikkatini çeken bir şeyler oldu mu? Etrafta dolaşan tanımadığın, bu çevrenin insanı olmayan birilerini gördün mü?”

Apartman görevlisi şöyle bir durdu, zihninin film makinesindeki görüntülerin geçmesini bekledikten sonra dudakların büktü. “Yok valla Amirim… Öyle şüpheli birilerini görmedim çevrede.” Bir an durakladıktan sonra, “Yalnız,” dedi, “bir ay kadar olmuştur herhalde… Bir şey olmuştu…”

Merakla devam etmesini bekledik.

“Günahlarını almak gibi olmasın da…”

“Merak etme, olmaz,” dedi Amirim. “Ne olmuştu bir ay kadar önce?”

“Dilara Hanımın arkadaşı, Berke Bey, karşı apartmandaki bekarlarla dövüşmüştü.”

“Neden dövüştüklerini biliyor musun peki?”

“Galiba bunlardan biri Dilara Hanımı rahatsız etmiş. Dilara Hanım da Berke Bey’e söylemiş. Berke Bey de gitmiş kapılarına dayanmış…”

“Sonra?”

“Apartmandakiler araya girdiler de bunlar birbirlerine zarar vermeden çektiler aldılar Berke Bey’i oradan.”

“Nerede oturuyor bu bekarlar?”

“Dördüncü kat, bu tarafa bakan daire.”

Gençler olayla ilgili bir bilgilerinin olmadığını, öldürülen kişileri tanımadıklarını söylediler.

“Nasıl tanımıyorsunuz!” dedi Amirim. “Kızı taciz ediyormuşsunuz!”

Adının Gökhan olduğunu ve bilgisayar programcılığı okuduğunu öğrendiğimiz turuncu saçlı, gözlüklü, çelimsiz olan, “Yok öyle bir şey memur bey,” dedi.

“Nasıl yok lan? Kızı taciz ettiğiniz yetmiyormuş gibi üstüne bir de sevgilisini dövmüşsünüz.”

Gökhan, kanepede yanında oturan, uzun siyah saçlı, uzun boylu, gözlüksüz Atakan’a baktı. “Gerçekten yok öyle bir şey Amirim,” dedi Atakan. “Kızı birkaç kere parkta köpeğini gezdirirken gördüm, yalan yok, hoşuma gitti, yanına gidip tanışmak istedim. Tersledi beni, ‘Okula bisikletle gidip gelen adamla işim olmaz,’ dedi, ben de bir daha yanına yanaşmadım. Sevgilisine olayı nasıl aktardıysa oğlan kapımıza dayandı. Biraz itiş kakış oldu aramızda. Hepsi bu kadar.”

Çelimsiz, narin yapılı çocuklardı. İkisi bir olsa yine de Berke’ye güçlerinin yeteceğini sanmıyordum.

“Dün gece Dilara’nın apartmanından çıkarken görmüşler sizi,” dedi Amirim çocukların gözlerinin içine bakarak.

“Mümkün değil,” diye atladı Atakan, “bütün gece evdeydik, ders çalışıyorduk.”

“Hiçbir yere çıkmadık,” dedi Gökhan da.

“Tanığınız yok yani,” dedi Amirim. “Bozacı için şıracının tanıklığını kabul etmiyor mahkemeler.”

“Karşı komşu var,” dedi Gökhan, “kargocu dün onu evde bulamayınca telefon etmiş, o da bize bırakmasını söylemiş. Gece yarısına doğru eve geldiğinde aldı bizden kargosunu.”

“Umarım doğru çıkar bu söylediğiniz,” dedi Amirim. “Yoksa…”

Gökhan gözlüklerinin arkasından korku dolu gözlerle bakıyordu. Atakan’ın yüzü de kireç gibi olmuştu. “Bu işte çok büyük bir yanlışlık var Komiserim,” dedi.

“Öyleyse eve şöyle bir göz atmamızda sakınca yoktur,” diyerek ayaklandı Amirim.

“Yok,” dedi Atakan, “istediğiniz gibi göz atabilirsiniz.”

Daire iki odalı, az eşyalı, tipik öğrenci eviydi. Ayakkabılıktaki ayakkabı ve botların tabanlarını kontrol ettik, kan izi yoktu. Kirli sepetine atılmış giysilerde de dikkatimizi çekecek bir şey çıkmadı.

Gökhan’ın odasındaki eşyalar, üzerinde dizüstü bilgisayar ve kitaplar olan bir masa, bir fermuarlı gardırop ve tek kişilik bir yataktan ibaretti.

Atakan’ın odasının da Gökhan’ınkinden farkı yoktu. Bilgisayarın yanı sıra bir fotoğraf makinesi ve çeşitli büyüklükte birkaç objektif vardı fazla olarak. Delikanlı, sinema televizyon bölümü öğrencisi olduğunu söyledi.

Karşı komşuları gençlerin söylediklerini doğruladı, gece on bir buçuk gibi eve gelmiş ve gençlerin geç saatlere kadar ders çalıştıklarını bildiğinden kapılarını çalmakta tereddüt etmemişti.

Merdivenlerden inerken, “Cinayet işleyecek çocuklara benzemiyorlar ama sen yine de araştır,” dedi Amirim. “Bir şey atlamayalım.”

“Ben de sizin gibi düşünüyorum Amirim,” dedim, “ama sorularımıza cevap verirken renkten renge girmeleri de beni kıllandırmadı değil hani.”

“Çocukların bu yaşlarına kadar karakolun önünden bile geçmedikleri belli. Birdenbire kapılarına bir süre önce kavga ettikleri adamın öldürülmesini araştıran polisler dayanınca heyecanlanmaları normal.”

Olay yeri elemanları işlerini bitirmişler, alet edevatlarını minibüslerine taşıyorlardı. Üçüncü katın merdivenlerini çıkıyorduk ki, üst kattan gelen çığlığı duyduk. Bir adam, sarsıla sarsıla ağlayan bir kadına sarılmış, sakinleştirmeye çalışıyordu. Oktay Komiser, “Berke’nin ailesi,” dedikten sonra eliyle ‘ben gidiyorum’ işareti yaparak merdivenlerde gözden kayboldu.

Acılı ebeveyne başsağlığı diledik. “Sorunu olduğu, anlaşmazlık yaşadığı birileri var mıydı?” diye sordu Amirim.

“Sanmıyorum,” dedi Engin Bey, “öğrenci çocuklar bunlar, kiminle ne anlaşmazlıkları olacak. Gece kız arkadaşımda kalırım, merak etmeyin demişti.”

Kocasının göğsüne gömdüğü başını kaldırdı Tuvana Hanım. Ağlamasına güçlükle engel olarak, “Kaç kere söyledim Berke’ye, bırak şu paragöz kızı, ondan sana hayır gelmez diye, dinletemedim sözümü,” dedi.

 “Okulda ilk tanıdığım kişiydi,” dedi Dilara’nın en yakın arkadaşlarından olduğunu öğrendiğimiz Şebnem. “Birkaç ay birlikte takıldık, sonra aramıza soğukluk girdi, uzaklaştık birbirimizden.”

“Neden soğukluk girdi?” diye sordu Amirim. “Yediğiniz içtiğiniz ayrı gitmezmiş.”

Derin bir soluk aldı Şebnem. “Ben orta halli bir ailenin kızıyım, Dilara da öyleydi. İkimiz de tam bursluyduk. Böyle birkaç kişiyiz bölümde. Diğer öğrenciler varlıklı ailelerin çocukları. Biz onlar gibi okula son model arabalarımızla değil de servisle, otobüsle gelip gittiğimiz için bizi küçümserler, aralarına almak istemezler… Gerçi alsalar da onların gittikleri yerlere gitmeye, giydiklerini giymeye zaten gücümüz yetmez… Dilara’nın en büyük isteği onlarla takılmak, onlar gibi yaşayabilmekti.”

“Aldılar mı Dilara’yı aralarına?”

Şebnem acı acı güldü. “Aldılar,” dedi, “onun serveti de güzelliğiydi. Okulun en güzel kızıydı Dilara.”

“Berke’yle arkadaşlığın var mıydı?”

“Okulda Dilara’yla birlikte görüyordum, tanımazdım kendisini.”

Şebnem’in Dilara’nın birlikte olduğunu söylediği gençlerden biriydi Özay. Okulun kafeteryasında bulduk kendisini. “Evet,” dedi, “üç günlük bir birlikteliğimiz olmuştu kendisiyle.”

“Üç gün mü?”

“Üç gün,” diyerek acı acı güldü Özay. “Arada bir babamın arabasıyla gelirim okula. Dilara arabayı benim sanmış, sabahları kaldığı yurttan alıp okula getirmemi isteyince arabayı babamdan her gün alamayacağımı söyledim, anında bastı kıçıma tekmeyi.”

Dilara’nın Özay’dan sonraki sevgilisi Ersen, “Valla Amirim,” dedi, “bir ayda iliğimi kuruttu. En pahalı restoranlarda yemek yemek ister, aldığım hediyelere burun kıvırırdı. Ailemin durumu iyi, paradan yana hiçbir zaman sıkıntım olmadı ama bu kızın gözünü bir türü doyuramadım. Sonunda canıma tak dedi, ayrıldım ben de.”

Şebnem, Ersen’nin Dilara’ya şiddet uyguladığını, mahkemelik olduklarını söylemişti.

“Dövmüşsün lan kızı, ağzını burnunu kırmışsın.”

“O iş bildiğiniz gibi değil,” dedi Ersen. “Kendisinden ayrılacağımı söylediğimde bir arkadaşımın evinde başbaşaydık. Ağlamaya başladı, kendini banyoya kapattı. Biraz sonra çıktığında ağzı burnu kanıyordu. Onu o halde görünce panikledim, ne yapacağımı şaşırdım, bana sarılınca üstüm başım kan oldu. Ağlayıp çığlıklar atarak karşı dairenin kapısını çaldı ve kendisini öldürmek istediğimi, polis çağırmalarını söyledi. Polise de saçlarından tutup kafasını lavaboya vurduğumu söyledi.”

“Sonra nasıl oldu da şikayetinden vaz geçti peki?”

“İstediğini aldı çünkü… Babama epey pahalıya patladı bu durum.”

“Berke’yle muhabbetin var mıydı peki?”

“Adam son sınıftaydı, bizim gibi yenilerle muhatap olmaz onlar.”

Berke’nin birkaç arkadaşıyla konuştuk. Hayır, son zamanlarda olağandışı bir şey fark etmemişlerdi. Zaten Dilara’yla birlikte olmaya başladığından beri arkadaşlarının yüzünü pek fazla görememişlerdi.

Okuldan ayrıldıktan sonra Özay’ın cinayet saatinde bulunduğunu söylediği, okulun yakınlarındaki bara uğradık. Garsonlar müdavimlerden biri olduğunu söylediler ve akşam dokuz gibi geldiğini, ikiye doğru da ayrıldığını doğruladılar.

 “Asıl hedefin hangisi olduğunu bulmalıyız,” dedi Amirim merkeze giderken. “Yoksa ikisi birden mi belaya bulaştılar?”

Merkeze döndüğümüzde Dilara’nın babasının geldiğini söylediler.

“Haftada birkaç kere konuşurdu annesiyle,” dedi Mazhar Teber. Ellili yaşlarında, zayıf, efendi görünüşlü bir adamdı. “Herhangi bir sorunu olduğundan bahsetmemişti.”

“En son ne zaman gördünüz kendisini?” diye sordu Amirim.

“Üç-dört ay olmuştur herhalde. Dersleri çok yoğun olduğundan gelemiyordu. Biz de arkadaşlarıyla birlikte oturduğundan çocuklara rahatsızlık vermemek için gelmiyorduk.”

“Kızınızın birlikte oturduğu arkadaşlarını tanıyor muydunuz Mazhar Bey?”

“Tanışmamıştık ama telefonla konuştuğumuzda selam yollarlardı devamlı. Birinin adı Şebnem, bir de Arzu vardı… Diğerini hatırlayamadım şimdi. Evde daha iyi ders çalışabileceklerini düşündüklerinden yurttan ayrılıp ev tutmuşlardı.”

Mazhar Bey bir kamu kuruluşunda memurdu. Efendilikten de öte, sanırım adamda biraz da saflık vardı. Kızına harçlık olarak gönderebildiği para bir evin dördüncü sakini olmaya bile yetmeyecek düzeydeydi.

O gün olay yerinde ve gençlerin okullarında konuştuğumuz kişilerin GBT’lerine baktım, bir şey çıkmadı. Maktullerin telefon kayıtları ve banka hesaplarının incelenebilmesi için mahkemeye izin başvurusunda bulunduk. 

Ertesi sabah olay yerinden toplanan parmak izlerinin sonuçları elimize ulaştı. Evde Dilara ve Berke’nin haricinde bir kişinin daha parmak izlerine rastlanmıştı.

“Sistemde aratmışlar ama eşleşen bir kayıt bulamamışlar,” dedim hayal kırıklığıyla.

“Apartman görevlisinin Dilara’nın babası olduğunu düşündüğü, kızı haftada bir ziyarete gelen adamındır,” dedi Amirim.

Apartman yöneticisinden Dilara’nın ev sahibinin telefon numarasını öğrendik. Adam kızı hiç görmediğini, evi emlakçı vasıtasıyla kiraya verdiğini söyledi.

“Evet,” dedi Emlakçı, “evi ben kiraladım Dilara Hanım’a. Evi görür görmez beğendi, pazarlık filan yapmaya da kalkışmadı. Altı aylık kirayı da peşin ödedi.”

“Yanında biri var mıydı evi görmeye geldiğinde?” diye sordu Amirim.

“Tekti… Öğrenci olduğunu, tek başına oturacağını söyledi.”

Hazır mahalleye kadar gelmişken, Dilara’nın babası olduğunu söylediği adamın eşkalini almak amacıyla apartman görevlisiyle tekrar konuştuk. “Valla ben de birkaç kere gördüm adamı Komiserim,” dedi. “Her seferinde gözünde koyu renk camlı gözlük vardı… Siyah bir palto giyiyordu, fötür şapka takıyordu… Ağzı burnu da zaten kovit maskesiyle kapalıydı. Adamın yüzünü doğru dürüst görmedim ki size tarif edeyim.”

Komşularla konuşmamız da bir sonuç vermedi. Kös kös merkeze döndük.

HTS kayıtları gelmişti. Gerek Dilara gerekse Berke’nin telefon kayıtlarında şüpheli bir yazışmaya rastlamadık. Her ikisinin telefonları da cinayetin işlendiği gece yarısından sonra sinyal vermeyi kesmişti. Şimdiye kadar birçok suçluyu telefon sinyallerinden yakalamıştık. Arada bir gasp ettikleri telefonun sim kartını imha etmeyi akıl eden uyanıklar da çıkıyordu.

Berke’nin banka işlemlerinde herhangi bir gariplik gözümüze çarpmadı. Delikanlının kendine ait bir hesabı yoktu. Anne ve babasından aldığı ek kartlarla yapmıştı harcamalarını. Harcamaların çoğu akaryakıt, restoran, bar, giyim-kuşam ve ziynet eşyaları için yapılmıştı. Bu nasıl bir değirmendi, bu değirmeni döndüren su nasıl verimli bir kaynaktan geliyordu aklım almadı.

Dilara’nın hesabında, okula kayıt yaptırmasından sonraki üç ay boyunca, babası Mazhar Teber tarafından gönderilen mütevazı miktarlardan başka para girişi yoktu. Sonra ne olduysa, hesaba yüz bin lira yatmıştı. İki gün ise sonra altmış bin lira çekilmişti.

“Parayı havale eden belli mi?” diye sordu Amirim.

“Elden yatırılmış.”

“Emlakçı evin kirasının ne kadar olduğunu söylemişti?”

Notlarıma baktım. “On bin lira.”

“Altı aylık kirayı ödemek için çekti demek altmış bin lirayı.”

“O zamandan bu yana her ay düzenli olarak otuz bin lira yatmış hesaba,” dedim.

“Onlar da elden tabii ki.”

“Öyle.”

“Kız Berke’ye gezme tozma, eğlence ve giyim kuşam masraflarını karşılatıyormuş ama ana sponsoru başkaymış görüldüğü kadarıyla.”

“Belki de gönüllü bir sponsorluk anlaşması yoktu aralarında?” dedim. “Belki de herife şantaj yapıyorlardı.”

Amirim aklının terazisinde şöyle bir tarttı söylediklerimi. “Öyle olsa her hafta neden ziyaret etsin kızı? Geceyi kızın evinde geçiriyormuş. Apartman görevlisi adamı sabah çıkarken görmüş kaç kere. Hem bu Berke aşıkmış Dilara’ya, böyle bir şeye gönlü razı olur muydu sence?”

Olmazdı tabii. Olmaması gerekirdi.

“Dördüncü kat cinayetlerinde ne durumda olduğunuzu sormaya gelmiştim ama gerek kalmadı,” diye sırıtarak kapıdan girdi Oktay Komiser. “Suratlarınızdan anlaşılıyor durum.”

Amirimin masasının önündeki koltuğa attı kendini. Elindeki küçük sarı zarfı salladı. “Hadi,” dedi, “siz benim kahvemi söyleyin, ben de sizin cinayetleri çözeyim.”

Olay yerinde kimin olduğunu tespit edemediğimiz bir parmak izinden başka bir şey bulunamamıştı. Cinayet silahının üzerindeki izler silinmişti. Karşılaştıracak örneğimiz olmadığı için çamurlu ayakkabı izleri işimize yaramıyordu. Neyi gözden kaçırmıştık? Sarı zarfın içinde ne vardı?

Kahvesinden bir yudum aldıktan sonra elindeki zarfı salladı yine. “HAYDİ’den getirdiler bunu az önce,” dedi. “Kızın evindeki köpeği teslim etmiştik ya kendilerine.”

“Ee,” dedi Amirim.

“E’si ne oğlum, köpek tanıklık etmeye karar vermiş.” Bu esprisi bize komik gelmedi ama Oktay Komiser’in kahkahası odadan taştı, koridoru doldurdu. Ağzını zorlukla toplayıp, “Ciddiyim oğlum ben, inanmıyorsan al kendin bak,” diyerek elindeki zarfı Amirime uzattı.

Zarfı açan Amirim içinden çıkardığı ufacık zamazingoya baktı. “Ne oğlum bu?”

“HAYDİ’ciler o gün köpeği belediyenin hayvan barınağına teslim etmişler. Bu sabah aramış adamlar, ‘Getirdiğiniz köpeğin tasmasında elektronik bir cihaz var, bakmak ister misiniz?’ diye. HAYDİ’ciler de alıp bana getirdiler, hayvanı kendilerine ben teslim ettiğim için.”

Amirim yakın gözlüklerini takıp yakından baktı düğme kadar cihaza. “Kameraya benziyor diyeceğim ama…”

“Dilini korkak alıştırma, de gitsin… Köpeğin tasmasına yapıştırılmış, hem tasma süslü püslü olduğu için hem de hayvan bol tüylü olduğu için de dikkati çekmemiş anlaşılan.”

“Birileri Dilara’yı gözlüyormuş,” diye mırıldandı Amirim.

“Ya da Dilara birileriyle yaptıklarını kaydediyormuş,” dedim.

“İyi de aletin kendisi zaten düğme kadar,” dedi Amirim elindeki cihazı evirip çevirirken, “neresine kayıt yapıyormuş?”

“Bilişimdeki çocuklara sordum,” diye karşılık verdi Oktay Komiser. “Kayıt yapmıyormuş bu aletler.”

“Ne işimize yarayacak o zaman?” dedi Amirim hayal kırıklığıyla. “Bunu köpeğe takan her kimse cinayeti görmüş olabilir ama elimizde kayıt olmadıktan sonra ne işimize yarayacak?”

“Kayıt yapmıyormuş dediysem kendi üzerine yapmıyormuş. Kablosuz ağla çalışıyormuş bu aletler, saat pili gibi bir pili varmış ve uzaktan kumandayla açılıp kapanabiliyormuş, cep telefonu veya bilgisayardan izlenebiliyor ve kaydedilebiliyormuş çektikleri.”

“Birilerinde bu kayıtlar olabilir yani,” dedi Amirim. “Kapsama alanı ne kadarmış bu aletin?”

“İnternet üzerinden olduğu için dünyanın herhangi yerindeki biri bu alete kumanda edebilir, görüntüleri alabilirmiş.”

Amirim çekmecesinden büyütecini çıkarıp elindeki cihaza daha yakından bakmaya başladı. “Bunun bir yerlerinde seri numarası olması gerekmez mi?”

 “Vay arkadaş, ben de sizin için ‘Temiz çocuklar onlar, cinayete filan karışacak tip yok onlarda,’ demiştim. Bunca yıllık meslek hayatımda ilk defa siz yanılttınız beni!” dedi Amirim.

“Biz cinayete filan karışmadık yemin ederim,” dedi Gökhan zor duyulan bir sesle. “Biz masumuz.”

“Nasıl masumsunuz lan! Dilara’nın köpeğinin tasmasına kamerayı siz takmadınız mı?” diyen Amirim önündeki dosyadan çıkardığı kağıdı Gökhan’ın önüne koydu. “Kamerayı aldığınız internet sitesi yolladı bu faturayı… Şurada yazanlar senin ismin ve adresin değil mi?”

Delikanlının bir an ağlamaya başlayacağını sandım. “Evet benim… Ama bizim cinayetle filan ilgimiz yok,” diyebildi dudakları titreyerek.

“Bana bak,” dedi Amirim. “Yok distribütördü, yok perakendeciydi, mağazadan mı alınmış yoksa internetten mi diye size ulaşıncaya kadar anamız ağladı!.. Şimdi sorularıma doğru dürüst cevap ver, ebeni sikmeyeyim!”

Gökhan’ın gözlerinden yaşlar, ağzından kelimeler dökülmeye başladı. “Kız çok güzeldi… Kendisini tersleyince Atakan çok bozuldu… Akşamları kızın yatak odasının perdeleri açık olduğunda teleobjektifle gözetlemeye, fotoğraflarını çekmeye filan başladı… Sonra kamera fikri geldi aklına… Ismarladık kamerayı… Kızın her sabah ve akşam köpeğini parka götürdüğünü biliyordu… Nasıl yaptığını bilmiyorum ama bir akşam köpeğin tasmasına kamerayı yerleştirdiğini söyledi…”

“Siz de röntgenlemeye başladınız kızı?”

Burnunu çekti Gökhan. “Evet.”

“Bana bak! Yalan söylediğini ya da bir şeyleri atladığını anlarsam canına okurum senin. Bilişimde telefon ve bilgisayarlarınız inceleniyor şu anda.”

“Erkek arkadaşıyla sevişmelerini filan izledik… Sonra bir akşam babası geldi kızın… Daha doğrusu yaşlı bir adam olduğundan biz babası olduğunu düşündük… Sonra babasıyla, yani adının Veli olduğunu öğrendiğimiz o adamla yatak odasına geçip sevişmeye başladılar…”

“O sırada köpek de odada mıydı?”

“Odadaydı, kızın yanından bir an olsun ayrılmıyordu zaten.”

“Cinayet gecesine geç!”

“İki adam geldiler, belalı tiplere benziyorlardı… Salona girer girmez bunlara giriştiler, dövmeye başladılar… Sonra da sandalyeye bağladılar…”

“Ne istediklerini söylemediler mi?”

Gökhan bir an durakladı. “Söylediler bir şeyler ama tam anlayamadım.”

“Ben de şimdi seni anlayamadım! Türkçe konuşmuyorlar mıydı bu adamlar aslanım!”

Amirimin masaya inen yumruğuyla irkildi Gökhan. “Video ve fotoğrafların nerede olduğunu soruyorlardı. Köpek havlayıp üzerlerine atlayınca banyoya kapattılar hayvanı. Sonra ne olduğunu bilmiyoruz.”

“Gözünüzün önünde iki kişinin saldırıya uğradığını gördünüz de neden elinizdeki kanıtlarla birlikte polise gitmediniz?”

“Adamlar bizi de öldürürler diye korktuk.”

Gökhan’ın çözüldüğünü söyleyince Atakan da köpeğin tasmasına kamerayı kendisinin yerleştirdiğini ve röntgencilik yaptıklarını kabul etti. Onları nezarethaneye gönderdikten sonra odamıza döndük.

“Bu Veli denen adama birlikte mi şantaj yapıyorlardı acaba?” dedim. “Berke de mi işin içindeydi yoksa Dilara tek başına mı bu işe kalkıştı?”

“İyi de bu kız salak mı ki güzel güzel sağdığı adama şantaj yapsın? Altı aylık kirasını ödetmiş, kim bilir herife daha neler aldırdı, üstüne ayda otuz bin lira da harçlık yatıyor her ay hesabına… Niye kessin ki altın yumurtlayan tavuğunu? Senin aklına yatıyor mu?”

Kız son sınıfta olsa aklıma yatardı. Son bir vuruş yapıp ortadan kaybolabilirdi ama daha birinci sınıftaydı, sponsorunun desteğine birkaç yıl daha ihtiyacı olacaktı.

Çıkmayıp Bilişim Büro’nun Gökhan ve Atakan’ın bilgisayarlarını incelemelerini bitirmesini bekledik. Beklediğimize de değdi. Veli denen azgın tekenin ve katillerin görüntüleri artık elimizdeydi.

Sabıkalı oldukları için gençleri öldüren herifleri elimizle koymuş gibi, bir kafede nargile keyfi yaparlarken bulduk.

Önce her suçlu gibi inkar yolunu denedilerse de, görüntüleri önlerine koyduğumuzda yelkenleri suya indirmek zorunda kaldılar.

Veli Sırça, ulusal bir televizyon kanalının genel yayın yönetmeniydi. Haftada birkaç kere de bir tartışma programında moderatörlük yapıyordu.

“Bu herifi almaya kalkarsak anında kapatırlar olayı,” dedi Amirim. “Hadi ben alışkınım oraya buraya sürülmeye ama sana yazık olur.”

“Herif iki kişiyi öldürttü,” dedim, “yaptıkları yanına kâr mı kalacak?”

“Tabii ki kalmayacak,” dedi Amirim, “bir yolunu bulacağız.”

“Herifin Dilara’nın evindeki görüntülerini medyaya sızdırırsak kamuoyu baskısı yaratabiliriz,” dedim.

“Anında yayın yasağı koyarlar,” diye cevap verdi Amirim, “sonra da bize koyarlar.”

Bir saat sonra ünlü televizyoncunun görüntüleri sosyal medyada milyonlarca kez tıklanmış, ortalık ayağa kalkmıştı. Ok yaydan çıkmıştı bir kere, artık olayın üstünün kapatılması mümkün değildi. Veli Sırça sosyal medya hesaplarından, “Bana komplo kuruldu, görüntüler montajdır” diye bir tarafını yırttıysa da faydası olmadı. Yıllardır bir yerlerini yaladığı, sırtını dayadığı siyasiler bir anda çark edip adamı yalnız bıraktılar, adaletin yüceliğinden söz etmeye başladılar.

Sorgu odasına aldığımızda başına gelenlere hâlâ inanamıyor gibiydi. “Çok büyük bir hata yapıyorsunuz. Bunun hesabını vereceksiniz! Ben sıradan bir insan değilim,” diye tısladı.

“Sana öyle geliyor,” dedi Amirim. “Koruma kalkanın düştü, bugüne kadar arkanda olanlar seni sattılar. Az önce kanalın açıklama yaptı, yerine birini atamışlar bile.”

Son cümle Veli’nin süngüsünün düşmesine neden oldu, Dilara’yla ilişkisi olduğunu kabul etti. “Cinayetle ilgim yok,” dedi, “ben yalnızca bana şantaj yaptıkları görüntülerin peşindeydim.”

“Şantajı yapan Dilara mıydı?” diye sordu Amirim.

“Başka kim olacak? İlişkimizi gizli yürütüyorduk, ikimizden başka haberi olan yoktu. Sonra bir gün özel anlarımızın görüntülerinin eklenmiş olduğu bir e-posta aldım. Bu görüntüleri başkalarının görmesini istemiyorsam yüz bin doları gözden çıkarmam gerektiği belirtilmişti.”

“Kim göndermiş bu e-postayı?”

“Bu işlerden anlayan birkaç kişiden yardım aldım fakat nereden gönderildiğini onlar da çözemediler. Gönderenin bu işlerden çok iyi anladığını, takip edilmesinin mümkün olmadığını söylediler… Ben de Dilara’yı izletmeye başladım… Okulundan bir oğlanla ilişkisi olduğunu, benim gitmediğim günlerde bu çocukla birlikte olduğunu öğrendim. Dilara’yla dört ay kadar olmuştu birlikteliğimiz başlayalı, bütün ihtiyaçlarını zaten fazlasıyla karşılıyordum, ilişkimizden bu gence bahsettiğini, şantaj fikrini aklına onun soktuğunu düşündüm.”

“O iki iti nereden buldun?”

“Mesleğe polis muhabiri olarak başlamıştım. O zamanlardan tanıdığım birkaç kişi var hâlâ haber kaynağı olarak kullandığım… Niyetim Dilara’yla oğlanı korkutarak görüntüleri ele geçirmekti… Nereden bileyim o iki salağın öldürecek kadar ileri gideceklerini…”

Amirim dosyadan Gökhan ve Atakan’ın bilgisayarında bulduğumuz görüntülerin fotoğraflarını çıkardı. “Şantaj e-postasıyla gelen görüntüler bunlar mıydı?”

“Evet,” dedi Sırça.

“Ulan it oğlu itler,” diyerek başladı söze Amirim. “Bunlar efendi çocuklar, suç işleyecek tiplere benzemiyor dediğime bin pişman ettiniz beni.”

Gökhan ve Atakan sus pus oturuyorlardı karşımızda. Gökhan ağladı ağlayacaktı.

“Yediğiniz boku testere kesmez,” diye devam etti Amirim. “Özel hayatın gizliliğini ihlalden işlem yapılacaktı hakkınızda. Ondan da cezaevine girmeden yırtardınız. Şimdi bir de şantaj ve cinayete sebebiyet verme çıktı. Sizin yüzünüzden iki insan öldü.”

“Böyle olacağını bilemedik,” dedi Atakan cılız bir sesle.


[1] HAYDİ: Hayvan Durum İzleme / Çevre, Doğa ve Hayvanları Koruma Şube Müdürlüğü

Önceki İçerik
Sonraki İçerik

En Son Yazılar