-I-
O gün orada ne aradığımı ben de bilmiyorum. Polislerin deyişiyle olay yerindeydim. Cinayet günü ve saati, deseler hemen yapıştırabilirdim cevabı. Ama katilin kimliği deseler, uzun boylu, iri yapılı bir erkek demekten daha ileri gidemezdim. Çünkü karanlıkta kalıyordu adam. Ben de ışıktan yoksun bir yerdeydim. Fakat bıçak darbelerinin inişini, katilin hançerini görebilmiştim. Daha doğrusu ay ışığı önden vurduğu için bütün gördüklerim gölgeler halindeydi. Yekvücut gölgeden ibaret bir katil vardı karşımda.
Gölge Katil…
Şehrin dışındaki, ormanlık bir alanda, arabamdaydım. Oturmuş bira içiyordum öylece. İnsanlardan ve her şeyden kaçma seanslarım vardır benim. Bazen yapardım bunu fakat bir cinayete hiç denk gelmemiştim. Hatta aynı anda işlenen iki cinayete tanık olmuştum o gece. Yalvarma seslerinin, “dur yapma,” nidalarının, yakarışların arasında bitirmişti katil işini. İki erkeğin yakarışlarıydı duyduğum; birbirinden farklı seslerdi. Demek ki bir adam iki adamı birden katletmişti.
Benim gibi üniversitede öğretim görevlisi olan bir adamın ne işi vardı burada? “Ne halt etmeye buradasın Hakan!” diye kızdım kendi kendime. Çünkü korku içinde oturuyordum. Adam beni görür de gelirse yanıma diye tir tir titriyordum. Korktuklarım başıma gelmedi. Cani herif arabasına atlayıp gitti. Arkasında beni, görgü tanığı bir Fizikçiyi, bırakıp gitti. Evet, üniversitenin Fizik bölümündeyim. Pozitif bilimlere az buçuk basar kafam. Fakat içinde bulunduğum durumda ne yapacağımı bilemiyordum. Polisi arasam verebileceğim bilgiler kısıtlıydı. Uzun boylu, iri yapılı, hançerli adam… Bu kadarını emniyet güçleri de tahmin edebilirdi herhalde.
Polisi aramak yerine daha farklı bir şeyler yapmalıydım.
Üç biranın üstüne çakırkeyif olmuştum. Cesaretim de yerine gelmişti adam gidince. Arabamdan çıkıp en fazla elli metre ileride yatan maktullere yaklaştım yavaşça. Elime, içine bira koyduğum poşetlerden birini geçirmiştim. Çünkü biraz sonra nabızlarını yoklamak için dokunacaktım onlara. Parmak izim kalmasın istiyordum.
Ne de zekiyim ama!
İlk adamın boynuna dokundum önce, nabız yoktu. Bileklerini kavradım fakat yine kalp atışlarını algılayamadım. Son bir şey de daha yapacaktım ve adam yaşıyorsa ambulansı arayacaktım hemen. Cep telefonumu çıkarıp ekranı adamın burnuna doğru tuttum. Ekranda buğulanma olursa zavallı adam yaşıyor demekti. Fakat hiçbir şey olmadı. Adam ölmüştü. Aynı kontrolleri diğer garibanın üzerinde de gerçekleştirdim, ne yazık ki o da ruhunu teslim etmişti çoktan.
Poşeti elime sarıp bu kez kimlik arayışına giriştim. Kim olduklarını öğrenmek istiyordum maktullerin. Polisleri arayacağıma ne yapıyordum ben! Delice bir heyecan sarmıştı her yanımı. Cüzdanlarına ulaştım sonunda. Kerim ve Kerem Ambarcı… Muhtemelen kardeşti bu ikili. Baro kimlikleri de vardı. Böylelikle avukat kardeşler olduklarını anladım. Kimliğin yanında birkaç kartvizit de buldum. Biri Simurg adında bir rock bara aitti, bir diğerinde Prof.Dr. Cüneyt Sever, Psikyatri Uzmanı, yazıyordu. Alakasız iki kartvizit… Bunları araştıracaktım. Kimliklerin ve kartvizitlerin fotoğrafını çektim, sonra aldıklarımı maktullerin ceplerine özenle yerleştirdim. Bundan sonraki hamlem arabama atlayıp olay yerinden derhal ayrılmak oldu. Çünkü bu çifte cinayeti ve nedenlerini dışarıdan araştıracaktım. Bir fikir vardı aklımda ve içimde de büyük bir heyecan. Tabii yolda giderken isimsiz bir cinayet ihbarı yapmayı da ihmal etmemiştim.
-II-
Kerim ve Kerem Ambarcı dün gece gözlerimin önünde öldürülmüştü, defalarca hançerlenmişti ikisi de. Katil hem çok güçlüydü hem de çok öfkeli. İşte ben, bu öfkenin sebebini merak ediyordum. Katili bulup cezasını vermek polislerin ve yargının işiydi. Ben daha çok nedenlerle ilgileniyordum. Bir dedektif gibi araştırma yapacak ve bu nedenleri bulacaktım. Sanırım istediğim tam da buydu. Fakat nasıl bir yol izlemeliydim, ilk başlarda bunu bilmiyordum.
Aklımdaki düşüncelerle sabahı etmiştim. Bir ya da iki saat uyuyabilmiştim en fazla. Kendimi uyumak için fazla zorlamadım, üniversiteye doğru yola çıktım hemen.
Ne yapmalıydım?
Eskiden beri hacker’lik marifetim vardı. Bazı internet sitelerine, sosyal medya hesaplarına izinsizce girip eğlenirdim. Üzerime vazife olmayan şeyleri okur, üzerime vazife olmayan şeylere bakardım. Bugün de onu yapacaktım. Hevesle bir masa, bir sandalye ve eski bir bilgisayardan ibaret olan odama girdim. Elimde sıcak kahvemle oturdum bir süre. Fakat bir patlama noktasındayım. Ellerim klavyeye gitti. Siyah bir ekran ve bir imleçten oluşan ekrana bazı komutlar yazdım. Emniyetin veri tabanına girmek üzereydim. Evet, evet, doğru duydunuz. Emniyetin veri tabanına… Şifre istiyordu ekran, şifre çözücüyü çalıştırıp ona da birkaç yönlendirici komut ekledim. Otomatik belirdi ekranda şifre. Onaylama butonuna bastığım anda Ankara Emniyeti’nin ekranı karşımda olacaktı.
İşte oldu! Şimdi ne yapacağım?
Emniyetin veri tabanı ekranımda olduğu için olayla ilgili bütün bilgilere, raporlara, araştırma sonuçlarına ulaşmam mümkün olacaktı bundan sonra. Olay yeri fotoğrafları eklenmişti, açtım hemen. İki kardeş, ormanda muhtemelen sabahın ilk saatlerinde çekilmiş –demek ki ancak sabah bulabilmişlerdi cesetleri- bir fotoğrafa poz vermişlerdi. Kendi kanlarından oluşmuş bir birikintinin üzerinde başları yana düşmüş vaziyette yatıyorlardı. Hatırlıyordum bu hallerini.
İncelemeye devam ettim.
Maktuller avukat olunca, benim aklıma ilk gelen şey polislerin de aklına gelmişti: en son görülen davalar… Katil, haksız yere suçlandığını düşünen bir zanlı olabilirdi elbet. Neden olmasın? Kafayı avukatlara takmış biri…
Polis raporlarından okuduğum kadarıyla avukat kardeşler özel bankaların icra işlerine bakıyormuş. Baro kimliklerinin numarasını kullanarak bir araştırmaya giriştim. Meğer ödenmeyen kredilerin, kredi kartı borçlarının peşindeymiş kardeşler. Kanunlar çerçevesinde iş gören, kravatlı tahsilât mafyası gibi çalışıyorlarmış anlayacağınız. İşin içinde parayla ilgili bir şeyler olabilir miydi? Bilmiyordum.
Avukat kardeşlerin özel hayatlarına eğildim biraz. Çünkü iş, işte kalır, hayatımızı değiştiren, olağan dışı durumlarla mesaiden sonraki saatlerde karşı karşıya geliriz. Mesleğimizden sıyrıldığımız, toplumun bize yüklediği rollerden kurtulduğumuz zaman kendimizle baş başa kalırız. İnsanlara gerçek ‘ben’imizi o zaman açarız. Özel hayat deyince maktullerin ceplerinde bulduğum kartvizitler geldi aklıma. Fotoğraflarını açtım hemen. Simurg Bar ve Cüneyt Sever… Avukat kardeşlerin bir rock barda ne işi olabilirdi ki? Ya bu Cüneyt Hoca kimdi? Bilgisayar başından kalkma vaktim gelmişti. Polisten bir adım önde olmak istiyorsam acele etmeliydim.
***
Akşam olunca –aklımdaki sorularla çok zor geçmişti zaman- Simurg Bar’a doğru yola çıktım. Kolaylıkla buldum barı. Kızılay’da bir sosyalleşme merkezi olan Karanfil Sokak’taydı. Dar merdivenlerden tırmanırken elektrogitarın tiz sesini takip ettim. Western’in kovboy filmlerindeki bar kapılarına benzeyen bir kelebek kapı karşıladı beni, kapıyı itip içeri girdim. Yüksek sesli bir müzik yapıyordu sahnedekiler. Bardaki kıza yöneldim hemen.
“Kerim ve Kerem Ambarcı kardeşlerle ilgili birkaç soru soracaktım,” dedim bağırarak.
“Buyurun!”
“Tanır mıydınız onları?”
“Evet.”
“Kimlerle konuşurlardı burada? Yakınları, ahbapları…”
“Polis misiniz?”
“Hayır, kardeşlerin bir akrabasıyım. Öldürmeleri hakkında araştırma yapıyorum.”
Akraba yalanına sığınmıştım. Başka ne yapabilirdim ki? Kendine iş arayan biriyim mi deseydim?
“Ah, öldürüldüler mi?”
“Duymamış olabilirsiniz ama öyle.”
“Valla burada daha çok düşmanları vardı onların, benden duymuş olmayın da…”
“Benden sır çıkmaz, siz devam edin.”
“Ayhan abi var, buranın sahibi…” diye başlamıştı kız cümlesine fakat yanına gelen çam yarması yüzünden yarıda kaldı konuşması, adamı gösterip “O da geldi, bakın,” dedi.
Kel kafalı, aptalca bakışlı bir adamdı Ayhan. Gölge katilin profiline uyuyor muydu? Evet. Aslında iri yapılı her erkek o profile uyardı.
“Hayırdır, birader?” diyerek bana doğru döndü Ayhan. Kıza söylediklerimi tekrarladım ben de kendisine.
“Layığını bulmuş pezevenkler,” dedi kardeşler için. “Adamlar hem barıma geliyor hem de arkamdan kuyumu kazıyordu.”
“Nasıl yani?”
“Barın borçları vardı bankaya. İcralık olduk. Bankanın avukatları kim çıktı sizce?”
“Kim?”
“İşte o geberen iki pezevenk…”
“Anladım. Ama düşününce sanki adamlar işlerini yapıyormuş gibi duruyor.”
“Sıçarım onların işine, buna yediği kaba pisleme denir ancak.”
“Hiç münakaşa ya da kavga oldu mu aranızda?”
“Ne uğraşacağım o ibnelerle! Geçen geldiler, kovdum bardan, gittiler. Hem birader, sen esas Soner’i çek sorguya.”
“Kim o?”
“Baterist, bak sahnede.”
Baktım, sıska bir çocuk önündeki davulları dövüyordu.
“Anlayamadım, Soner’le nasıl bir ilişkileri vardı kardeşlerin?”
“Bu Soner keşin önde gidenidir. Kerem’in kızına takmıştı kafayı, çok dedim yapma etme diye. Sonra bir gün Kerem’in elinden zor kurtardım bunu. Yani diyeceğim, düşman arıyorsan bak orda!”
“Peki, Cüneyt Sever diye birisini tanıyor musunuz?”
“Hayır, kim ki? O da mı öldü?”
“Yok, yok o başka bir konu. Psikiyatri Profesörü müymüş, neymiş…”
“Ah, evet… Tanıyorum onu ben. Kerim bahsediyordu… Kişisel gelişim seminerleri mi ne veriyormuş bu adam. O iki pezevenk de gidiyordu sanırım, bir halta yarayacakmış gibi.”
Bunları söyledikten sonra arkasını dönüp gitti Ayhan. Kızla yine baş başa kalmıştık. “Aklınıza başka bir şey gelirse beni arayın lütfen,” dedim ve kartımı uzattım. Barda çok bile durmuş, alacağımı almıştım. Teşekkür edip kulaklarımı yüksek sesten kurtarmaktı istediğim fakat ondan önce Ayhan ve Soner’in soyadlarını aldım kızdan.
***
Gecenin bir vakti olmuştu. Fakat ben devam ediyordum araştırmaya. Herkesten gizlediğim bir araştırmanın içindeydim. Bu yüzden üniversitedeki odama bir hırsız gibi girdim.
İlk önce Ayhan Kara’yı araştırmaya karar verdim. Simurg barın sahibi… Bu adamdan pis kokular geliyordu burnuma. Emniyetin veri tabanına ismini yazdığım anda üç değişik dosya açıldı. Her birinde Ayhan’ın ablak suratının ve kel kafasının göründüğü bir resim ve altında serencamı… İki defa darptan karakolluk olmuş, bir defa da cinsel tacizden. Ceza almış mı bunlardan bilmiyordum ama sezgilerimde haklı olduğumu hissediyordum. Hakkında açılan davalara baktım hemen. En son açılan dava bir haciz davasıydı. Karşı tarafın avukatı hakikaten de kardeşlerdi. Ayhan doğruyu söylemişti. Her şeye rağmen bir bulutun üzerinde geziyordum sanki. Ayhan ve kardeşlerin arasında geçenler önümde burgaç oluşturuyor dönüp duruyordu bir sis bulutunun içinde.
Bilemiyordum.
Mecburen Kerem’in kızıyla çıkan şu baterist Soner’i araştırmaya geçtim. Yine birkaç dosya açıldı önümde. Bunların tümünde de Soner’in uyuşturucu madde bulundurmaktan ve kullanmaktan tutuklandığı yazıyordu. Evet, bunu da anlamış oluyordum, Ayhan bir kez daha haklı çıkmıştı, Soner bir bağımlıydı. Peki, bu neyi gösterirdi? Soner’i sahnede görmüştüm, iri yapılı bir çocuk değildi aksine oldukça sıskaydı. İki koca adamı deviremez gibi geldi bana. Yine de bilemezdim tabii. Deli kuvveti olabilirdi çocukta.
Özel bir dedektif gibi hissediyordum kendimi, çok heyecanlıydım.
“Polisler ne yapıyor acaba bu arada? Otopsi sonuçları belli olmuş mudur? Ya cinayet aleti… Bulunabilmiş midir? Bundan çıkan parmak izleri… Cinayetlerin gerçekleştiği yerden alınan örnekler…” diye geçiriyordum aklımdan.
Emniyetin veri tabanında bu bilgiler de çıktı karşıma.
Otopsi dosyası, epey karışık görünüyordu. Polisler muhtemelen rapordaki açıklamaları detayıyla okumak zorunda bile kalmamış, otopsiyi yapan doktora sormuşlardı ölüm nedenlerini. Fakat ben çözmek zorundaydım. Raporların bir çıktısını alıp bir de kahve yaptım ve okumaya başladım. On dakika geçmeden sonuçlara ulaşmıştım. İki kardeşin de ölüm sebebi -tam da beklediğim gibi- aşırı kan kaybıydı.
Emniyetin veri tabanına yeni ve başka bir dosya daha düştü. Tam da ben bir hacker olarak sistemdeyken. Şüpheliler dosyasıydı yeni düşen. Polis benden önce mi sonra mı bilmem ama Ayhan’la ve bardaki kızla görüşmüş, DNA örneklerini bile almıştı. Okumaya devam ettim, şoktan şoka giriyordum. Soner’i de sorgulamıştı polisler. Parmak izi ve DNA örneği ondan da alınmıştı. Ayhan ve Soner bana anlattıklarından farklı bir şey söylememişti polislere. Peki, bardaki kız veya Ayhan bana neden söylememişti sorguya çekildiklerini? Benden önce mi gelmişti polisler? Yoksa sonra mı? Sonra geldilerse kız veya Ayhan muhtemelen benden de bahsetmiştir, diye düşündüm. Bu fikir, ilk kez aklıma düştüğünde dehşet içinde kaldım. Polis benim de peşime düşebilirdi. Yaptıklarımdan haberleri olursa yanardım. Ateş üstünde dans ettiğimin ilk defa o an farkına varmıştım.
Fakat sonra… Sonra ne oldu? Merakıma tekrar yenik düştüm.
Olay yerinde bulunan örneklerin analizi yapılmıştı. Dosyanın çıktısını alıp incelemeye koyuldum hemen. Heyecandan ellerim titriyordu ama içimde karşı koyamadığım ve yaşadığımı hissettiren bir coşku vardı. Kısa bir incelemenin ardından olay yerinde yabancı bir DNA ya da parmak izi bulunmadığını anladım. Gölge katil muhtemelen eldiven kullanmıştı ve DNA bırakmayacak kadar titiz davranmıştı. Cinayet aletini de yanında götürmüştü.
Tabii bütün bunlar Ayhan’ı ve Soner’i şüpheliler listesinden silmeye yetmiyordu. Polislerin elinde, onları cinayetlere bağlayan herhangi bir delil yoktu, o kadar.
Durmaya niyetim yoktu hiç. Polisler Soner’le görüşmüş fakat ben görüşmemiştim. Bardaki kızdan numarasını almıştım Soner’in, hemen aradım. Titrek sesli bir oğlan çıktı karşıma. Konuyu Kerem’in kızına getirdim. Bu konuda Kerem’le arasında bir tartışma olup olmadığını sordum. Tam da umduğum gibi, “Yok,” dedi, “Can ciğer kuzu sarması değiliz ama düşman da değiliz.” Pek inanmadım bu çocuğa. Ne de olsa burnunu tozdan kaldıramayan bir keşti. Ayrıca hangi baba kızının böyle bir adamla görüşmesine izin verirdi ki? Kerem’le arasında bir husumet olduğu açıktı. Ayhan’ı haciz davasından dolayı bir kenara yazmıştım. Şimdi sıra Soner’deydi; şüpheliler listeme ikinci sıradan giriş yapmıştı. Polislerle başa baş gidiyordum sanki. Hissediyordum. Bir taraftan da korkuyordum ama bir o kadar da heyecanlıydım. Ayhan’a sorduğumu Soner’e de sormuştum. Cüneyt Hoca’yı tanıyor muydu? Kardeşlerin Cüneyt Sever’in kişisel gelişim seminerlerine katıldığını söylemişti o da. Bu seansların sonunda kardeşlerin çok değiştiğini, alkolü bile bıraktıklarını vurgulamıştı. Adam yaşam koçu gibi çalışıyordu ve kardeşlerin üzerinde etkisi çoktu. Bu yüzden sabah ilk iş olarak Cüneyt Hoca’yla görüşecektim. Bu adamın kardeşler hakkında herkesten çok bilgi sahibi olduğuna inanıyordum. Bir psikiyatri doktoruydu sonuçta. Kardeşleri her yönüyle tanıyor olmalıydı.
-III-
Olmadı! Sabah ilk işim Cüneyt Hoca’yla görüşmek, olmadı. Üniversiteye gittim, birkaç derse girdim, çıktım. Aradayken odama polisler geldi. Yaşlı olanı kendisini başkomiser olarak tanıttı. Maktuller hakkında sorular sorduğumu öğrenmişti. Simurg Bar’daki kız ya da Ayhan yumurtlamış olmalıydı bunu. Akraba yalanını uyduramamıştım polislere. Nasıl olsa araştırırlardı. Kardeşlerin yakın bir arkadaşı olduğumu söylemiştim. “Nerden tanışıyorsunuz,” dediklerinde kem küm yaptım, Simurg Bar’dan tanıyorum yalanını uydurdum fakat ikna edici olamamıştım. Haliyle şüphe çektim üstüme. İfadelerimi çelişkili bulup tutukladılar beni. Soruşturmanın içine sokmuştum kendimi, hem de resmi olarak. Kan basıncım bir kez daha yükselmişti. Bir cinayet soruşturmasında şüpheli durumuna düşmüştüm durup dururken. Şükrettiğim şu oldu en sonunda: yaptığım hacker’likten haberleri yoktu.
Yirmi dört saat nezarethanede kaldım.
Çıktıktan sonra Cüneyt Hoca’yı aradım hemen. Uslanmaz bir çocuk gibiydim. Aslında şöyle düşünüyordum: her ne idiyse olan olmuştu artık. Bu işi çözmeli ve kendimi tamamen aklamalıydım. Çünkü polisin gözünde bir şüpheliydim ve bunu kendime hiç yediremiyordum.
Kartvizitteki telefon numarasını tuşladım. Niyetim Cüneyt Hoca’nın ofisinde bir randevu ayarlayıp avukat kardeşlerle ilgili sorular sormaktı. Sekreteri çıktı telefona, kendimi tanıtınca hemen hocanın odasına bağladı telefonu. Kibar, kelimeleri seçerek konuşan bir adam çıktı karşıma.
“Bugün doluyum,” dedi Cüneyt Hoca. “Yalnız isterseniz akşam yediden sonra evde olacağım. Konum atarım gelirsiniz. Yıllanmış bir Fransız şarabım var, birlikte açarız, ne dersiniz?”
Teklifini seve seve kabul ettim. Şarap düşkünü olduğumdan değil. Evine davet ettiğine göre kardeşlerle ilgili epey bilgi sahibi olduğunu düşünmüştüm.
***
Gitmeden önce hocayla ilgili biraz araştırma yapacaktım. Bunun için odamda, oturduğum yerde bir oyun uydurdum kendime. Ben başkomiserdim ve karşımda yardımcım vardı. Bulduklarını bana aktarıyordu, ben de değerlendiriyordum. Polisçilik oynuyordum resmen ve çok eğleniyordum. Her şeye rağmen… Ülkenin bütün kurumlarının sitesi önümdeydi. Bunlardan bulduklarımı, olay hakkındaki düşüncelerimi hikâyeleştirdim. Gerçekleri bakın nasıl kurguladım:
“Başkomiser Hakan, Soner ve Ayhan’ın sorgusundan yeni çıkmıştı daha. Ona göre, her ikisi de dış kapının mandallarıydı. Ayhan, andropozda, kadın düşkünü, ziftlenmekten başka bir şey bilmeyen bir adamdı. Soner ise bulduğu parayı toza yatıran, tozu burnuna yedirecek fırsatı kollayan bir keşti. İkisi de kafalarını kaldırıp iki adamı öldürecek kadar ayık, sonra ortada hiçbir iz bırakmadan kaybolacak kadar zeki görünmüyorlardı. Maktullere karşı düşmanlıklarına rağmen öylelerdi.
Başkomiserin düşüncelerini yardımcısının sesi böldü.
“Evet, seni dinliyorum.”
“Başkomiserim istediğiniz araştırmayı yaptım,” diyordu yardımcısı, “Cüneyt Sever, 1982 doğumlu görünüyor. Fakat 1982 ve 1993 yılları arasında adamla ilgili hiçbir kayıt yok. Doğum belgesi bile yok ortada. Adam sanki 1982’de doğmuş sonra 1993’de çıkmış ortaya. Ben de üstüne gittim, ne öğrendim dersiniz?”
“Uzatma istersen…”
“Cüneyt Sever’in ailesi aslında gerçek ailesi değilmiş. Evlatlıkmış adam.”
“Ne çıkar ki şimdi bundan?”
“Bunu ilk başta ben de bilmiyordum başkomiserim. 1993 yılında, Ankara’da evlat edinilmiş çocuk kayıtlarına ulaştım. Çocuk Esirgeme Kurumu’nun verilerinden… ‘Cüneyt Sarıkaya’ ismine ulaştım. ‘Sever’ soyadını taşıyan hiç çocuk yoktu. Zaten bu soyadını da yeni ailesinden almış olmalı. Her neyse biraz daha kurcaladım. Sarıkaya, soyadına yoğunlaştım. Bu soy ismini sanki bir yerde görmüştüm. Biraz düşündüm ve hafızam beni yanıltmadı. Sarıkaya soyadı, Kerim ve Kerem Ambarcı kardeşlerin annesinin kızlık soyadıydı. Biliyorsunuz, hepsi kayıtlarımızda var.”
“Valla müthişsin, ne diyeyim?”
“Daha bitmedi başkomiserim. Arşivlerde Cüneyt Sarıkaya’nın anne ve babasını aradım. Ayşe ve Taner Sarıkaya… Baba, Taner Sarıkaya, 1989 yılında, yani Cüneyt yedi yaşındayken ölmüş. Annesi ise 1993 yılında, Cüneyt’in çocuk esirgeme kurumuna verildiği günlerde vefat etmiş.”
“Tamam da, bu adamların arasındaki akrabalık bize neyi gösterir ki? Cüneyt Sever’i en fazla polisten bilgi saklamakla suçlayabiliriz.”
“Başkomiserim haklısınız ama Cüneyt Sever’i baş şüpheli yapan çok önemli bir delil var elimizde.”
“Neymiş?”
“Bu Cüneyt Sever’in annesi, Kerim ve Kerem’in evinde tecavüze uğramış, sonra öldürülmüş.”
“Kerim ve Kerem’in parmağı mı var diyorsun bunda?”
“Polis çok araştırmış ama delil bulamamış.”
-IV-
Ne araştırma ama? Bunları bilerek gittim Cüneyt Sever’in evine. Ayhan ve Soner’in avukat kardeşlere karşı öldürecek kadar bir düşmanlığının olup olmadığını tam olarak bilmiyordum fakat Cüneyt Hoca’nın düşman olmak ve kardeşleri öldürmek için kocaman bir sebebi vardı. Tabii annesinin öldürülmesiyle alakaları varsa. Bunu da içeride öğrenmeyi, direkt hocaya sormayı planlıyordum.
Kapıda karşıladı beni. Telefonda kardeşlerin akrabaları olduğum yalanını uydurmuş, olayla ilgili bilgi topladığımı söylemiştim. Normal karşıladı her şeyi, hatta olmasını beklediğimden daha nazikti. İri kıyım bir adam sayılmazdı. Gölge katilimle pek uymuyordu eşkâli. Yoksa ben o gecenin karanlığında olduğundan çok daha iri mi görmüştüm adamı? Göz yanılsaması mıydı?
“İsterseniz çalışma odama geçelim,” dedi Cüneyt Hoca.
Deri koltuklardan birine oturup direk konuya girdim. “Kerim ve Kerem Cuma günleri düzenlediğiniz seminerlere katılıyorlarmış.”
“Evet, geliyorlardı.”
“Ben de bu konuda…”
“Biliyor musunuz bugün polisler geldi ofisime, onlar da sordu.”
“Doğrudur fakat ben…”
“Hatta sizi de sordular.”
Hiç şaşırmadım!
“Neden acaba?” diye sordum bilmiyormuş gibi görünerek.
“Bilmem, başkomiser çıkarken sordu, siz galiba kapı kapı dolaşıp araştırma yapıyormuşsunuz cinayetlerle ilgili.”
“Öyle de diyebiliriz tabii,” deyip geçiştirdim bunu.
Annesine getirememiştim daha sözü. Çünkü konuşmamızın burasında izin istedi Cüneyt Hoca. Başka bir odaya geçti. Birkaç dakika sonra elinde iki dolu kadehle geldi. Bahsettiği Fransız şarabı… Sakınca görmedim ve tadına baktım.
Keşke daha zeki olsaydım!
Bir dahaki bölümde anlatacaklarımı birebir yaşadım ve bunun yüzünden ne kadar utanç duyduğumu size kelimelerle anlatamam.
-V-
Kendime geldiğimde Fransız şarabının dumanı vardı kafamda. Yine de panik, kanımdaki alkolü emen bir sünger gibi gezmeye başlamıştı damarlarımda. Orada ölecektim. Biliyordum.
Aman Allah’ım sonum böyle mi olacaktı!
Cüneyt Sever, elinde avcı bıçağı –hançer sandığım meğer ucu tırtıklı bir avcı bıçağıymış- koca salonun ortasında dört dönüyordu.
Gölge katili bulmuştum, hem de polisten önce. Aferin bana!
Hayatımı ortaya koyduğum bir kumar oynamıştım resmen. Bilmeden, hislerimle mi gelmiştim buraya kadar? İnanamıyordum kendime.
“Annemi öldürdüler, anlıyor musun? Annemi öldürdüler! Defalarca tecavüz ettiler!”
Bunları söyleyip duruyordu Cüneyt Sever. Evet, sebep belli olmuştu, katil de öyle… Ayhan ve Soner aklanmıştı bir anda. Halbûki neler kurmuştum kafamda. Soner haciz davasından dolayı sinirli olabilirdi, Soner ise sevgilisiyle rahatça gezemiyor diye…
“Sen nereden biliyordun bunları?”
“Neyi? Ben hiçbir şey bilmiyorum yemin ederim!”
“Benimle oynama şimdi. Bu öldürdüğüm itler annemin bir akrabasının oğullarıydı. Yani benim de akrabamdılar. Sen benim yerime koydun sanki kendini, her şeyi çoktan çözmüşsün gibi gelip bunları söyledin bana!”
“Tesadüf! Yemin ederim tesadüf!”
“Dur, şimdi sana neler yaşadığımı anlatayım da tesadüf mü değil mi anlarız!”
Dinlemeye hiç de gönüllü sayılmazdım fakat Cüneyt Sever tam karşımdaki koltuğa oturup anlatmaya başladı.
“Babam öldüğünde daha çok küçüktüm, yedi yaşında falandım herhalde. Babamı pek tanımadım o yüzden. Fakat onun olduğundan beri anneme şiddet uyguladığını biliyordum. Öyle böyle değil, üzerinde sigara söndürdüğünü bile gördüm. Çok içerdi babam. İçtikçe döverdi annemi, yani hatırladığım kadarıyla… Babamın bir trafik kazasında ölmesinden birkaç ay önce annemle el ele verip kaçtık evden. Gideceğimiz hiçbir yer yoktu. Birkaç gece, orospuların, pezevenklerin cirit attığı bir otelde kaldık, bildiğin mezbelelik. Annem güzel kadındı, güzel olmasa ne olacak, kadın olması yeter. Erkek milleti değil mi işte! Şeker görmüş sinek gibi toplanmaya başladılar etrafına. Daha fazla dayanamadık. Paramız da bitmişti. Annemin çalıştığı yerden bir arkadaşı vardı, aynı zamanda baba tarafından akrabamız, Fahriye Abla… İyi kadındı. Akrabasıydı ama babam gibi değildi. Neyse, o bizi evine davet etti. Fakat evi küçüktü. Sığışamadık. Bahçede duran eski bir kamyon kasası vardı, üstü kapalı. Annemle bana yatak, döşek koydular oraya. Mevsim yazdı, yazı çıkarsak yeter diye düşünüyorduk. Fakat kamyon kasası malum, metalden… Olan güneşi çekiyor bütün gün. Geceleri sıcaktan uyunmaz hale geliyor. Mecbur kapı açık yatıyorduk biz de.
Fahriye ablanın iki oğlu vardı. Kerim ve Kerem… O dönemde biri on üç, biri on beş yaşında. Bir gece annemin çığlıklarıyla uyandım. Kerem iti annemin üstünde, Kerim de kapıda bekliyor. Çocuk aklımla anlamadım tabii ne yaptıklarını. Sırayla tecavüz ettiler anneme. Sonra annem feryat figan edip bağırmaya başlayınca, Kerem kapının önüne koyduğumuz taşı aldı vurdu kadının kafasına. Tek darbe yetti. Sesi bir anda kesildi annemin, sanırım anında ölmüştü. Ne yapacağımı bilemedim. Sabaha kadar annemin kanından oluşan bir birikintinin üstünde oturdum. Kâh uyudum, kâh uyandım, kâh ağladım, kâh anneme uyanması için yalvardım.
Bir türlü uyanmadı ama!
Sonra bu itlerin kaçtığını duydum. Polisler hiçbir zaman bulamadı izlerini. Bulsalar bile onları cinayeti bağlayan bir delil de çıkmadı ortaya. Sonuç ne oldu dersin? Ben yetiştirme yurduna, annem mezara…
Geçen sene, seminerlere geldikleri ilk gün tanıdım onları. Kerem’in yüzünde hala o arsız sırıtış duruyordu. Kerim de her zamanki gibi abisinin yancısıydı. Yıllarca bunlarla uğraştım, travmam olmuşlardı. Tam iyileşiyordum ki orospu çocukları çıktı geldi geçmişten. Evet, olan oldu. Katil oldum en sonunda. Fakat sebepsiz yere öldürmedim.
Çok uzattım biliyorum. Şimdi sana gelelim. Neden burnunu soktun ki bu işe? Farkına varamadın mı? Bu işi uzun süredir planlıyordum. Ne kadar temiz çalıştığımı göremedin mi? Beni asla bulamayacaklar. Sana çok yazık olacak. Bir de üzgünüm ama cesedini bulmalarına da izin veremeyeceğim. Çünkü kimseye, Cüneyt sebepsiz öldürdü, dedirtmem.”
Sesi kesildi bir anda. Fakat hala oturuyordu yerinde, başı önüne düşmüş durumdaydı. Hızlı hızlı soluk alıp verdiğini duyabiliyordum. Bense yalvarıyordum. Filmlerde, dizilerde insanların katillerine yalvarmalarını defalarca izlemişimdir ve boşuna yalvardıklarını düşünmüştüm her zaman. Şimdi aynısını ben yapıyordum.
Ellerim ve ayaklarımda plastik kelepçeler vardı. Fena halde uyuşmuş durumdaydım. Fakat içimden sıcak bir şeylerin yukarı doğru çıktığını hissedebiliyordum ve o his kalbimi patlatacaktı neredeyse. Beynimdeki bütün alarmlar hayatta kalmam için kurulmuştu. Bas bas bağırıyorlardı… Biraz sonra, Cüneyt Sever ayağa kalktığında, onlar da zembereğinden boşalacaktı.
“Neyse, anlayacağın, o geceden sonra, kendime gelemedim. Her şey bundan ibaret!” dedi. Son noktayı koyuyordu sanki. Bir romana, bir öyküye son noktayı koyar gibi.
Ayağa kalktı. Şimdi bir dev olmuştu karşımda. Gölge katil hançerini çıkarmıştı. Sesim kısıldı bir anda, ağzımdan tek kelime çıkmadı. Çıkamadı… Gözlerimi kapayıp başımı geriye attım. Her an tokat yiyecek gibi bekliyordum. Tokattan daha fazlasına maruz kalacağım kesindi. İçimden, “Ne olur burada bitmesin, ne olur Allah’ım, burada bitmesin!” diye yalvarıyordum.
Sonra tok bir ses geldi kapıdan. Ardından bir çatırdama sesi. Kurtuluyordum. Çünkü polisler eve giriyordu.
-SON-