Yeni Sayı Çıktı!

En son hikaye, röportaj ve yazıları şimdi tıklayıp ücretsiz okuyabilirsiniz!

Yeni Sayı Çıktı!

En son hikaye, röportaj ve yazıları şimdi tıklayıp ücretsiz okuyabilirsiniz!

STRETELLİ DOSYASI

Diğer Yazılar

Yazan: Edgar Wallace

Çeviren: İpek Yayık

STRETELLİ DOSYASI 1

YAZAR HAKKINDA

Richard Horatio Edgar Wallace, İngiliz romancı ve tiyatro yazarıdır. Bir artistin çocuğu olarak Greenwich, Birleşik Krallık, 1 Nisan 1875’te doğdu. Sokağa terkedilen yazar bir balıkçı ailesi tarafından büyütüldü. 12 yaşında gazete satıcılığı yaptı. 18 yaşında orduya girdi, Güney Afrika’da savaştı. Ordudan ayrılınca “Daily Mail” gazetesinin muhabiri olarak çalıştı. Tiyatro oyunlarının yanı sıra polisiye romanlar da yazdı. 27 yılda 200’e yakın ürün verdi. Bu roman türünün adeta kurucusu oldu. 10 Şubat 1932’de Beverly Hills, Kaliforniya’da öldü.

***

Dedektif John Mackenzie emekli olmuştu. Olağanüstü başarı hikâyeleri tüm gazete sayfalarını süslüyordu. Ani emeklilik kararı, halk arasında olduğu kadar amirleri tarafından da şaşkınlıkla karşılanmıştı. Emekliliğinin sebebini pek çok kez tahmin etmeye çalıştılar ama gerçek nedeni tutturan olmadı. Dedektif aslında içindeki görev bilinci, adalet duygusu ve amansız mizah anlayışı arasındaki engellenemez rekabet yüzünden erken emekliye ayrılmıştı.

İçindeki bu anlaşmazlık, Stretelli Vakası’yla doğmuştu. Halkın büyük bir kısmı ve pek çok bilirkişi, Stretelli Vakası’nın soğuk bir aralık sabahında kapandığı fikrindeydi.

Bu, bir anlamda doğruydu. Fakat Mackenzie’nin kulağında amirinin övgü dolu sözleri çınlarken, doldurulmayı bekleyen boş bir polis şefi koltuğu olduğu da aklının bir köşesindeydi. Görev bilinci, adalet duygusu ve mizah anlayışı, zihninde bir anlığına çarpıştı. Ardından ofisinde oturup istifa mektubunu yazdı.

***

Mackenzie eski kafalı biri sayılabilirdi. Ofisine “Dr. Mona Stretelli, Madrid” yazılı bir not geldiğinde burun kıvırmıştı. Stretelli, profesyonel olarak yardımını isteyen ilk kadın doktor olsa da Mackenzie ona karşı önyargılıydı.

“Gelsin,” dedi. İspanyol bir kadın doktorun yolu neden Scotland Yard’a düşmüş, merak ediyordu.

Kafasındaki olasılıkların kontrolden çıkmasına fırsat kalmadan kadın içeri girdi. Orta boylu, koyu tenli, yaman, hatta çekici bir kızdı.

Mackenzie alışılageldiği üzere Fransızca, “Sizinle tanışmak büyük şeref, doktor,” dedi. “Size nasıl yardım edebilirim?”

Kadın, bu kaba karşılamaya belli belirsiz tebessüm etti.

Kusursuz bir İngilizceyle, “Bana kıymetli bir on dakikanızı ayırabilirsiniz, Bay Mackenzie,” dedi. “Size anlatmam gereken önemli bir şey var.”

Ardından üstünde İçişleri Bakanlığı damgası olan bir zarf uzattı. Bu, üst düzey bir yetkili tarafından yazılmış bir referans mektubuydu. Dedektif meraklandı.

Kadın, “Peter Morstels’i tanıyor musunuz?” diye sordu. Dedektif olumsuz şekilde kafa salladı.

Kadın bir an tereddüt etti.

“Londra’da kulağınıza türlü türlü… dedikodu geliyordur. Yani en azından Batı tarafında. Margaret Stretelli adını hiç duymuş muydunuz?”

Mackenzie kaşlarını çattı. “Duymaz olur muyum? Zaten soyadınız bir yerlerden tanıdık gelmişti! Akraba mısınız?”

Kadın yavaşça baş salladı. “Kardeşimdi.”

“Di mi? Yoksa öldü mü?”

Kadın tekrar kafa salladı, gözleri doldu.

Margaret Stretelli’nin Londra’dan kaybolması polis merkezinde çalışan kimsenin gözünden kaçmamıştı. Fakat bu haber karşısında ne üzülmüş ne de rahatlamışlardı. Margaret, Soho restoranında buluşan Bob kesim saçlı haydut takımındandı. Pek çok şüpheli isimle bağlantısı vardı. Kokain kaçakçılığında kritik bir rol oynadığı fakat pek kâr edemediği biliniyordu. Çünkü polis onun da bulunduğu çılgın bir partiye sızmıştı. Ardından Margaret, elektrik direğine çarptığı için açılan küçük bir davadan adice sıyrıldı. Polis, onun çılgınlıklarıyla pek ilgilenmiyordu. Çünkü para konusunda sıkıntı yaşamadığını biliyorlardı. Dadandığı mekânlara artık gelmediği fark edilince ihtiyatlı bir soruşturma yürüttüler. Ülkenin orta kesiminden bir çiftçi beyle evlendiğini ve evlenmelerinden birkaç hafta sonra adamdan kaçıp New York’a taşındığını öğrendiler.  

Scotland Yard meleklerinin amel defterini tutmaya uğraşmayacağı kadar sıkıcı ve sıradan bir öyküydü bu. Yine de her suç sıradanlığa dayanırdı. Bu yüzden olaylar usulüne uygun şekilde kaydedilip dosyalandı.

Kadın, “Size öncelikle geçmişimizden bahsetsem iyi olacak,” diyerek anlatmaya başladı. “Babam Madrid’de çalışan bir doktordu. Öldüğünde iki kızına, yani Margaret ve bana beş milyon peseta bıraktı. Babamın yolundan gidip tıp alanında uzmanlaştım. Öldüğünde üçüncü sınıftaydım. Zavallı Margaret hayatı severdi. Kendince tabii. Babamın vefatından üç ay sonra güya müzik eğitimi görmek için Madrid’den Paris’e taşındı. Ardından Londra’ya geldi. Öğrenebildiğim kadarıyla burada sakıncalı kimselerle tanışmış. Bay Morstels ile nasıl tanıştığını bilmiyorum. Fakat o adamın etkisi altında oldukça büyük meblağlar harcadığı kesin. Margaret’a evlenme teklif etmiş ve Marylebone Nikâh Dairesi’nde evlenmişler. Sonra Little Saffron’daki evlerine gitmişler. Kasabadan birkaç kişi onu gördüğünü söyledi. Doğrulayabildiğim kadarıyla üç hafta birlikte yaşamışlar. Ama tam süre bilinmiyor. Üç ay da kalmış olabilir, bir ay bile kalmamış da. Avignon halkı, Margaret kaybolduğunda kocasından kaçtığını düşünmüş. Çünkü Bay Morstels’in başarısız evlilikler yapması alışılageldik bir şeymiş.”

“Daha önce evlenmiş mi?” diye sordu Mackenzie.

“İki kez,” diye cevapladı kız. “Her seferinde kadınlar ya evden kaçmış ya da adam onlardan boşanmış. Bay Mackenzie, kardeşimin öldürüldüğüne eminim!”

Mackenzie sandalyesinde doğruldu.

“Öldürüldü mü? Genç hanım, bu mümkün değ–”

Aniden durdu. Gerçekleşmesi gayet de mümkün bir olay olduğunu fark etmişti.

“Ya adamın dediği doğruysa ve kardeşiniz evden kaçtıysa?”

Doktor kafasını iki yana salladı.

“İmkânı yok. Kaçsaydı mutlaka yanıma gelirdi. Hep birbirimizin en yakın dostu olmuşuzdur. Bildiğini okurdu, inatçıydı ama zor duruma düştüğünde benden mutlaka yardım isterdi.”

“Bay Morstels ile tanıştınız mı?” diye sordu Mackenzie.

“Evet. İlk kez dün görüştük. Onu gördüğüm gibi kardeşimin bir cinayete kurban gittiğinden emin oldum.”

“Bu çok ciddi bir iddia. Fakat sağlam sebepleriniz olmasaydı ortaya böyle bir varsayım atmazdınız diye düşünüyorum,” dedi Mackenzie gülümseyerek. “Sonuçta doktorlar kolay kolay başkasından etkilenmez veya etraflıca düşünmeden konuşmazlar, değil mi?”

Kadın onayladı. “Haklısınız.” Kalktı ve odayı adımlamaya başladı. Heyecandan sesi yükselmişti. “Kusuruma bakmayın, Bay Mackenzie. Ama kardeşim Margaret’ın öldüğüne o kadar eminim ki şu an şu kapıdan içeriye girse bunun bir halüsinasyon olduğuna hiç şüphem olmaz.”

Mackenzie ısrar etti. “Neden böyle düşünüyorsunuz? Bay Morstels’in birkaç defa evlenmiş olması dışında, ki bu sizin iddianız, hakkında hiçbir kötü kanıt yok.”

“Biraz araştırma yaptım,” dedi kadın. “Yerel polis, hakkında kötü bir şey söylemedi. Ancak ilginizi çekecek birkaç detay yakaladım. Margaret Londra’dan taşınmadan önce bankadan toplamda altı bin beş yüz sterlin çekmiş. O para nereye kayboldu?”

“Morstels’e sordunuz mu?”

“Sordum. Dediğine göre başına gelen en büyük talihsizliklerden biri buymuş. Karısı evden ayrılırken yanına sadece kendi parasını değil Morstels’in parasından da almış. Hatta bana o parayı geri ödeyebilir miyim, diye soracak kadar yüzsüzdü.”

Mackenzie eli çenesinde, sırtı kamburlaşmış masasında oturuyordu. Suratı hiddetle asılmıştı.

“Gittikçe daha çok bir cinayet vakasına benziyor,” dedi. “İyiliğiniz için diyorum Bayan Stretelli, umarım yanılıyorsunuzdur. Bay Morstels ile görüşeceğim.”

***

Kışa yakışan bir gündü. Çıplak dalların üzerindeki beyaz kırağı, Peter Morstels’in bahçesinde parlıyordu. Dedektif Mackenzie dişlerinin arasında bir pipo, asla yanından ayırmadığı şemsiyesi koltuk altında, tren istasyonundan sakince çıktı. Uzaktan Hill Cottage’ı gördüğünde durdu ve inşaatı henüz bitmiş gibi görünen beton yığını müştemilatıyla bu biçimsiz evi dikkatle inceledi. Ev, bir tepenin eteğinde konumlanmıştı. Resmedilmeye değer bir manzaraydı. Anlaşılan bu güzelliğini mesafeye borçluydu. Çünkü Mackenzie, beş dakika sonra binayı yakından incelemiş ve hiç memnun kalmamıştı.

Kapıyı çaldığında karşısında bulduğu adam, şaşırtıcı derecede uzun boylu ve kalıplıydı. Gerçekten dev gibi biriydi. İnce telli lepiska saçları vardı. Al yanaklı koca yüzü sağlıkla parlıyordu. Tam kapının eşiğinde durmuş sert ve sorgulayıcı bakışlarıyla Dedektife tepeden bakıyordu.

“Günaydın, Bay Morstels. Ben, Dedektif Mackenzie. Scotland Yard’dan geliyorum.”

İri adamın yüzünde tek bir kas bile oynamadı. Göz kapakları, fal taşı gibi açılmış uçuk mavi gözlerini bir saniyeliğine bile olsa gizlemedi.

“Hoş geldiniz, Memur Bey. Buyurun, girin.”

Dedektifi taş zeminli ve alçak tavanlı bir mutfağa yönlendirdi.

“Sizi Mona Stretelli mi gönderdi? O dedi, değil mi? Tahmin etmiştim. Gelip de bana karım hakkında uydurma hikâyeler anlatana kadar başımda yeterince dert yoktu sanki!”

Mackenzie açıkça sordu. “Eşiniz nerede?”

“Amerika’da bir yerde. Takdir edersiniz ki bana hangi kasabasına gideceğini söylemedi. Bıraktığı mektup üst katta.”

Birkaç dakikalığına ortalıktan kayboldu. Sonra elinde gri bir kâğıtla geldi. Üstünde adres yoktu.

“Seni terk ediyorum. Taşranın durağanlığına daha fazla katlanamayacağım. Bu mektubu Teutonic’e bindikten sonra yazıyorum. Lütfen beni boşa. Gerçek adımla seyahat etmiyorum.”

Mackenzie mektubun arkasına baktı.

Keyifle “Neden gemideki kırtasiyeyi kullanmamış?” diye sordu. “Kaçmak için bu kadar acelesi olan bir kadın, geminin salonunda rahatlıkla bulabileceği yazı takımını sığdırmak için bavulundan eşya çıkarmaz. Tahmin ediyorum ki yolcu listesine bakmışsınızdır. Ah, pardon. Bakmanıza gerek yok çünkü farklı bir ad kullanıyormuş. Acaba pasaport kontrolünü nasıl atlattı?”

Tüm bunları söylerken karşısındaki adamı izlemiş ve derin düşüncelere dalmıştı. Peter Morstels’i tahrik edip ağzından laf almayı amaçladıysa da hayal kırıklığına uğrayacaktı.

“Keyfi bilir,” dedi adam sakince. “Bana açıklama yapmadı. Kardeşi onu öldürdüğümü düşünüyor!”

Hafifçe güldü. “Neyse ki geçen gün aradığında evde yalnızdım. Hizmetçim dediklerini duysaydı dedikodu tüm kasabaya yayılırdı!”

Konuşurken gözlerini bir an bile Dedektiften ayırmamıştı.

“Sanırım size de öyle konuşmuş,” dedi. “Evi aramakta özgürsünüz. Her köşeyi didik didik edebilirsiniz. Daha ne diyeyim? Bulacağınız tek şey giderken yanına almadığı birkaç parça kıyafet. Göstermemi ister misiniz?”

Mackenzie, adamı takip ederek merdivenlerden çıktı. Evin ön tarafındaki büyük yatak odasına gittiler. Gardırobun içinde bir kürk, iki ya da üç tane elbise ve bir düzine ayakkabı vardı. Ayakkabıları tek tek inceledi ve aralarında hiç giyilmemiş bir çift fark etti.

Kadınlardan az buçuk anlayan Mackenzie kendi çıkarımlarını yaptı. Bahçeyi ve araziyi inceledi ancak kadının kaybıyla ilgili bir sonuca ulaşamadı.

Yarım kalmış beton ek binayı işaret ederek sordu. “Ne inşa ediyorsunuz?”

Adam hafifçe gülümsedi. “Eşime yeni bir banyo yapacaktım! Hill Cottage’ı beğenmiyordu. Aslında kendime bir oturma alanı yapmayı planlamıştım ama bana odayı kendisi için tekrar tasarlattı. Bay Mackenzie, ben varlıksız biriyim. Ama kalan her meteliğimi o kadına harcamaya razıydım! Onun çok parası var, binlerce sterlin! Ama bana bir peni bile vermedi. İstemedim de zaten.”

Mackenzie derin bir nefes aldı. “Evlilikleriniz hep talihsiz geçmiş,” dedi. Karşılığında adamdan sadece bir homurtu geldi.

***

 O gün Dedektif, düşünceli bir halde ofisine döndü. Mona Stretelli onu bekliyordu.

“Yüzünüzden anladığım kadarıyla bir şey öğrenememişsiniz.”

Dedektif gülümsedi. “Âdeta zihnimi okudunuz. Emin olduğum tek şey, kayıt dışı söylüyorum, Morstels yalancının teki. Belki bir de katil. Ama–”

“Araştırmaya yetkiniz olsaydı sizce bir şeyler bulabilir miydiniz?”

Mackenzie hayıflandı. “Sanmam. Sıradan bir suçlu değil. Eğer eşlerini öldürdüyse…”

Kadın bembeyaz olmuştu. Sendelediğini görünce yanına koştu.

“Bir şeyim yok,” dedi kadın. Siyah kaşları aniden birleşerek Dedektifi ürküttü. Gözlerinden alevler çıkıyordu.

Pes ve öfkeli bir tonda, “Yemin ederim ki bu adamın peşini bırakmayacağım! Yaptıklarının cezasını çekecek!” dedi.

Aniden susmuştu. Dudaklarını birbirine bastırarak öfkesini kontrol etmeye çalıştığını ele veriyordu. Elini uzattı.

“Sizi daha fazla rahatsız etmeyeceğim,” dedi.

***

Öğleden sonra Mackenzie amirine rapor verdi ve olayları basitçe açıkladı. Amir umutsuzdu.

“Maalesef, elimizden bir şey gelmez. İspanyol hanımın bu talihsiz olay karşısında telaşlanması çok doğal. Fakat bu tarz kayıp vakalarıyla sık karşılaşıyoruz. Özellikle de kaybolan kişinin, tabiri caizse, bohem olduğu durumlarda. Birkaç aya kalmaz Monte Carlo’da ortaya çıkar.”

Mackenzie bu fikre katılmıyordu. Sonraki iki hafta boyunca Mona Stretelli’yi görmedi. Ama tesadüfen onun hakkında bir yazı okudu. Vefat eden bir markinin birtakım eski mücevherleri satışa çıkmıştı. Mona Stretelli, zamanında Marie Antoinette’e ait olan taklit bir elmas yüzüğü iki yüz sterline satın almıştı.

Yüzüğün fotoğrafı bazı Londra gazetelerinde basılmıştı. Antika eşyaların büyüsü ve ortamın tuhaflığı gazete editörlerinin dikkatini çekmiş olmalıydı. Hiçbir kadının takamayacağı bir yüzüktü. Çünkü çok büyüktü. Kadının bu tarz bir hoppalığa girişecek kadar endişelerini bir kenara bırakması Dedektifi afallatmıştı.

Bir hafta sonra inanılmaz bir hadise gerçekleşti. Mona, bir akşam haber vermeden Scotland Yard’a geldi. Dedektif ondan yeni haberler duymayı bekliyordu. Fakat umduğu haber bu değildi.

“Bay Mackenzie, Bay Morstels’a haksızlık etmişim. İddialarımın asılsız olduğunu anladım.”

Dedektif ona şaşkınlıkla baktı. “Onunla konuştunuz mu?”

Kadın başıyla onayladı. Yanakları kızarmıştı. Cevaplarken sesi titriyordu.

“Bu hafta evleneceğiz.”

Dedektif şaşkınlıktan ne diyeceğini bilemedi.

“Evlenecek misiniz?” Soluğu kesilmişti. “Ama siz–”

 “Sanıyorum ki ikimiz de Peter’a karşı önyargılıydık,” dedi kadın sakince. “Oldukça çekici ve etkileyici biri olduğunu sonradan fark ettim.”

Dedektifin suratı asılmıştı. “Eminim öyle olmuştur. Fakat ne yaptığınızın farkında mısınız?”

Kadın kafa sallayarak onayladı.

“Onunla gerçekten evlenecek misiniz?”

“Evet. Boşanma işlemleri bittiğinde evleneceğiz. Bir hafta boyunca onunla kalacağım. Halası refakatçim olacak. Son görüşmemizde buraya bir daha gelmeyeceğimi söylemiştim,” dedi kadın. Ardından yarım yamalak bir gülümsemeyle “Bu sefer ciddiyim!” diye ekledi.

Kısa bir vedalaşmanın ardından ofisten çıktı. Çıkarken kolunun altına sıkıştırdığı çantası kayıp yere düşmüştü. Aceleyle çantayı yerden almış ve odadan çıkmıştı. Bu yüzden içinden düşen muare ipekten yapılma cüzdanı fark etmemişti.

Dedektif, cüzdanı kadın odadan çıktıktan sonra fark etti. Kadının Paris’teki evinin adresini bulmak amacıyla cüzdanı açıp inceledi. İçinde sadece uzunca bir fatura vardı. İlgisini çekmişti.

Birkaç saniye sonra kadın ofise döndü. Belli ki cüzdanının yokluğunun farkına varmıştı.

“Neden döndüğünüzü biliyorum,” dedi Mackenzie. Doğrudan kadının kızarmış suratına bakıyordu. “Az önce yerde buldum.”

Kadın nefes nefese kalmıştı. “Teşekkür ederim,” dışında hiçbir şey söylemeden dönüp gitti. Ertesi sabah Dedektifin eline kadının taşraya doğru yola çıkacağını haber veren bir telgraf ulaştı.

***

Mackenzie’nin aklında pek çok düşünce dolanıyordu. Ama kafasını en çok meşgul eden soru, adam öldürmeye meyilli Peter Morstels’in Marie Antoinette’in yüzüğüne ne fiyat biçtiğiydi. Kadının yüzüğü ne amaçla satın aldığı artık belli olmuştu.

Dedektif, kadının taşraya doğru yola çıkmasından iki gün sonra, yolcuları gözlemlemek ve Southampton’a giden gemi bağlantılı treni görmek için Waterloo İstasyonu’na uğradı. Geminin yolcu listesi uzundu. Okyanusu aşıp Amerika’ya geçecek o kadar çok kişi vardı ki aktarma trenine iki vagon eklenmesi gerekmişti.

İstasyon memuru dedektifi tanımıştı. “Amerikalıların seyahat anlayışı da pek tuhaf. Şu yaşlı hanıma bir bakın,” dedi acıyarak.

İki bastonla ancak yürüyebilen, beli bükük bir figürü işaret ediyordu. “Bu yaşta deniz seyahati nasıl göze alınır!”

“Gerçekten ilginç,” diyerek katıldı Mackenzie.

O akşam eve döndüğünde onu bir mektup bekliyordu. Zarf kirliydi, üstünde çamur lekeleri vardı. Adres kurşun kalemle yazılmıştı. İçinden Mona Stretelli’ye ait bir kartvizit çıktı. Aceleyle şunlar yazılmıştı: “Tanrı aşkına yanıma gel!”

Mackenzie gelen notu amirine iletti. Böylece artık bu davayla bir işi kalmamıştı. Fakat bundan sonra yaşanacaklar onun başarı hanesine yazılacaktı.

Amiri ısrar etmişti. “Sevgili John, lütfen bu davayı bırakma!” Ama Mackenzie son derece kararlıydı. Gün yüzüne çıkardığı kanıtların övgüsünü Dedektif Jordan almalıydı.

***

Jordan çiftliğe vardığında neredeyse gece yarısıydı. Hazırlıklı gitmişti. Çünkü amiriyle görüşmüş ve olayın ciddiyeti konusunda onu ikna etmişti. Kapıyı yarı giyinik Peter Morstels açtı. Misafirini gördüğünde yüzünün rengi attı.

Jordan sertçe, “Mona Stretelli nerede?” diye sordu.

Peter “Gitti,” dedi. “Geldiği gece beni terk etti. Halam gelemedi. Mona da refakatçisiz kalamayacağını söyledi.”

Dedektif “Yalan söylüyorsun,” dedi. “Seni tutukluyorum. Evi arayacağım.”

Evden kayda değer bir şey çıkmadı. Fakat sabah kasaba halkını sorguladığında Morstels’in aleyhine delil buldu. Komşu kasabadan dönen iki adam, eve çeyrek mil[1] mesafedeki bir kestirmeyi kullanmıştı. Akşam dokuz sularında keskin bir kadın çığlığı duymuşlardı. Çığlık, Hill Cottage tarafından gelmişti. Başka ses duymamışlardı. Belli ki kasabalılar bu durumu pek umursamamıştı. Morstels, Dedektif Jordan tarafından sorgulandığında belirsiz bir nedenden ötürü Mona’nın histeri krizine benzer bir şey geçirip çığlık attığını itiraf etti.

“Deli gibi davranıyordu,” diyerek itiraz etmişti. “Bir kadın çığlık attı diye tutuklanacak mıyım? Sakinleşmesi için ona bir saat tanıdım. Sonra gidip kapısını tıklattım ama cevap vermedi. Kapıyı açtım, içeride yoktu. Herhâlde pencereden kaçtı. Odasındaki pencereden rahatça yere atlayabilir.”

“Anlattığın hikâye ikna edici değil,” demişti Jordan. “Seni polis merkezine götüreceğim. Arazinin aranması için de izin çıkaracağım.”

Arazinin tamamı, ağaçlarla kaplı olmayan kısımları dâhil, titizlikle kazılıp araştırıldı. Soruşturmanın üçüncü gününde büyük bir keşif yapıldı. Toprağın yaklaşık dört fit[2] altında kömürleşmiş bir kemik yığını bulundu. Olayın en korkunç tarafıysa kemiklerin yanında Marie Antoinette’in yüzüğünün olmasıydı!

Jordan Londra’ya dönüp Mackenzie’yi uyandırdı. Haberi verdi.

Sevinçten bayram ediyordu. “Elimizdeki bulgulara göre adam cesetleri yakıyormuş. Mutfağında kocaman bir şömine var. Kimseye sezdirmeden orada yakmış olabilir. Ekibimizdeki patoloji uzmanı, bulduklarımızın insan kemiği olduğuna adı gibi emin.”

Mackenzie onu uyardı. “Ancak bu, kemiklerin Mona Stretelli’ye ait olduğunu göstermez.”

Jordan zafer kazanmışçasına cevapladı. “Ama yüzük de oradaydı! Cinayeti kanıtlamaya yeter!”

Dava sürecinde Morstels, soğukkanlılığını kusursuz bir şekilde korudu. İdam kararı duyurulduğunda kendini tutamayıp duygularını belli etmişti ama bu sadece birkaç saniye sürmüştü.

Mackenzie, Morstels’in isteği üzerine idam edileceği sabah onu görmek için Nottingham Cezaevi’ne gitti. Morstels bir sigara yakmış gardiyanla sohbet ediyordu. Dedektif’e küçük bir baş hareketiyle selam verdi.

“Bana kötü şans getirdin, Mackenzie. Ama sana bir şey söyleyeyim. Birkaç kadın öldürdüğüm doğru. Üç ya da dört taneydi, tam sayıyı hatırlamıyorum,” dedi umursamaz bir tavırla omuz silkip. Ardından kıkırdayarak, “Hepsi betonun içinde, yeni evimin temelinde,” diye ekledi. “Yalnız Mona Stretelli’yi ben öldürmedim, yemin ederim. Kendime bunu yediremiyorum, Mac. Resmen işlemediğim bir cinayet yüzünden enselendim!”

Bir süre düşüncelere daldı. Sonra, “Şu Stretelli denen kızı bir görüp tebrik etmek isterdim,” dedi.

***

Mackenzie istifa mektubunu yazmayı bitirene kadar cevap vermedi. Mona Stretelli’nin cüzdanında bir buharlı gemi firmasının faturasını görmüştü. Emin olmak için Waterloo’ya gidip kadının trene binişini bizzat izlemişti. Kadın, ustaca kılık değiştirmişti ama Dedektif onu tanımayı başarmıştı.

Ölmüş olması gereken gece, uçsuz bucaksız Atlantik sularındaydı. Yeni bir eve, yeni bir ülkeye, yeni bir hayata açılmıştı. Arkasında kendi kazdığı bir çukur bırakmıştı. Çukurda tıbbi bir kurumdan satın aldığı toza dönmüş kemikler ve Morstels’i darağacına götürecek o yüzük vardı.

Mackenzie hepsini biliyordu ama bir adamın işlemediği bir suç yüzünden asılmasına göz yumdu. İçindeki görev bilinci ve adalet duygusunun susuzluğu dinmişti. Mizah anlayışı da durumdan hoşnuttu.


[1] Yaklaşık dört yüz metre.

[2] Yaklaşık bir buçuk metre.

En Son Yazılar