Dedektif Dergi olarak geçtiğimiz sayılarda farklı kitap kulüplerine konuk olmuş, toplantı notlarımızı sizlerle paylaşmıştık. Okuma kulübümüzde yaptığımız toplantıları önceki sayılarda yayımladık. Okumayanlar veya tekrar okumak isteyenlere önceki sayılara bir göz atmalarını salık veririz.
Bu sayı için Gencoy Sümer’in tavsiyesiyle İzlanda polisiye edebiyatının yüz akı Arnaldur Indrıdason’un Sular Çekildiğinde romanını okuduk ve tartıştık.
Altı Dedektif Dergi yazarının katıldığı toplantıdan hem okur hem de yazar olarak büyük keyif aldık. Sözü uzatmadan Gamze Yayık’ın sunumunu yaptığı kulüp toplantımızın sadeleştirilmiş metnini sizlerle paylaşmak isteriz. Kitabı okumak isteyen okurlar için sürpriz bozan uyarısı vererek başlayalım. Keyifli okumalar.
Gamze Yayık: Arnaldur Indradason 1961’de Reykjavík İzlanda’da doğdu. Üniversitede tarih okudu, gazetecilik ve film eleştirmenliği yaptı. Romanları 36 dile çevrildi. İsveç’ten Martin Beck ödülü, İngiltere’den CWA Altın Hançer ödülü, Fransa’dan Grand Prix de Mystere ve Caliber ödülleri, İskandinav bölgesi yazarlarına verilen Sırça Anahtar ödülü (2 kez) aldı. Romanları 14 milyonun üzerinde sattı. Indridason, The Guardian gazetesi tarafından 2011 yılında Avrupa’nın en iyi polisiye yazarları listesinde bir numarada gösterildi. Dedektif Erlendur serisinin on dört kitabından beşi (Sırlar Şehri, Hipotermi, Sesler, Kutup Soğuğu) Doğan Kitap ve Sinemis Yayınları tarafından Türkçeye kazandırılmıştır.
Indridason bir röportajında yazım stilini şöyle anlatıyor,“Ben İskandinavya’dan gelen sosyal gerçekçilik üslubunda yazıyorum. Gençliğimde Maj Sjöwall ve Per Wahlöö’nün detektifi Martin Beck’in o muhteşem atmosfer ve polis gerçeğiyle dolu öykülerini okudum. Amerikan yazarları arasında Ed McBain beni çok etkilemiştir. Bu kitaplar sosyal gerçekçiydi. Ne patlayan bombalar ne de çete savaşları… Sadece sizin benim gibi insanların başına gelenleri anlatıyorlardı. Bu eserlerime yansıdı, yazdıklarımda mutlak gerçekçi olmaya, gerçekten yaşayabilecek karakterleri anlatmaya çalışırım.”
Yazarın ilk eseri Myrin aynı zamanda İzlanda’nın da ilk suç romanı. Myrin (Jar City- ya da bizdeki adıyla Bataklık), 2006 yılında Baltasar Kormakur tarafından filme çekilmiştir. Derbeder ve depresif dedektif karakter Erlendur Sveinsson maceralarının üçü sinemaya aktarılmıştır.
Okuduğumuz roman Dedektif Erlendur’un 4. macerası. Kitabın orijinal ismi iskeletin bulunduğu gölün adı Kleifarvatn’dan alınmış.
Romanın çevirmeni Sıla Okur, İstanbul Üniversitesi İngiliz Dili ve Edebiyatı bölümünden lisans, İstanbul Bilgi Üniversitesi Kültürel İncelemeler Programı’ndan yüksek lisans derecesine sahiptir. 1998 yılında başladığı çevirmenliği, 2006 yılından bu yana S&S Çeviri şirketinin kurucu ortağı olarak sürdürüyor. İnternette çevirileriyle ilgili eleştiriler var. O ve onun gibi seri çeviri metin üretenler hakkında dilin ve içeriğin kalitesini düşürdükleri suçlamaları yapılmış. Ben kitabı okurken şüpheli gördüğüm bazı cümleleri İngilizce aslıyla kıyasladım. Çevirmenin metne çok sadık kaldığını gördüm. Ancak yazar romanı İzlandaca yazdığı için biz çevirinin çevirisini okuduk. Orijinal metindeki tadın bozulmamasını beklemek gerekir.
Türkçe basılan romanın kapak tasarımı Geray Gençer’e ait. Sanatçı 2003 yılında Bilkent Üniversitesi’nde lisans eğitimini, 2013 yılında Bilgi Üniversitesi Görsel İletişim Tasarımı Bölümü’nde yüksek lisansını tamamladı. European Design Awards tarafından Altın Ödüle layık görülen, Amerika Grafik Sanatlar Enstitüsü (AIGA) seçkisine ve New York Type Directors Club yıllığına kabul edilen ilk Türk tasarımcısı oldu. Gençer, kendi stüdyosunda çalışmalarını sürdürmekte ayrıca Bahçeşehir ve Işık Üniversitelerinde öğretim görevlisi olarak görev almaktadır.
MEKÂN VE ZAMAN
Romanın hemen başında iskeletin bulunduğu Kleifarvatn, İzlanda’daki Reykjanes yarımadasının en büyük gölüdür. Yeraltı suyu sayesinde sulak kalan gölde 2000 yılındaki İzlanda depremi sonrası su seviyesi düşmüş, ilerleyen zamanlarda da çökelti birikimi nedeniyle gölün daha da küçülmesi bekleniyormuş.
Diğer mekân Leipzig, İkinci Dünya Savaşı sonrası Sovyet kontrolünün etkisinde, Doğu Almanya sınırları içinde bir şehir.
Romanda yazar tanrısal anlatıcı aracılığıyla güncel zamanda dedektiflere soruşturma yaptırıyor, zaman zaman da İkinci Dünya Savaşı sonrası 1950’ler ve 70’lere geri dönüşler yapıyor. Cesedin gölde bulunduğu ve soruşturmanın sürdüğü zaman günümüz, kurban ve katilin tanıştığı ve çatışmanın yaşandığı zamansa geçmiş.
ROMAN KARAKTERLERİ
Dedektif Erlendur Sveinsson: Zeki, asosyal, dul, kayıp vakalarına, özellikle kendi kardeşinin kayıp olayına takıntılı, işini her şeyin önünde tutan, çocuklarıyla anlaşamazken ortaklarıyla uyumlu çalışabilen biri. Kadınlarla ve içkiyle arası iyi ama en çok yalnız kalıp buzullarda kaybolan araştırma grupları hakkındaki kitapları okumayı seviyor.
Sindri Snaer ve Eva Lind: Erlendur’un çocukları. Erlendur eşinden ayrıldığında çocuklarını da terketmiş. Çocuklar büyüyünce babalarıyla görüşmek istemişler. Babalık Erlendur’un meziyetlerinden biri değil. Çocukların travma ve kötü alışkanlıkları da babalarıyla sağlıklı bir ilişki kuramamalarına neden olmuş.
Elinborg ve Sigurdur Oli: Dedektif Erlendur’un meslektaşları ve yardımcıları. Elinborg kadın, kuralcı, dikkatli ve insancıl bir polis. Yemek yapmayı hobi edinmiş ve bir yemek kitabı yazmış. Sigundur Oli radikal siyasi görüşleri olan, fikirlerini belirtmekten çekinmeyen, özel hayatı ve kişiliği konusunda hassas bir polis. Her ikisi de evli, Erlendur’un daha sosyal ve mutlu olması için uğraşıyorlar.
Valgerdur: Erneldur’un kadın arkadaşı. Eşiyle sorunlar yaşıyor ve romanın sonunda boşanmaya karar veriyor. Karakterimizle seviyeli bir arkadaşlık yürütüyor. Kadın bu romanda figüran bir karakter ancak serinin ilerleyen kitaplarında daha etkin bir rolü olacağa benziyor.
Marion Briem: Erlendur’un eski amiri. Sağlık sorunları nedeniyle bakımevinde. Dosya hakkında bilgisi var.
Katilimiz Tomas: Üniversite eğitimi için Doğu Almanya’ya giden sosyalist, idealist İzlandalı bir genç. Leipzig’de, üniversitede yaşadıkları hem siyasi görüşünü hem de hayat akışını temelden sarsıyor. Sevgilisinin akıbetiyle ilgili öğrendiği gerçekler onu yakın arkadaşı Emil’i öldürmeye kadar götürüyor. Polisin olayı çözeceğini anlayınca arkasında gerçekleri anlatan bir mektup bırakarak intihar ediyor.
Cesedi gölde bulunan Kurbanımız Emil, İzlandalı bir öğrenci, Tomas’ın arkadaşı. Zayıf karakterli biri, Tomas’ın sevgilisi Macar Ilona’ya karşılıksız bir aşkla tutkun, Leopold sahte isimle ve traktör satıcısı paravanıyla kendi ülkesine karşı casusluk yapıyor.
Lothar Weiser: Alman casus. Doğu Almanya’ya gelen sosyalist eğilimli gençlerle yakın ilişkiler kurup onları birbirini ele vermeye zorluyor, kendi ülkelerinde Sovyet Rusya adına casusluk yapmaya teşvik ediyor. Bunu yapabilmek için tehdit, şantaj, işkence gibi insanlık dışı yöntemleri kullanmaktan çekinmiyor.
Gelelim romanımızın konusuna, hikâye Sunna isimli biyoloğun göl kıyısında bir ceset bulmasıyla başlıyor. Kurban başına aldığı darbeyle ölmüş, ayaklarına bağlanan ağır bir Sovyet üretimi telsizle göle atılmıştır. Vakaya Dedektif Erlendur ve ekibi atanır.
1950’lerin ortalarında Doğu Almanya’da Sovyet rejiminin katı yönetimi etkilidir. Leipzig Üniversitesi Doğu Avrupa ülkeleri ve İzlanda’dan sosyalist öğrencileri kabul etmektedir. Tomas da bu gençlerden biridir. Ülkesindeki fakirlik ve eşitsizliğe sosyalizmin çare olacağına büyük inanç besler. Macar bir genç kız olan Ilona’yla tanışır, âşık olurlar. Gençler birlikte yaşama kararı alır. Ilona hamile kalır.
Yaşadıkları zor şartlar ve sosyalizmin uygulamada arzu ettikleri gibi işlemediğini görmeleri onları muhalifliğe iter. Ilona tutuklanır ve ortadan kaybolur. Tomas bütün çabalarına rağmen kıza ulaşamaz ve okulu bırakıp ülkesine döner. Almanya birleştikten sonra Liepzig’e ve Ilona’nın ailesinin yaşadığı Macaristan’a gider ancak kızı bulamaz.
Yıllar sonra, üniversitede danışmanlık görevi yapan, aslında Sovyet ajanı bir Alman olan Lothar Weiser’ı Reyhjavik’te görür. Weiser’ı takip eden Tomas üniversiteden arkadaşı Emil’in Iona’yı ihbar eden kişi olduğunu öğrenir. Emil, Almanya’dan döndükten sonra Sovyet Rusya için casusluk yapmaya başlamış, ismini Leopold olarak değiştirmiştir. Tomas yüzleşmek için Emil’in karşısına çıkar. Emil, Ilona hakkında kötü sözler edince öfkesine yenilir, kürekle başına vurarak Emil’i öldürür. Lothar Weiser gelir, Tomas’a kimseye bir şey söylememesini tembihler, Emil’in cesedini telsiz cihazına bağlayarak göle atar ve ortadan kaybolur.
Tomas cesedin gölde bulunduğunu haberlerden öğrenince yakalanacağını düşünerek Leipzig’de yaşadıklarını kağıda döker. Erlendur ve ekibi yoğun sorgu ve soruşturmadan sonra kapısına dayandığında da silahla intihar eder.
Roman hakkında genel görüşüm şöyle; iyi bir kurgusu var, karakterler sağlam. Diyaloglar sade ve yerli yerinde. Yazar geçmişe gidiş dönüşlerle muammayı korumayı başarmış. Ben romanın son dörtte birine kadar göldeki cesedin Lothar Weiser olduğunu düşünmüştüm. Ancak son bölümlerde Emil olduğunu anladım. Hikâye içerik olarak çok zengin. Aşk var, sosyalizm sorgulaması var, İskandinav ülkelerinde oldukça yaygın olan intihar vakaları, Erlendur ve ailesi üzerinden yalnızlık, madde bağımlılığı, parçalanmış aile ve çocukluk travmaları üzerine düşündürüyor bizi. Yan hikayeler ana hikâyeye eşlik ediyor ve okuru çoğunlukla hüzünlü toplumsal tespitlere götürüyor. Çiftçi Haruldur ve zekâ geriliği olan kardeşi Johann, eşinin trafik kazasında ölümünden kendini sorumlu tutarak sürekli Sigundur Oli’ye telefon eden adam, ortadan kaybolan sevgilisini yıllarca sabırla bekleyen ve evlenmeyen kadın gibi.
Bu anlamda toplantının başında da bahsettiğim yazarın sosyal gerçekçi üslubu başardığını rahatlıkla söyleyebilirim. Sunumum bu kadar. Söz sizlerin…
Ramazan Atlen: Dedektif Erlendur serisine ait kitaplar Türkçeye sırasıyla çevrilmemiş. O nedenle sesler romanını önce okumakta fayda var. Bu kitapta yazar okuduğum diğer romanlarından farklı bir anlatım yolu seçmiş. Burada hikâye iki koldan ilerliyor. Gencoy Sümer’in bize sık sık anlattığı gibi bir yandan soruşturma sürer, diğer yandan cinayetin hikayesini öğreniriz. Bu romanda da katili cinayet işlemeye götüren olayları görüyoruz. Katilin kim olduğu geçmişteki hikâye anlatılmaya başlayınca zaten anlaşılıyor. Buradaki muamma daha çok kurbanın kimliği ve cinayetin nedeni. Romanı on yıl önce okumuştum. Konuyu bildiğim için bu sefer yazarın tekniğine odaklandım.
Mekân tasvirleri az ve detaylardan arınmış. Sahne sahne ilerlerken gün ve saat verilmiyor. Arada geçen bazı olayları bilmiyoruz, bunlar muhtemelen kurgu içinde bir önem taşımıyor. Her sahneye kısa bir cümleyle başlıyor yazar. Yazarın söyleşilerinden derlediğim bir yazım Dedektif Dergi’nin 30. sayısında yayınlanmıştı. Size o yazıdan Indridason’un yazarlık anlayışıyla ilgili bir şeyler okumak istiyorum. Diyor ki “Benim için karakterler çok önemli. Okur karakterlere kayıtsız kalıyorsa veya pek ilgilenmiyorsa hikâyeyi anlatmanın benim için bir önemi olmadığını sık sık söylerim. Karaktere her zaman büyük önem verdim, onu geliştirebilmek için kendime olay örgüsüne harcadığımdan çok daha fazla zaman tanırım. Hikayedeki tüm yarım kalmış işleri halletmemiş olsam da çoğu zaman söylemek istediğim her şeyi söylemiş olurum. Yani yazmaya başladığımda aklımdaki en önemli şey konu değil hikâyenin içinde yaşayacak olan karakterlerdir. Süslü anlatımlara katlanamayan birisiyim. İzlanda sagalarının bu derece eğlenceli olmasının nedeni konuya bağlı kalmaları ve harika bir dil kullanılmasıdır. Nasıl hikâye yazılacağını öğrenmek istiyorsanız sagaları okumalısınız. Kelimeleri tutumlu kullanmak benim yazarken başarmaya çalıştığım bir şey. O nedenle kitaplarım uzun değildir. Olabildiğince az kelimeyle mümkün olduğunca çok şey söylemek, hikâyenin temel fikri ve atmosferi hakkında uzun uzun yazmaktansa okurun dolduracağı boşluklar bırakıyorum. Okura güvenmeli. Okuyucusuna güvenmeyip her şeyi kusarcasına yazan o kadar çok insan var ki…metne hayat veren okurdur. Lafı ağzımda gevelemek benim tarzım değil.”
Çeviriyle ilgili şunu söylemek isterim. Özellikle diyaloglarda çok bizden cümleler vardı. Bu benim sevdiğim bir çeviri tarzıdır.
Gamze Yayık: Haklısın, ben de severim. Bir yerde “delikli kuruş” tabiri geçti. Bizde var acaba İzlanda’da da mı var diye baktım, varmış.
Güneş Barguş: Kitapta birkaç yerde şu söz geçti, ‘memleketin her tarafı kör itin öldüğü yerdi’. Duymamıştım böyle bir söz.
Gamze Yayık: Ben de hiç duymadım. Çevirmenin nereli olduğuyla ilgili olabilir.
Güneş Barguş: Sosyal gerçekçilik anlamında tespitler var. Mesela “Aldatan erkekten daha korkak bir yaratık yoktur.” Yazar da erkek, erkekleri çok iyi tanıyor. Kadın olsaydı, feminist düşüncelere sahip olduğunu düşünebilirdim. Bir yerde şöyle başlıyor bölüme, “Çevresine kolay alıştı. Rutubetsi döşek kokusu, orta kattaki banyonun burun direğini kıran leş gibi kokusu…” diye devam ediyor. Bir eğitimci olarak dikkatimi çekti. 2-6 yaş çocuklar söze sanki siz konuyu biliyormuşsunuz gibi başlar. Yazar da bu şekilde olaya ortasından girip başa dönüyor ve sonlandırıyor. Bu anlatım beni önce rahatsız etti. Okudukça alıştım.
İsimler nedeniyle zorlandım. Cinsiyetlerini bilmediğim için Elinborg’un kadın olduğunu çok sonra anladım. Romanda tarihi bilgiler vardı. 1947-91 arasındaki soğuk savaş dönemine dönüp tekrar baktım. Bu açıdan roman hoşuma gitti. Aslında tarih sevdiğimi düşünmüyordum ama bu romanda hoşuma gitti.
Derin Gezmiş: O bölge hikâye açısından güçlü bir bölge. Romanlarda konu sıkıntısı yaşamıyorlar. Savaş, casusluk vs. Grange’da da böyledir. Romanı çok beğenerek okudum, yazarın başka kitaplarını da okumayı isterim. Yan hikayeleri de sevdim. Örneğin Dedektif Erlendur’un çocuklarıyla olan ilişkisinde Erlendur kötü bir baba gibi görünüyor ama belki de sevmeyi hiç öğrenmemiştir. Aslında çocuklarına nasıl davranacağını bilmiyor. Onlar için çok endişeli ama onlara nasıl yaklaşacağını bilmiyor, o nedenle önemsemiyormuş gibi davranıyor. Bence yazar bunu çok iyi anlatmış. Yıllardır kaybını bulmayı bekleyen kadınının duygularını başarıyla okura hissettiriyor. Kitapta kayıp konusunun baskın oluşunu sevdim. Eşini ve çocuğunu trafik kazasında kaybeden adamı sonraki kitaplarda göreceğiz sanırım. Kurbanın Lothar olduğunu sandım, onu kötü bir karakter sandık ama aslında onun öğrencileri zaman zaman uyardığını gördük.
Ramazan Atlen: Evet, yazar onu saf kötü olarak çizmemiş.
Derin Gezmiş: Bir polisiye okuduk elbette ama ben daha çok arkadaki hazin aşk hikayesinden etkilendim. Tomas’ın intihar edişi hoş olmadı, o bölgede intihar oranının yüksek olduğunu biliyordum.
Gencoy Sümer: Arnaldur Indridason adını ve romanlarını Ramazan Atlen’in Dedektif Dergi’deki yazısıyla tanıdım, çok ilgimi çekti. Kitapları okudum ve yazarı beğendim. Bu ikinci okuyuşum olduğu için daha sindirerek okudum. Ramazan’ın dediği gibi biri geçmişte, biri günümüzde geçen iki ayrı öykü anlatılıyor. Soruşturma ve ona sebep olan olayların başlangıcı anlatılıyor. Günümüzde geçen öykü içinde yine birkaç başka hikâye anlatılıyor. Emil karakterinin Leopold ismiyle yaptığı faaliyetler ve aniden ortadan kayboluşu bunlardan biri. Bu pek çok insanı etkiliyor, polisi, çiftlik sahibini, işverenini, terkedildiği zannedilen kadını etkileyen bir olaylar dizisi var. Bu tarz romanlar hoşuma gider. Sıcağı sıcağına değil de geçmişte işlenmiş bir suçun soruşturulduğu romanları severim, kanıtlar ortadan kalkmış, ipuçları kaybolmuş, tanıklar ölmüş yahut hafızaları zayıflamış ve bunun üzerine yürütülen bir soruşturma. Feneryolu Cinayetleri romanımda da öyle bir soruşturma vardı. Bu tip hikayelerde farklı görüşler, anlatımlar olur. Ancak doğru tektir, soruşturmalar araştırmacıları içlerinden birine ulaştırır. Okuduğumuz roman toplumsal gerçekçi bir romandı. Yazar güzel bir konu yakalamış. Güzel bir anlatımla soğuk savaş döneminden Doğu Almanya’da yaşanan bir dramı, bir aşk hikayesini aktarıyor.
İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra iki kutuplu bir dünya kuruldu. A.B.D savaşa katılıp Avrupa’ya çıkınca Almanya’nın Rusya üzerindeki etkisi azaldı. Almanya Stalingrad’a saldırmış, uzun süren çatışmalar olmuştu. Almanya kaybedip geri çekilince bu sefer Rusya ilerledi. Rusya fakir bir ülke olmasına rağmen ordusu kalabalıktı. Amerika ve müttefikleri bir yandan, Rusya diğer yandan ilerleyerek Almanya’ya kadar geldiler, Berlin’de karşılaştılar. Böylece şehir haritada ikiye bölündü. Utanç Duvarı işte bu sınırı belirliyordu. Batıya kaçışları engellemek için Ruslar tarafından inşa edildi. İşte bu dönem bizim ünlü casusluk edebiyatının ana damarıdır. Özellikle Doğu Almanya’da Ruslar tamamen kendine bağlı suni bir ülke kurdurdu. Macaristan, Polonya, Çekoslovakya, Bulgaristan’da rejimler değişti, Komünist hükümetler kuruldu. Batı’daki NATO’ya karşılık bunlar da Varşova Paktı’nı kurdular. Her an savaş çıkacakmış gibi gergin bir siyasi ortam oluştu ve yıllarca devam etti. A.B.D ve Rusya silahlanma yarışına girdiler. Macaristan ve Çekoslovakya demokratik olarak gelişmiş ülkelerdi. Bu ülke halkları diktatörlük rejimini kabullenmekte zorlandılar. Macaristan’da 1953 yılında bastırılan bir ayaklanma oldu. 1958’de bir ayaklanma daha oldu. Bu olaydan sonra Sovyetler Birliği Varşova Paktı üyeliğindeki hakkını kullanarak Macaristan’ı işgal etti. Romandaki Ilona Sovyet rejimine karşı çıkan direnişçilerden biri ve Doğu Almanya’da hem ülkesi hem düşünceleri için mücadele ediyor. Ancak Doğu Almanya, Rus tahakkümü altında o sırada tabii.
Şahsen o yıllarda İzlanda’nın Doğu Almanya’ya öğrenci gönderdiğini bu romanı okuyunca öğrendim. Komünizme yakınlığı olan İzlandalılar olduğunu bilmiyordum. Yazar bize güzel, dramatik, aşkla harmanlanmış bir casusluk hikayesi de anlattı. Zaten romanda bir aşk hikayesi olmalı ki hikâye güzelleşsin, tadı olsun, keyifli olsun. Yazar bunları başarıyla kullanmış.
Polisin elinde son derece kısıtlı ipucu vardı. Hatırlarsanız Soğuk Savaş 1990 yılında birdenbire bitti. 1950’den beri iktidar olan partiler çöktü. Almanya’nın Cumhurbaşkanı Erich Honecker Güney Amerika’ya kaçtı. Doğu Almanya inanılmaz bir şekilde yok oldu. Bir devletin böyle ortadan kalkması tarihte görülmemiştir, özellikle de modern çağda. Bu kadar tarih bilgisi yeter. Romanı İskandinav polisiyesinin bir parçası olarak görüyorum. İzlanda İngilizvari görünür ama değildir. Shetland dizisini izlediniz mi bilmiyorum o adalar da Britanya’ya bağlı ama halk kendini Norveçli addeder. Roman İzlanda hakkında da hoş bilgiler içeriyordu. İskandinav polisiyesi Martin Beck ile başlar, doğrudur. İskandinav ülkelerinin kasvetli atmosferi, insanlarının yalnızlığı işlenir. Orada ömür uzun, insanlar 80-90 yaşında henüz dinç. Bizde de artık yavaş yavaş değişiyor gerçi ama ülkemizde yaşlılara çocukları bakar. Ama o ülkelerde öyle değil. Erlendur da tıpkı eski amiri Marion gibi bir bakımevinde yaşlanıp ölecek. Yalnızlık teması Martin Beck’te de vardır.
Modern polisiyede klasik polisiyenin aksine dedektifin özel hayatı anlatılır. Klasik polisiyelerde dedektif biraz gizemli bırakılırdı. Bu romanda ailevi ilişkiler tam dozunda verilmiş. Bıktırmıyor, okuru ana konudan uzaklaştırmıyor. Örneğin hanım arkadaşıyla geçirdikleri geceyi anlatırken konu biraz uzayacak gibi oldu, eyvah diyordum ki son beş satırda telefon çaldı. Huzurevinde kalan çiftlik sahibiydi arayan, gel sana her şeyi anlatacağım dedi. Bölüm orada bitti. İşte bu çok güzel bir kanca. Öykülerinizde mutlaka bu tür kancalar kullanmaya bakın. Bunlar okuru meraklandırır, romana, hikâyeye devam etmesini sağlar. Roman gereksiz tasvirlerden, karakter tanımlarından, detaylardan arınmış. Dikkatinizi çekmiştir, anlatılan iki hikâyeden geçmişte olanı daha özene bezene yazılmış. Almanya’da geçen kısımlarda az diyalog var, cümleler daha uzun, mantık yürütmeleri, psikolojik tahliller, kelime oyunları yapmış yazar. Kitabın edebi kısmı orası. Genelde geçmişteki hikâye polisiyede edebi tekniklerin kullanıldığı bölümdür. Soruşturma kısmıysa yavandır, tek başına bir anlamı yoktur. Ancak diğeriyle birlikte var olabilir. Yazarın o kısmı özenerek yazdığı çok belli. Sıkılmadan okunuyor. Benim için kitabın tek olumsuz noktası, yer ve kişi isimleri oldu. Bir karakterin kadın olduğunu uzun süre anlamadım. Karakterin kadınlara özgü davranışlarından hiç bahsetmiyor.
Gamze Yayık: Bazı polisiyelerde kadın bedeni üzerine çok fazla güzelleme olur ya burada yoktu.
Gencoy Sümer: Evet, kadınla dalga geçme, alay etme, küçümseme yok.
Gamze Yayık: Roman karakterleri fiziğiyle değil kişiliğiyle orada.
Ramazan Atlen: Erlendur serisinin şöyle de güzel bir tarafı var. Erlendur’un çocukluğunda kardeşinin kayboluş hikayesi var ya, bu adamın tüm hayatını etkilemiş, takıntısı haline gelmiş. Bu nedenle kayıp vakalarına büyük ilgi duyuyor. Seride her kitap kardeş kaybı meselesini biraz daha açıyor.
Gencoy Sümer: İzlanda ilginç bir ülke. Orada sürekli yer sarsıntıları oluyor. Toprak kayıyor, buzullar yer değiştiriyor, topraktan su fışkırıyor. Bu yüzden kaybolma vakaları çok. Az nüfuslu bir ülke ama bu şartlardan ötürü kaybolmalara doğal gözüyle bakılıyor. Coğrafi nedenler yüzünden kayıplar fazla.
Toplantımız İzlanda, İskandinav polisiyesi üzerine yoğunlaşan sohbetle devam ederken siz sevgili okurlarımızla şimdilik vedalaşıyoruz. Keyifli okumalar.