Yeni Sayı Çıktı!

En son hikaye, röportaj ve yazıları şimdi tıklayıp ücretsiz okuyabilirsiniz!

Yeni Sayı Çıktı!

En son hikaye, röportaj ve yazıları şimdi tıklayıp ücretsiz okuyabilirsiniz!

Tefrika: Kule/3

Diğer Yazılar

BİR EFSANE BİR CİNAYET

DURU GÜZELLİK SALONU

KARMANIN RENGİ: TURUNCU

Çağan Dikenelli
Çağan Dikenelli
Çağan Dikenelli, Sa­int Jo­seph Ko­le­ji’nde öğ­re­ni­mi­ni ta­mam­la­dık­tan son­ra, Do­kuz Ey­lül Üni­ver­si­te­si Gü­zel Sa­nat­lar Fa­kül­te­si Si­ne­ma Bö­lü­mü’nden mezun oldu. 1969, izmir doğumlu olan polisiye yazarı aynı zamanda senaristlik ve yönetmen yardımcısı olarak sinema ve televizyon sektöründe de çalışmıştır. Kör Fa­hi­şe Bı­ça­ğı Me­lek Tey­ze po­li­si­ye di­zisinin ilk kitabıdır ve oğlak yayınevinden çıkmıştır. Çağan Dikenelli'nin polisiye dergimizde yayınlanan eserlerini bu sayfada bulabilirsiniz.

13

 

Uçurumun eşiğinde sallanarak duruyordum, bitmiş tükenmiş, yaşama arzusunu kaybetmiş bir berduş gibi. Ağaca bakıyordum dimdik. Ayaklarımın altından, metal işletmelerindekine benzer yoğun bir gürültü yükseliyordu. Sağlıklı, her zaman dallarında kalacaklarmış gibi görünen kocaman yapraklar tehlikeli bir şekilde hışırdıyordu karşımda. Boğma isteğiyle saldırıyordu yağmur üstüme. Alacakaranlıkla birlikte arkama pembelik, önüme karanlık bulutlar yerleşmişti. O kadar küçüktüm ki orada, konuşsam vızıltımı benden başka kimse duymayacaktı sanki. Ve ben bu duyguyla alay edercesine fısıldayarak başladım lafa. “Dalga geçmek için hayatta kalmama izin verdiniz,” dedim öfkeyle. “Ama bitti,” diye tısladım ardından. “Artık yapacağınız hiçbir şey yok. Kaderime ben karar vereceğim, siz değil.”

Kızın korku dolu bakışları gözümün önünden gitmiyordu bir türlü. Kaçıyor, uzaklaşıyordu her saniye. Yer sarsılıyordu arada. Gölgelerin her yere kudurmuş köpekler gibi saldırdığını duyabiliyordum. Bir cevap bekliyordum, hemen o anda. Konuşmasını, bir açıklama yapmasını istiyordum bir şeylerin.

“Niye aldınız onu?” dedim tükürürcesine. “Neden herkesle birlikte ölmesine izin vermediniz o zaman? Ben çok iyi biliyorum ne yapmak istediğinizi. Tüm derdiniz benimle oynamak. Kuleye geri dönsem birkaç gün sonra Kurt’u da alacaksınız elimden. Tüm yaşamımı aldığınız gibi.” Abartılı bir kahkaha savurdum. Uçurumun dibine yerleşmiş koyu karanlığa diktim gözlerimi. Korku denen duygu o kadar uzaktı ki artık. Geçmişimden bile daha uzak. Anlam denen o garip şeyi çok önce yitirmiştim zaten. Bir türlü silinmiyordu yüzümden o gülüş. Küfredercesine bir alaycılıkla bırakmak istiyordum onları arkamda. “Allah’ın belaları! Karşıma geçin ve bir şeyler söyleyin. Bunu hak ediyorum en azından!”

Bağırışım rüzgârla yağmurun savaşında yitip giderken bir kişneme yükseldi birden, tam arkamda. Dudaklarım iyice kıvrıldı. Gözlerime yerleşmiş meydan okumayla birlikte yavaşça döndüm. Beyaz at, orada, karşımdaydı. Huzursuzca kıpırdanıyor, toynaklarını yere çarparak pozisyon değiştirirken burnundan homurtular saçıyordu. Aramızdaki mesafe en fazla iki metreydi. Korkuyormuşçasına telaşlı hareketler sergilerken bir yandan da çekim gücüme kapılmışçasına yaklaşıyor, gözlerinin aklarını belerterek başını geriye atıyordu.

“Defol git buradan!” diye bağırdım. “Seni baş belası!” Saçımdan, sakallarımdan su damlacıkları saçıldı ileri doğru. “Şimdi de senin mi dilin açıldı?”

Kasları incecik fışkırıyordu derisinin altından. Homurdanıyor, kişniyor, yana dönerek yaklaşıyordu. Sarf ettiğim küfrün boş olduğu, ağzımdan çıkar çıkmaz bir tokat gibi inmişti suratıma. Onu seviyordum bir şekilde. İlk gördüğüm an kalbimin derinliklerinde hissetmiştim bunu. Acıma duygusuyla baş etmeye çalışarak öylece durdum. Ne yapacağımı bilmiyordum. Üstüne mi binmemi istiyordu? Kaçıracak mıydı beni? Ama bitmişti bu yaşam benim için. Kızın koltukaltıma doğru kayışı, ben de deyişi oynaşıyordu aklımda. Hayal kurmayın ha! Ha ha ha! Kocaman bir hayal batıp gitmişti işte boğazın sularında, iki kıtayı birleştiren moloz şehirde. Sadece o beş para etmez karga istedi diye.

Nalsız toynaklarını yere vurup havaya kalkıverdi at. Sonra indi hiddetle. Boynunu diğer tarafa döndürüp inlermiş gibi bir ses çıkardı. Kıvranıyordu sanki.

“Ne istiyorsun? Git buradan. Rahat bırak beni.”

Kişneyerek sarsıldı yine. Öne doğru atıldı. Bir hamlede öylesine yakınıma geldi ki göz göze kalıverdik. Kapkaraydı bakışları. Yağmurun yanıltmasıyla ağlıyormuş gibi görünüyordu. Burnundan bir nefes saldı, kafasını içinde bir güç onunla oynaşıyormuşçasına acı içinde sağa sola savurdu ve tam o an dönüşüverdi. Gölgeler fışkırdı önce her yanından. Sonra derisinin beyazlığı karanlığa gömülüp gitti. Kocaman kımıldandı önümde. Dimdik durduğumu gördüm orada ve şaşırdım. Kapkara bir aynaya bakıyordum sanki. Bir yanılsama mıydı bu? Kontrolsüz bir kahkaha fırladı ağzımdan. Karşımdaki benzerim de güldü.

“Ne olacak şimdi?” diye sordum bağırarak.

Bir şey demedi. Baktı sadece alaycı bir şekilde. Ve gölgenin bir santimden daha uzak olmadığını da bedenime o boktan sıcaklığın yayılmasıyla fark ettim. Sarılmıştım. Topuklarımın hemen arkasında gürül gürül homurdanıyordu uçurum. Tatlı bir ses duydum o an. İçinde olduğumu biliyordum artık. Sevimli, neşeli bir kıkırdama. Göğsümden ittiren güç. Ayaklarımın altında kayan toprak. Yaşama dürtüsünün ansızın yanıma sokulup içime panik duygusunu akıtması. İçimin boşalıvermesi…

Sıyrılıverdim gölgeden ve düştüğümü de tam olarak o zaman anladım. Gökyüzü hızla uzaklaşırken karanlık yumuşacık dolandı bedenime. Yanımda akan toprak duvarlar şeklini kaybediyor, plastik bir malzemeden yapılmışçasına yapaylaşıyordu. Öylesine bakıyordum ben. Uykuya gömülüyormuşçasına bir rahatlık çöküyordu üstüme ve şaşırtıcı bir ferahlık duygusuyla sarmalanıyordum her an. Benim yerime başkaları çığlık atıyordu sanki dışarıda. Rüzgârı duyumsamıyordum artık. Yağmur damlaları hızıma yetişemiyordu. Işığın sızdığı yarık şimdi iğne deliği kadar küçüktü ve ben sadece izliyordum ışıktan kepenklerin kapanışını. Yere çarpacaktım az sonra. Bir acı saplanacaktı böğrüme. Yüzlerce, belki de binlerce metreyi ardımda bırakmıştım. Uzaya mı fırlayacaktım? Havasız, şişip patlayacak, evrene geçmişimin salaklık atomlarını mı sunacaktım? Ama olmuyordu bir türlü. Ne kadar zaman geçtiğini düşündüm. Bir saat? Sonra başka bir şey algıladım ve tüm boşvermişliğim silinip beni iğrenç bir dehşet duygusuyla baş başa bıraktı. Kollarımı, bacaklarımı, hiçbirini hissedemiyordum. Kapkara bir boşluk her yanımı sarmış, beynimden başka bir şey kalmamıştı geriye. Bağırabiliyor muydum?

“Heeey!”

Boğazımdan çıkan ses nereye gitmişti? Bir kez daha bağırdım çılgınca. Sustum. Soluklarım. Onlar da yoktu artık. Hiçbir şeye sahip değilken, kasacağı bir midesi, savuracağı bir kolu yokken bir insan nasıl tepinebilir, nasıl kahrolabilirdi? Düşüncelerim vardı sadece. Ve kalkmak, bağırmak, şu somut karanlığı çatlatıp çıkmak isteyen iradem. Çok ilerilerde bir yerde küçücük duyuldu o sırada sesim. Az önceki haykırışımdan başka bir şey değildi bu. Bir daha yankılandı. Bu kez daha yüksekti. Uzaklaşacağına bana yönelmiş, hızla yaklaşan bir yankı! Bir an üstümde, bir an sağımdaydı. Giderek daha kuvvetli, daha sinirli, daha umutsuz geliyordu kulağa. Ve ben beklemekten başka hiçbir şey yapamıyordum. Çarptı birden. Öylesine yoğundu ki bembeyaz bir bulutun beynimde patladığını sandım. Gözlerim açıldı sanki o an. Daha önce kapalıymış gibi. Sonra bir şeyler hissettim. Bedenim. Boğazıma büyük bir acı oturdu aradan sıyrılan öksürükle. Tavan aniden gözlerime doğru yaklaştı ve sonra yine yok oldu. Göğsümün ortasına çökmüş ağırlık. Kolum. Onu algılamam, kımıldatmama yaramadı. Bir şey vardı orada. Sol kolum, dedim kendime ve beynim komutu algılayıp onu kaldırdı konduğu yerden. Hissizlik zonklamalara dönüşerek dolaşıyordu vücudumda. Kafamı da oynatabildiğimi anladım o an. Gözüm yine açıldı. Ya da açılmış mıydı gerçekten? Bir hayale bakıyordum belki. Tavan oradaydı hâlâ. Ve acı. Ne zamandır böylesine bir ağrıyla karşılaşmamıştım. Israrla bakmaya devam ettim. Titremeler, kaymalar yok oldu yavaş yavaş. Floresan hemen solda, yan taraftaydı. Bir odadaydım. Beyaza boyalı duvarlar içinde perde, kırmızılığıyla bir kalp gibi atıyordu. Doğruldu boynum. Göğsümün ortasına yerleşmiş sapsarı saçları buldu gözlerim. Sol elim büyük bir zorlukla oraya yöneldi. Kafanın üstüne konunca yumuşaklık içime süzüldü sanki. Uzun zamandır yanıma bile uğramayan bir gerçeklik duygusuyla gözlerime bir anda yaşlar yürüdü. Anlamaya çalışmaktan şakaklarıma kesif bir ağrı oturmuştu.

Sonunda buldum onun kim olduğunu. Selin! Yeğenim. Sırtı yavaşça kalkıp tekrar yerine oturuyordu, sönüp sönüp her seferinde şişmeyi başaran bir balon gibi. Uyuyordu. Sarılmıştı bana küçücük elleriyle. Onu ne kadar sevdiğim düştü aklıma. Anılar bir çeşmeden boşanırcasına akıyordu beynime. Yana çevirdim vücudumu. Belimdeki zonklamalara göğüs gererek Selin’in kafasını yavaşça yatağa bırakıp bir ayağımı yere koydum. Bedenimi zorlukla kaldırıp oturdum ve yanaklarımdan yaşların süzüldüğünü fark ettim hastane elbisesinin maviliğinde oluşan lekelerden. Neler olduğunu açıklayamıyordum bir türlü kendime. Yeniden hastane odasında uyanmıştım. Bir şaka mıydı bu? Ama Selin? O ne arıyordu şimdi burada?

Allak bullak olmuş bir şekilde ayağa kalktım. Elim yandaki metal korkuluğa sıkıca yapışsa da zayıflamış, bir deri bir kemik kalmış ayaklarımın zangır zangır titremesini engelleyemedim. Sesim yoktu daha. Ortaya dökülen boğuk iniltide insani bir şeyler bulmak zordu. Başımın dönmesi, dışarıdan gelen gürültüler kulağımda bir anlama kavuştuğu an duruverdi. Kalbim göğsümü tok tok döverken bir zombiden farksız ilerledim kapıya doğru. Banyo aynı yerdeydi. Aralıktan içerisinin yepyeni fayanslarını görüp tekrar kapıya döndüm. Bir an bekleyip tokmağı çevirdim. Tahtanın beyazı görüntüyü sola doğru açarak çekilip gitti gözümün önünden ve  sohbet ederken birden durup bana bakakalan iki kadınla karşı karşıya kaldım. Annem, gözleri kocaman açılmış sallandı yerinde, bir şeyler söyleyecekmiş gibi oynattı ağzını ve ortalığa hırıltıdan başka bir şey dökülmezken birden yığılıverdi yere. Diğer kadın, biri netlikle oynuyormuşçasına flu bir filtreye gömülürken hâlâ neler olduğunu anlamaya çalışıyordum. Beynimin işleyişi her geçen saniye yavaşlıyor, aklımda dönen görüntüler karanlığa doğru akıp gidiyordu belli belirsiz. Pelin, orada bir yerlerde durmuş beni izliyordu sanki. Ama ne zaman onun olduğunu düşündüğüm noktaya baksam hızla yok olup gidiyordu neye ait olduğu belli olmayan bir şekil, arkasında renkli, fırça izi gibi bir şeyler bırakarak. Sonra bir ses duydum. Bir gümbürtü. Düştüğümü algıladım o sırada ve karanlık gelip buldu beni.

 

 

14

 

Dört gün kadar orada tuttular beni. Eve çıktığımda neredeyse tamamen sağlıklı hissediyordum kendimi ve bir beş gün de orada geçti yatıp düşünmekle. Dışarı adım atmama izin yoktu. Yatıştırıcı tedaviye başlamışlardı uyanır uyanmaz. Yeniden felç geçirebileceğimi düşündüklerini biliyordum. Telaşlarını normal karşılıyordum. Anılar bir bir düzene girmiş, benliğimi sıradan bir hayatın orta yerine oturtuvermişti. Ailemin beni şımartmak için yarışa girmesinden şikâyetçi değildim. Sarmalara, böreklere, keklere diyeceğim bir şey yoktu ama konuşmak gelmiyordu bir türlü içimden. Susup onları dinliyor, yüzümde anlayışlı bir bakışla sırıtmakla yetiniyordum. Böyle ketum davrandıkça kendilerini daha da paralayacaklarını bilmem bir şeyi değiştirmiyordu. Sinirlerim alınmış gibiydi. Kafamı toparlayamıyordum bir türlü. Kulede uyandığımı sanıyor, küçük çaplı bir şok yaşıyordum her sabah. Dışarı çıkmak, insansız enginliklere bakarken rüzgârın o saf, özgürlük dolu kokusunu içime çekmek istiyordum. Birden odaya dalan bir yakınımı gölge şeklinde görebiliyordum hâlâ. Pencereye bir karganın konup bana olan biteni anlatmasını bekliyordum. Pelin gitmiyordu gözümün önünden. Ellerini tuttuğum, soluklarındaki o tatlı kokuyu içime çektiğim anları düşünüyor ve melankolinin içine batıveriyordum aniden. Korkmuyordum ama artık yitip gitmekten. Yatıştırıcı ilaçlar tuvaleti boyluyordu. Nedenini tam olarak anlamasam da bir şekilde güçlenmiştim uyanışla birlikte. Susuyordum ama. Bir şeyler yaşanmıştı ve bunlar birilerine anlatılabilecek şeyler değildi. Yine de yaşanmıştı onlar. Buna inanmalıydım. İnanmamayı seçtiğimde çıldırabileceğimi biliyordum. Bu yüzden değil ama gerçekten inanıyordum ara dünyada aylarımı geçirdiğime. Oradaki akıl almaz şeylere simgesel karşılıklar bulmaya çalışmaktan nefret ediyor, hemen durduruyordum kendimi. Yaratabileceğimin çok üstünde bir karşı gerçeklikle yüz yüze gelmiştim orada. Birçok şeyi yıllarımı versem de anlamamın mümkün olmadığını biliyordum. Kulenin içine doluşmuş bilgi evreni algı kapasitemi fersah fersah aşıyordu. Ben kurgulamamıştım orayı. İçine düşmüş ve şaşkın bir ördek gibi gezip gözlemekten başka bir şey yapmamıştım. Gölgelerin bazılarının aile üyelerime ait oluşundan kuşkulanmıyor değildim. İki dünya arasında gelgitler, güç alışverişi olduğunu sanıyordum. Pelin’i yanlarına çağıranlar da onlardı büyük ihtimalle. Burada da şu açmazla karşılaşıyordum: Dünyayı yakıp yıkmaların amacı neydi o zaman? Zevksizliğe, ranta,  şova tahammülü olmayan bu ruhlar kimleri temsil ediyordu?

 

Hastanedeki ikinci günümde koridorda yürüyüş yapacağımı bahane ederek dışarı çıkmıştım. Boş anına denk geldiğimden annem beni izlememişti bu sefer. Bir süre volta attıktan sonra birden yan kapıdan içeri daldım. Başörtülü, yaşlıca bir kadın beni görünce telaş içinde ayağa kalktı. Bir gülümseme yerleşti hemen yüzüne. Ziyarete geldiğimi düşünüyor, tanımak niyetiyle hafızasını zorlamaktan her an biraz daha buruşuyordu alnı. İlerledim bir şey söylemeden. Kalbimin vuruşlarıyla derinden sarsılırken orada durup baktım. Yaşlı, derisi kemiklerine yapışmış zavallı bir adam yatıyordu yatakta. Kadına dönemedim bir süre. Kendimi toparlamaya çalışıyordum. Sonunda yan odada kaldığımı belirtip acil şifalar dileyerek dışarı çıkmayı başarabildim. Annemin kendini hâlâ dışarı atmamış olması garipti. Bir zombi gibi hemşire istasyonuna yönelip oradaki görevliyi sorguya çekmeye giriştim. Cevap yetiştirmeye çalışırken kadın bir yandan da garipsemiş bir tavırla beni süzüyordu. 4003 numaralı odada bir kızın kaldığını hatırlıyordu. Hastalığı neydi? Ne kadar zaman geçmişti? Hayır, gelmiyordu hiçbiri aklına. Kumral mıydı? Evet, galiba. Tam olarak emin değildi aslında. Diğer hemşireyi çağırdı. O da tatmin edici bir cevap veremeyince, kayıtlara bakabilir miyiz, diye sordum. İkisi de aynı anda sağa sola salladı başını. Hayır, imkânsızdı, yabancıların bir başkasının bilgilerine erişmesi mümkün değildi. Peki ya ismi? Aynı tavır! Pelin miydi? Bilmiyoruz, dediler kurulmuşlar gibi. Garip bir kayıtsızlıkla yüzlerine baktım. Onları bunaklıkla, aptallıkla, duyarsızlıkla ve daha bir sürü şeyle suçlayabilecekken dönüp odama yöneldim. Kapıyı açıp içeri girdim.

Annem hemen toparlandı ve uyandığımdan beri suratında hep asılı olan o endişeli bakışla beni incelerken, “Oğlum, geldin mi?” dedi.

“Anne, bu yirmi sekiz gün içerisinde 4003 numaralı odada kimler kaldı hatırlıyor musun?” diye sordum pat diye. “Hemen yandaki odada.”

“Kimler mi kaldı?” dedi gözlerini kısarak.

“Evet.”

“Bilmem ki,” derken düşünceliydi. “Mide kanaması geçiren bir kadın vardı galiba. Sonra… Ah gelmiyor şimdi aklıma.”

“Nasıl gelmiyor.”

“Oğlum çok kötü durumdaydım ben. Kimseyi görmüyordu gözüm.”

“Biliyorum.”

Bakışlarımız dondu sanki bir süre yüzlerimizde. Ayağa kalktı. Endişeliydi. Beni süzüşünde korku vardı. Sanki bir kez daha önünde yığılıp gitmem kaçınılmazmış gibi. Gidip sarılmam gerekiyordu ona ama gözyaşlarım yuvalarından fışkırmak için an kollarken tutuyordum kendimi.

“Bir kız var mıydı?” dedim inatla. “Kumral bir kız.”

“Hatırlamıyorum oğlum.”

“Araba kazası geçirmiş.”

Şüpheli bakışları her yanıma saplanıyordu küçücük oklar halinde. “Neden soruyorsun? Böyle bir kız mı varmış yan odada? Tanıyor musun onu?”

“Olabilir.”

“Nereden?”

“Bir arkadaşımın arkadaşı. İyileşip çıkmış. O katta kaldığını söyledi.”

Hımlayarak bana baktı annem. Gidip yatağa uzandım. Toparlayamamıştım kendimi daha. On dakika ayakta kalınca titremelere kapılıyordu vücudum.

 

Evde pencerenin önüne yerleşmiş gün batımını izlerken ağabeyim geldi yanıma.  Neredeyse ayaklarının ucuna basacaktı tedirginlikten. Elinde bir kadeh viski tutuyordu. Yutkunarak baktım. O an açılıverdi beynimde bir şeyler. Bara girip bardakları birbiri ardına yuvarladığım o gün geldi aklıma. Alaycı bir gülüş oturuverdi yüzüme.

“Sen içemezsin daha, ilaç kullanıyorsun,” dedi ağabeyim hemen.

“Tuvalete döküyorum ilaçları, hiçbirini içmiyorum.”

“Bu hiç akıllıca değil,” dedi düşünceli bir tavırla. “Kendine dikkat etmen lazım.”

“Hiçbir şey olmayacak,” dedim göz kırparak. “İnan bana.” Kalkıp büfeye gittim. Önce bardağı sonra şişeyi çıkardım. Bardağı doldurup tek yudumda mideme gönderdim. “Geçti her şey,” dedim ağzımı silerken. Kendimi bayağı bir iyi hissetmiştim sıcaklık göğsümden kılcal damarlarıma yürürken. Bardağı bir kez daha silme doldurup koltuğa döndüm. Alacakaranlık binaların arasından sıyrılıp kendini göstermek için çırpınıyordu. Midem bulandı birden. Bir öfke yalımı okşayıp geçti vücudumu ama gülmek geldi içimden.

“İyi misin sen?” dedi ağabeyim.

“İyiyim.”

“Ne zaman çıkacaksın dışarı?”

“Yarın galiba.”

“İyi olur bence de. Evde oturma artık.”

“Hiç niyetim yok zaten.”

İkinci bardağı da gönderdim mideme. Ağzımı silip alkolden yaşarmış gözlerimi kırpıştırarak ilerilere bakmaya devam ettim.

“Ceren’le görüşmesen iyi olur.”

“Nereden çıkardın ki bunu?” derken istediğim yüz ifadesini sağlayabildiğimden emin değildim. Dün konuştuğumuzu öğrenmiş olmalıydı bir şekilde.

“Beni aradı iki-üç kez. Telefonun açık değil mi? Bulmuştur seni de.”

“Öyle,” dedim pes ederek. “Buldu beni.”

“Sakın bir saçmalık yapma Serdar,” dedi ağabeyim. Neredeyse yalvaracaktı.

“Ne zannediyorsun abi?” dedim. Sesim sert çıktığı için pişman olup yumuşattım hemen. “Onun yüzünden mi felç geçirdim?”

Bakmaya devam ediyordu aynı anlayışlı ifadeyle.

“Şu an kendisiyle ilgili hiçbir şey hissetmemem bir yana, o zamanki neden farklıydı. Her şeyi takıyordum. İşi, bu siktiriboktan düzeni, başarısızlığı, kaybettiklerimi. Elim ayağım titriyordu gereksiz yüzlerce korkuyla uğraşmaktan. O tüm bunların üstüne patlattı bombayı. Bom!”

Viskisinden bir yudum aldı ağabeyim. “Sen hiçbir zaman başarısız olmadın. Geri zekâlı gibi konuşma. Kaybettiğin bir şey de yok.”

Baktım ona. Bir gülümseme yayıldı yüzüme çünkü bunu ben de çok iyi biliyordum artık. “Ne zaman söyledi size?” dedim. “Çünkü geldi hastaneye. İlk başta haberiniz yoktu beni aldattığından.”

Dikildi biraz. “Sen nereden biliyorsun ki hastaneye geldiğini?”

“Biliyorum işte.”

Kuşkuyla kısıldı gözleri.

“Ne zaman söyledi?” dedim kelimelerin üstüne iyice bastırarak.

“İki hafta önce. Beni aradı. Bir daha da gelmedi ziyarete. Çok üzgündü.”

“Zavallı!” Koca bir yudum daha yuvarladım.

“Kendisi yüzünden olduğunu düşünüyor.”

“Çok önemsiyor kendisini.”

“Hastaneye geldiğini kim söyledi sana.”

“Tahmin ettim.”

“Demek tahmin ettin.”

Kabardı vücudumda bir şeyler. Çılgın bir kahkaha içimde esip dolaşıp dudaklarımı hafif aralık bulduğu an atladı dışarı. “İyi dinle beni abi,” dedim. “Gördüm her şeyi. Başka bir boyuttaydım. Aylarca yaşadım orada. Bütün bu site yıkılmış olsa da evimiz hâlâ ayaktaydı. Geldim, yukarı çıktım. Kameradaki kaydı seyrettim sonra. Hastaneyi çekmiş biri. Teyzemi, seni, annemi, herkesi gördüm. Bahar elini ovalayıp sakinleştirmeye çalışıyordu Ceren’i.”

Bir an baktı bana ağabeyim. “Öyle bir video niye çekmiş olalım ki o sırada?” diye sordu hâlâ şüphe içinde beni süzerek. “Salakça espriler yapma şimdi.”

Ağabeyimi tanıyordum. Uzatmazdı kendisine saçma gelen şeyleri. Üstelemeye de niyetim yoktu. “Espri falan yapmıyorum,” dedim sadece. İkimiz de sustuk. Dakikalar küstahça akıp giderken elimizdeki bardaklar da boşaldı. Dayanamayıp ekledim sonunda: “Merak etme, konuşmayacağım onunla.”

Kolundaki saate bakıp ayağa kalktı ağabeyim. “Ben kaçayım artık.” Karısının iş yemeğine katılacaklardı. Peşinden gittim. Ayakkabısını giydi. Kapıyı açtı. Asansörün düğmesine bastı. “Rüya gördün muhakkak,” dedi bana bakarak. “Bitkisel yaşamdaydın.”

“Öyle olmalı,” dedim.

Asansör klak sesiyle kata oturdu. Kapısını açtı ağabeyim. Apartmanda yankılandı gıcırtı.

“Keşke her gün oradaki gibi olabilse,” dedim tam içeri adımını atarken. “Gerçekten iyiydi. Sana da öneririm. En azından bir kez ziyaret etmen lazım.” Güldüm.

Dönüp bana baktı o da benzer bir sırıtışla. “Nasıl olsa gideceğiz bir gün. Acelem yok.”

Beni fazla şımartmamak amacıyla yüzündeki tedirgin bakışı ısrarla koruyarak asansörün kapısını kapadı. O aşağı yollanırken ben de içeri yürüdüm bezgin bir tavırla. Selin’le annem o esnada çıktılar odadan. Daha ilkokulda başlamıştı babaannesini bir yere kapatıp dedikodu yapmaya. O sevinç dolu çocuksu coşkusuyla koşup bana dolanıverdi. İçime tatlı bir neşe yürürken onu her görüşümde olduğu gibi yine beyaz atın hayali beliriverdi önümde. Somut ve sarsıcıydı anılarıma demir atmış görüntü. Onurlu bir cilve ve gözlerine çökmüş o karanlık dehşetle yaklaşırken bana sarılıp uçuruma yuvarladığı o dakika. Göz kapaklarım hastane odasına açıldığında bana sarılan Selin’di ama. Orada uyuyordu melek gibi. Belki de rüyasında bana sarıldığını görüyordu. Her gün beni düşünmüş, Bahar’ı canından bezdirerek iki-üç günde bir hastanede annemle kalmayı başarmıştı.

“Gel fıstık,” dedim. “Beni fazla boşladın sen.”

Bacaklarına yapışıp sırtıma attım. Hızla koşup koltuğa savruldum. Kıkırdayıp kıvranıyordu altımda ben her yerini gıdıklayıp boynunu, kulaklarını dişlerken. Bir gençlik dizisi açtık sonra. İki küçük sevgili gibi sarıldık ve derin soluklarla seyretmeye başladık.

 

Akşam salonda gözlerimi araladığımda annemi dikkatli bir şekilde beni izlerken buldum. “Selin nerede?” diye sordum. Gözlerimi ovalayarak dikilmeye çalışıyordum bir yandan. Sanki yanımda yatan huzuru çalmıştı bir hırsız.

“İçeri yatırdım.”

“Beni niye yatırmadın. Güçlü kuvvetli kadınsın. Oda hemen şurada.”

Bir kahkaha atıp hemen ardından ne zamandır sakladığım bazı sırları şak diye ortaya dökecekmişim gibi, “İyisin değil mi oğlum?” dedi usulca.

Günde yirmi kere dillendirdiği bu saçma soruya cevap vermek yerine, “Bir şey fark ettim. Şarkı söylemiyorsun artık,” dedim. “Ses tellerini mi dinlendiriyorsun?”

“Öööf Serdar!” dedi hemen elini bana doğru sallayarak. “Seninle de doğru dürüst konuşulmuyor.”

“Ben ciddiyim,” dedim gerçekten ciddiyet kokan bir bakışla. “Şarkı söylemeni istiyorum.”

“Tamam, tamam, söylerim bir ara,” deyişinde bir cilve vardı.

Mutluluk yürüyüverdi üstüme. Bir süre öylece ekrandaki saçmalığa baktık. “Çay yapmadın mı?” diye sordum sonra.

“Koydum. Demlensin biraz.”

Yine televizyona kaydı bakışlarımız.

“Yarın aşağı ineceğim,” dedim birden. “Sıkıldım evde otur otur.”

Kafasını salladı bana döndürmeden. “İş arkadaşların çok aradılar seni. İstersen onlara da bir uğra.”

“Bakarım.”

“Ne zaman başlayacağını düşündün mü işe?”

“Hayır.”

Annem ayağa kalktı. “Neyse, koyayım artık şu çayları.”

 

 

15

 

Karanlığın içinde ışıklara kapılmış dönüyor görüntüler. Bir anlamları yok. Korku eşlik ediyor onlara. Kalbimin vuruşları, tuvalete düşen sinir bozucu damla seslerine karışıyor. Mutfakta bir kapak yere çarpıp tıngırdıyor. “Amca!” diye bağırıp kapıya vuruyor Selin. Kesintisiz uğultu geliyor apartman boşluğuna açılan mazgaldan.

Açıyorum gözlerimi…

Duruyorum orada pijamalarımla. Dağınık saçlarımın altında traşlı cildim ışıl ışıl parlıyor. Kıvrılıyor dudaklarım. Uzatıyorum elimi. Ayna sanki olmaması gereken bir yerde duruyor. Kayıyor parmağım yüzeyde belli belirsiz.

Bir daha bağırıyor Selin. “Amca. Hadi çık artık.”

“Dur bebek, geliyorum,” diye sesleniyorum.

Kapatıyorum yine gözlerimi. Dördüncü kez. Sonra birden değiştiriyorum kararımı. Aynaya bakmadan dönüp kapıyı açıyor, dışarı atıyorum kendimi…

 

Deniz yosun yeşiline bürünmüş. Koridora atılmış incecik bir kilim gibi Marmara’ya doğru uzanıyor. Köpüklü küçücük dalgalar dingin bir dansın figürlerini andırıyor. Çirkin bakışlarıyla üstüme eğilmiş beni izliyor beton binalar. Tophane-i Amire hemen sağ altımda. Kulenin önünde uzanan bereketli tarlanın uç sınırında olmalıyım. Çok değil, bundan on gün önce burada el ele tutuşup karşı yakanın yeşilliklere teslim olmuş sırtlarına bakmıştık Pelin’le. Sokağın girişindeki döküntü tahta konak ayaktaydı bir tek. Kurt arkamızda neşeyle havlıyordu. Ağaçların kulakları aklımda dönen sesleri yakalamaya çalışıyordu. İnsanlarla dolu sokaklar yalnızlığa batmış şimdi. Kimse kimseyi dinlemiyor, görmüyor. Çirkinlik zehirli bir yosun gibi dolanmış her yere. Bu şehirde yaşayanların odaklanma becerisini geliştirmekten başka bir şansları yok. Binlerce dandik şey arasından bir tane dişe dokunanı gözlerine kestirip diğerlerini görmezden gelecek, eve gidip televizyonu açacak, o boktan programları bedavaya seyredebildikleri için ne kadar talihli olduklarını düşünecekler. Her gün iş adı verilen modern hapishanelere doluşup nefret ettikleri şeyleri yaptıkları için kendilerine para verilmesini bekleyecekler. Akşamları barlara akacak, iki saat dağıtabildikleri, yılda on beş gün tatile çıkabildikleri için özgür olacaklar. Bir de reklamlar öyle söylediği için tabii. Kıçımın özgür insanları! Tüketimden başka bir şey düşünmeyen doyumsuz partnerler bulup onlara bir pasta gibi görünen tek dilimlik hayatı paylaşmaya çalışacaklar. Kişisel gelişim kitaplarından, sistem suratlarına tükürdüğünde nasıl sırıtmaları gerektiğini öğrenecekler. Dünyanın yok oluşunu görmezden gelmek güçlü kişiliğin en önemli şartlarından biri olacak. Çocuklarının önüne güzelliğin ve hayallerin cafcaflı resimlerini koyup on iki yaşına geldiklerinde rant sisteminin çukuruna sallayıverecek ve onları canları kadar sevdikleri için yapacaklar bunu. Saçma sapan bir tiyatro oyununda piyon olmanın huzuruyla arada bir kontrollü çılgınlıklar yapmalarına izin verildiği için çok ama çok mutlu olacaklar. Medyaya mal olmuş kişiler tarafından söylenen her şeye inanacak, tam tersi söylendiğinde yine inanacaklar. Korkaklıklarını gizlemek için şekilde şekle girecek, zayıflıklarını saklamak için başkalarına saldıracaklar.

Bunalımın sonuna kadar gelip durdum. Panik atağın artık yanıma uğramadığından emin olmak için daha ne kadar pislik yumurtlamalıydım? Sinirli bir gülüşle bağırdım aşağı doğru: “Tek istediğim biraz huzur!” Bir kahkaha patlattım delice. “Siktiriboktan dünyanız sizin olsun!”

Ellerimi cebime sokup hızlı hızlı yürümeye başladım sonra, az önce bağıran ben değilmişim gibi. Aklıma Tricky’den Makes Me Wanna Die oturuverdi hemen. “Burada gölgelerden başka bir şey yok,” diye mırıldandım sinir içinde. “Her yerdeler.” Firuzağa’nın ve Taksim Acil’in önünden geçip ara sokaklara dalarak kendimi Beyoğlu’nun nezih magandaları arasına atmamın ve bir an önce bira dolu Arjantin bardağıma kavuşmamın zamanı gelmişti. Bir dükkândan hızar gürültüsü akıyordu dışarı. Bu bölge hep ıssız olurdu. Bir tarafta Deniz İşletmeleri’nin beyaz binaları altından dimdik denize akan bir yokuş, diğer tarafta yedi-sekiz kata kadar uzanan beton duvarlar. Garip bir şekilsizliğin içinde oturup güzelliği örselenmiş şu manzarayı seyretmek ne de hoş bir duygu! Bunu hak etmek için nelere eyvallah demek zorunda kaldı kim bilir zavallıcıklar! Yankı yüzünden adımlarım geride kalıyordu sanki. Alaycılık havamı yerine getirmişti. O an belli belirsiz bir kıs kıs sesi ulaştı kulağıma. Sadece onunla kalmadı. Genizden gelen böğürtülerle koşturan bir köpeğin yere vuran küçük adımları geldi peşi sıra. Döndüm hemen. Ellerimi montumdan çıkarmamayı başararak baktım. Sokak köpeği falan değil bir Rottweiler’dı dişleri dışarıda bana yaklaşan. Başını bir sağa bir sola sallıyor, tehdit edici bir şekilde kıvırıyordu vücudunu. Arkasında, garajdan bozma bir atölyenin açık kapısından on yedi-on sekiz yaşlarında iki piçin pis pis sırıttığını görebiliyordum artık. O an donuma dolduracak bir biçimde, bir elim önde, ağzımdan mantıksız kelimeler saçarak gerilememi, kendilerine yalvararak bakmamı bekledikleri açıktı. Tricky gitmiş yerine Asau Deven’in yaylıları yerleşmişti. Gözlerim aşağı inip köpeğinkilerle buluştu. Kasları yay gibi gergin, cildi parlak bir karaydı. Sahiplerini iyice bir memnun etme gayretiyle hırlamasının dozajını arttırmıştı. İçimdeki boşluk büyümüş onu da kapsayarak uzayıp gidiyordu. Gülleyi andıran bedenini hissedebiliyordum. Bakışlarım tekrar pis sakallı, jöleli saçlı delikanlılara döndü. Hâlâ aynı gülüşü korumaya çalışmaları benim de dudaklarımı kıvırdı. Fakat yavaşça aşağı iniyordu başları, köpeklerinin halini anlama çabasıyla alınları buruşurken. Ağır ağır geriye çekiliyor ve hırlamıyordu artık zavallı. Korkulu gözlerle sinmiş, karnı yere iyice yaklaşmıştı. Sonra birden fırlayıp kaçtı. O kadar hızlı gidiyordu ki inleyerek, elli metre ilerideki yokuş sokağa sapıp yok olması beş saniye bile sürmedi. Yavaşça döndü başım. Gözlerim gençlerle buluştu. Sırıtmayı bırakmışlardı artık. Kafalarındaki soru işaretleriyle baş etmeye çalıştıkları sarkmış dudaklarından belli olabiliyordu. Dönüp sakin bir tavırla ilerledim ana caddeye doğru…

 

Asmalımescit’te daha akış başlamamıştı. Mart için hiç de fena sayılmazdı hava. Fırsat bu fırsat dışarıya çökmüştü bazı gençler. Ben de kıçımı duvar kenarında bir sandalyeye oturtmuş, montuma iyice gömülmüş, önümdeki biranın beyaz köpükleri üstünden sokağın uzamına bakıyordum. Buradaki eski apartmanların, katların bazılarından fırlayan ağaçlar hariç, nasılsa öyle kaldıklarını hatırlıyordum diğer tarafta. Küf ve nem kokusu büyük bir yalnızlıkla birleşip beni uzakta tutmuştu o zamanlar. Şehrin belirli yerlerinin garip bir melankoliyle özdeşleştiğini kavramıştım. İçine adım attığınız an yapışıp benliğinizi bir çekişte midesine indiriveriyordu. Şehrin gürültü dolu acelesi içinde bu duyguları küçümseyip tuzağa saf bir şekilde adımlarımızı atıyorduk. Biranın üstünde dönen sıkıntı girdaplarını bir tek ben görebiliyordum şimdi. Alabiliyordum artık görünenin altında yatan şeylerin kokusunu. Kalkıp gitmem bir şeyi değiştirmeyecekti. Kasvetli ya da değil. Depresyonun bir önemi kalmamıştı benim için. Mideme bir yudum daha bira yollayıp ölümle bir alakası olup olmadığını düşünmeye giriştim yaşadıklarımın. Zamanı geldiğinde oraya mı geçecektim? Kendi kulesinde yalnızlığının kralı olarak daha önce gördüğü her şeye hâkim olmak mıydı yazgının insana sunduğu hediye? Bu dünyada nasıl bir kapasiteye ulaştıysa, orada onu kurma şansı mı verilecekti insanlara? Peki Pelin kimdi? Onu da ben mi yaratmıştım? Gölgeler? Belki benim yansımalarımdan başka bir şey değildi onlar da. Kurt geri gelmişti. Annem de yaşamımda yerini alacaktı büyük bir olasılıkla. Ben tek bir kayba takılmasam, yarattığım sevgiliyi bilinçaltımın dehşetinden kurtarıp geri kazanmak yerine intihar etme yolunu seçmesem…

Susturdum beynimi. Barın iç bölümünden Kasabian’ın Fast Fuse şarkısı ulaştı kulaklarıma. Başım hareketlendi eğlenceye aç bir kukla gibi. Titreşimi hissettim önce. Sonra horoz sesini. Telefonumu dışarı çıkarıp ekranına baktım. Mahmut! Ajansta kreatif direktör. Açtım kulağıma götürürken. Alo bile demek gelmedi içimden.

Biraz bekleyip soru dolu bir tonla adımı söyledi: “Serdar!”

“Evet.”

“Ne yapıyorsun? İyileştin mi biraz?”

“Bir şeyim yok.”

“Gelsene oğlum artık, çok özledik seni. İş başı yapman için söylemiyorum, yanlış anlama.” Güldü arsızca. “İstediğin kadar dinlen yani.”

“Sen de yanlış anlama ama gelmeye hiç niyetim yok,” dedim hemen. Yanında olmasam da başka espriler peşindeyken ağzı açık öylece kalakaldığını görebiliyordum.

Güldü şaka yapmışım gibi. Kuşkuluydu ama tonu.

“Hiç haz etmiyorum senden,” diye devam ettim sözlerime, rahatlamasına izin vermeden. “O yavşak suratına tahammül edebileceğimi zannetmiyorum artık. Yine, yanlış anlama ama.”

Bir süre sadece soluk almakla yetindi. “Yeni hastalıktan çıktın oğlum, anlıyorum seni,” dedi sonra acayip sıkkın bir ifadeyle. “Tamam. Ben yanlış zamanda aradım galiba. Ne de olsa çok zor günler geçirdin.”

“Senin gibi bir piçin yapay anlayışlılık numaralarına ihtiyacım yok. Bir daha beni ararsan oraya gelip ağzını burnunu kırarım. Açıkça söylüyorum bunu. Arama beni.”

“Bu kadarı biraz fazla değil mi Serdar… Ne yaptım ki ben sana? Seni sevdiğim için…”

“Oradaki diğer götler için de geçerli bu. Bir tek Serkan’ı hariç tutuyorum. Hayatında bir kez bir işe yara, söylediklerimi diğerlerine de ilet. Beni de bir daha aramayın sakın.”

Kapadım telefonu o bir şey daha yumurtlayamadan. Hızlı, net ve keskin bir tarzda konuşmuştum. Ellerimi yavaşça masaya yerleştirirken öfkenin vücudumdan ayaklarıma doğru akıp betona geçtiğini hissettim. Çevremdeki gençlerin bana bakmayı bırakması için tek tek hepsini iş üstünde enselemek zorunda kaldım. Sonunda sakin bir şekilde önüme döndüğümde ve elim bardağın sapını yakaladığında şaşkınlık içinde biramın bittiğini gördüm. Bir tane daha istedim alenen beni göz hapsine almış garsona el edip. Cebimden not defterimi çıkardım sonra. Yavaşça üstüne eğilip parmaklarımın arasında kalemi çevirmeye başladım. Bira bardağı masaya çarpıp tok bir ses bıraktı geride. Kafamı kaldırmadım. Teşekkür de etmedim. Tarih atmıştım sayfanın üstüne. 28 Ocak. Altında yapılacaklar listem uzanıyordu. Chikung’a başla, Oymanya projesini geliştir, çıkma yıldönümüne beş gün kaldı, Fransızca kursu için araştırmaları hızlandır türünden bir sürü not. Bir sonraki sayfa, kendi işimi kurmak için ortaya döktüğüm fikirlere ayrılmıştı. Tek tek hepsini ezbere bilsem de bir daha okumaktan alamadım kendimi. Peşinden gelen üç sayfa, bloğumda girişeceğim bir sürü konuda, canlarına ot tıkayacağım bir yürü yavşak hakkında gazetelerden topladığım bilgi kırıntılarıyla kaplıydı. Acele bir şekilde çiziktirdiğim 29 Ocak tarihinin altındaki elimde öfkeden başka bir şey kalmadı cümlesi yazdığım son şeydi. Bastırmaktan diğer sayfalara da izi çıkan koca bir çarpı vardı altında. Gülerek biraya yapıştım. Birazını yere dökerek aceleyle iki-üç yudumu mideme yollayıp kaldırdım kafamı. Bitkisel hayata girmeden önce bir ortaokul öğrencisinin kafa yapısına sahiptim demek. Bana doğru gelen kızı yanımdan geçene kadar izledim kafamı peşinden çevirmemeye çalışarak. Saatime baktım sonra. Az kalmıştı. Tekrar yola çevirdim bakışlarımı. Ardından yukarıya. Bir balkondan sarkan çiçeklere takıldım. Kafamı tekrar aşağı indirdiğimde ise biramın bittiğini gördüm bir kez daha şaşkınlık içinde. Masanın tahtasına takıldı sonra gözlerim. Oyukları, çizikleri, tomruk halkalarını inceledim sabırla. Konsantrasyona gömülmüşken birden bir karafatma çıktı diğer taraftan. İrkildim. Bulanıverdi midem. Beni görmesine rağmen üstüme doğru gelmeye devam edince şaşırdım. Elimi öne doğru uzattım bir fiske yapıştırıp bu orospu çocuğunu aşağı sallamak için. O sırada bir başkası belirdi masanın bitim yerinde. Sonra bir tane daha. Çok hızlı gelişmişti her şey. Ayağa fırladım telaşla. Bardağı tutup elime aldım devrilmesini engellemek için. Yandaki masaların tepkisini ölçmek üzere döndüm ardından ve kimseyi bulamadım orada. Tüylerim havaya kalktı hemen. Sadece müşterilerin yok olması değildi sorun. Masaların tahtaları çürümüş, duvarların boyası aşağı inmiş, bazı yerlerde kocaman delikler açılmıştı. Işığı kesti bir şeyler o sırada. Küflü nem kokusu soluk almamı zorlaştırırken dehşet içinde döndüm ve patlamış borulardan fışkıran sulara teslim olmuş, yıkık dökük bir sokakla karşı karşıya kaldım. Müthiş bir korku kara bir yılan gibi çörekleniverdi mideme. Sandalyeye yapıştı elim ve çürümüş yaş tahta dökülüp ufalandı parmaklarımın arasında. O an hissettim tehlikeyi ve kendimi panik içinde geriye attım. Masanın düştüğünü duydum. Derinlerden gelen bir çığlık yankılandı havada. Böylece gördüm onu orada. Kasıldı tüm vücudum. Yukarıdan bir anda inivermiş, karşımda genişleyip sokağı neredeyse boydan boya kesmişti. Gölgeydi bu. Nefes alıyormuşçasına büyüyüp küçülürken siyahın tonları iç içe geçiyor, tehditkâr bir havada yaklaşıyordu yavaşça. Bağırdım ağzımdan köpükler saçarak. “Geri dur! Seni lanet olası!” Ve büyük bir öfkeyle salladım elimdeki bardağı. Yok oldu birden gölge ortadan. Bardak masaların arasında kalan dar yolun hemen üstünden uçup karşıdan gelen iki tipin başlarını sıyırarak geçti. Tuzla buz olup sokağı teröre sevk ederken ben çoktan dengemi kaybetmiştim. Yan masaya yuvarlanışımı engelleyemiyordum. Bir yerlere tutunmaya çalışırken iki elin beni tutup öfkeyle ittirdiğini duyumsadım. Bir başka bardak daha yerde patladı. Bira damlacıkları saçıldı etrafa. Yan masadan bir küfür savurdu tipin biri.

Zar zor toparlanıp ayakta durmayı başardım. Terden donuma kadar ıslanmıştım. Soluk soluğa, utanç içinde çevreme baktım. Sonra sandalyeme çöktüm. İki herifin yanıma yaklaştığını gördüm. Balıkgözü bir merceğin arkasından görüyordum sanki her şeyi. Avuçları önde hesap sorduklarını, sorularla dolu öfkelerini denetleyemediklerini anlayabiliyor ama duymuyordum onları. Garson araya girdi o esnada. Tipleri yatıştırmaya çalışıyor, benim hakkımda bir şeyler anlatıyordu. Tir tir titriyordum ben. Cüzdanımı dışarı çıkarmakta bayağı bir zorlandım. Masaya bir yirmilik atıp, not, defterime sıkıca yapışmış, yarım ağız bir özür dileyerek hızla uzaklaştım oradan. Köşeyi döner dönmez yere, dizlerimin üstüne yuvarlandım ama kalktım hemen. Yürüdükçe kendimi toparladığımı algıladım sonra. İnsan kalabalığından bir denizin içine düşmüştüm. Çevreye baktım ve Galatasaray’a yaklaştığımı gördüm. Bir kilometreye yakın bir yol kayıplara karışmıştı. Telefonumu çıkardım hemen. Tuşladım. Beklerken, yanımdan geçen tiplerin göz ucuyla beni kestiklerini fark ettim. Perişan görünüyor olmalıydım. Belki de düz yürüyemiyordum. Anlayamıyordum neler olduğunu. Halüsinasyon görmemiştim daha önce hiç. Deliriyor muydum şimdi de? Bir ses geldi kulağıma. Adımı duyabiliyordum. Küçücük fısıltılar. Elime baktım. “Hassiktir!” dedim salaklığıma şaşarak. Az önce telefon ettiğimi unutmuş, yürümeye devam ediyordum. Kulağıma götürdüm telefonu. “Alo,” derken sesimin titremesine engel olamadım.

“Geliyorum, az kaldı,” dedi o.

“Baksana, bir sorun oldu. Görmek istemediğim bir tiple karşılaştım. Nevizade’ye gidiyorum. Kaos’ta buluşsak olur mu?”

“Olur tabii, ben de o taraftan geleceğim zaten,” deyip duraksadı. “İyi misin sen?”

“Biliyor musun, bu sorudan gerçekten nefret ediyorum,” dedim. “Görüşürüz.”

Kapadım telefonu ve yürüdükçe açıldığımdan, zihnimin her an biraz daha berraklaştığından iyice emin olduğumda, yolu biraz uzatmaya karar verdim.

 

Votkayı bir dikişte bitirip sildim ağzımı. Bir tane daha getir dedim Ali’ye. Bana düşünceli bir şekilde bakıp kafasını salladıktan sonra uzaklaştı. Telefon çaldı o sırada. Ekrana bakıp hiç düşünmeden kapat tuşuna bastım. Kısa mesaj bölümünü açıp, “İyiyim, çok iyiyim, kimse benden daha iyi olamaz, kesinlikle, her geçen saat daha da iyi olacağıma inanıyorum,” yazarak anneme gönderdim. Komik olan, bu kelimeleri tuşlarken, az önce deliliğin kuyusuna düşüp çıkmış bir bedbaht olmamdı. Ama şaşılacak derecede iyi hissediyordum o an kendimi. Her deli böyleydi belki de…

Barı hızlıca gözden geçirdim. Her şey bıraktığım gibiydi. Oraya sığındığım o gün nasılsa öyle. Adil, dil çıkaran oğlunun fotoğrafı önünde oturabildiği için ne kadar şanslı olduğunun farkında değildi. Şarkıları düzenliyordu yüzündeki cool ifadeyi hiç bozmadan. Serap bankoyu silip parlatmaktan büyük bir zevk alıyormuş gibi sırıtıyordu devamlı. Sorularını hızla ağızlarına tıkmış olmam iki tarafı da rahatlatmıştı. Ali’nin espri yapıp yapmama ikileminde kıvrandığını fark etsem de onu bu yaman çelişkiden kurtarabilecek bir ruh haline sahip değildim o esnada. Belki ikinci votkadan sonra.

Karşı duvara takıldı gözüm. ELBET BİR GÜN GİDECEKLER falan yazmıyordu artık. Önüne bir gölge oturdu ansızın. İçeri düşen ışık bölündü. Ceren adımını attı eşikten. Koyu kumral saçlarından parıltılar saçarken dizlerinin bir karış üstüne gelen dar eteğinin altında o muhteşem bacaklarını bir silah gibi kullanarak yürüdü. Sevimli bir gülüş oturtmuştu yüzüne. Küçücük, biçimli kedi dudaklarını oynattı ve “Merhaba,” lafı çıktı oralarda bir yerden. Sırayla barın her çalışanına neşe dolu bir selam gönderip yanıma geldi. Boynuma sarılıp yanağıma sevgi dolu bir öpücük kondurarak karşıma oturdu. Canlı, enerjik, ışıl ışıldı. Yıllarca ayrı ülkelerde kalmış, en sonunda birbirine kavuşmuş iki süper arkadaştan birini oynamak hoşuna gidiyor gibiydi o an.

“Eee… Nasılsın bakalım?” dedi. “Çok iyi gördüm seni… Gerçekten.”

Votka önüme kondu. Elim bardağı yavaşça çevirmeye başladı. Zangırdamıyordu artık. Salakça bir anı gibi geliyordu yirmi dakika önce yaşadıklarım. Adil, The Black Heart Procession’dan All My Steps’i verdi kolonlara. Yüzümün buruşmasını engelleyemedim. Az önce aklımdan geçiyordu bu parça. Kaşlarım çatıldı. Bu şarkının onda olması çok garipti. Bruce Springsteen dallamasının hemen ardından ne alaka böyle bir seçim yaptığını çok merak ediyordum doğrusu. Tedirginlik midemde rahatsız edici kıpırtılarla dolaşıyordu bir süredir. Şimdiyse bir somun ekmeği susuz yutuvermiştim sanki.

“Cevap vermeyecek misin?” dedi Ceren.

“Benimle ne konuşmak istiyorsun Ceren?” dedim gözlerimi onunkilere dikerek. Şarkı geri plana kaçıverdi. Gece boyunca birkaç kez aklımda dönen konuşma sonunda başlamıştı.

“Ne mi konuşmak istiyorum?” Baktı anlamlı ve müşfik. “Özledim seni. Konuşacak çok şeyimiz var ayrıca.”

“Erkek arkadaşın ne diyecek bu duruma peki?”

“Saçmalama, erkek arkadaşım falan yok!” Ali’ye döndü bir an için. “Bir bira,” dedi eliyle bardağın büyüklüğünü tarif ederek.

“Oyun oynayacak halim yok Ceren,” dedim votkadan büyük bir yudum alarak. “Lafı da fazla uzatmayacağım. Şimdi beni iyi dinle…” Bana baktı, yüzünde morluk lale gibi açarken. “Seninle hiçbir alakası yok komaya girmemin. Üzülmene, kendine dert edinmene falan gerek yok. Benim için bir şey ifade etmiyorsun artık. Arkadaş olmak için de fazla vasatsın. O yüzden görüşmemiz anlamsız. Ben votkamı, sen biranı içersin, sonra ikimiz de kendi yolumuza gideriz. Sanki hiç tanışmamışız gibi.”

Kuruyan boğazımı ıslatmak amacıyla yutkunurken onun dudakları büzüştü. Saçını geriye atıp Ali’nin bir saniye önce önüne bıraktığı biraya baktı bir süre. Suratlarımızdaki nemrutluğu görüp yine şaka yapamadan uzaklaşmak zorunda kalmıştı zavallı Ali.

“Niye buluşmayı kabul ettin o zaman?”

“Bunları yüzüne söylemek için.”

Yine biraya dikti gözlerini. Sanki içki değil de bir manzara vardı karşısında. “Benden intikam almak istemeni anlıyorum,” dedi kafasını sallayarak.

“Ne kadar anlayışlısın.”

Yaşarmış gözleri buldu beni. Kıpkırmızı olmuştu birden suratı. “Seni seviyorum Serdar. Bir hata yaptım. Çok ama çok salakça bir şeydi. Sen de biliyorsun. Böyle olmasına izin veremem, kabul edemem bunu. Hâlâ bir şansımız olmalı…”

“Sorun bu değil,” diyerek kestim sözünü. “Gerçekten. Eskiden olsa seni affedebilirdim belki. Ama şimdi durum farklı.”

“Nasıl farklı?” derken çatladı sesi.

“Hiçbir şey hissetmiyorum senin hakkında.”

“Olamaz, yalan söylüyorsun.”

Kafamı salladım sağa sola. Bir şey demek yerine votka içmeyi tercih ettim.

“Daha bir ay önce beraberdik. Âşıktık birbirimize…”

“Biranı iç artık, yapacak işlerim var daha.”

Koluma yapıştı. “Doğan’la hiçbir zaman sevgili olmadım ben. Senden önce de buluşurduk ara sıra. Aptalca bir alışkanlıktı. Hiçbir şey ifade etmiyor benim için. Lütfen inan. Seni çok seviyorum.”

Eğilip gözlerimin içine baktı. Ağlamasına ramak kalmıştı. Çenesinin titrediğini fark edebiliyordum. “Ben seni sevmiyorum,” dedim yüzümdeki o buz gibi bakışı koruyarak.

“Seviyorsun,” dedi küçük bir kız gibi ayaklarını yere vurarak. “Seviyorsun işte.”

“Hayır,” dedim. “Sevmiyorum. Sana bakınca hiçbir şey uyanmıyor içimde. O kadar uzaksın ki. Tanıştığımızdan bile emin değilim.”

Arkasına yaslanıp delirmişim gibi baktı yüzüme. “Ne oldu sana böyle?” dedi sonra. Hafif hırçınlaştığı belli oluyordu. Beğenilmemek, ilgilenilmemek onun için katlanılamayacak kadar kötü bir cezaydı.

“Akıllanmışımdır belki,” dedim.

“Öyle mi?”

“Belki de güzelliğin hiçbir anlama gelmediği dank etmiştir kafama.” Bir dikişte bitirdim bardağı.

“Başka?”

“Belki de görüşmediğimiz şu kısacık zaman zarfında doyumsuzluk virüsünü hissetme yeteneğini geliştirmişimdir. Onu taşıyanları kendimden uzak tutmaktan başka bir amacım yoktur artık bu yaşamda.”

Masaya tokadını indirip bana baktı güzelliğini kıvılcım kıvılcım etrafa saçarak. “Bana bunu yapmaya hakkın yok Serdar. Bir hata yaptım, kabul ediyorum. Domuzun tekiydim. Ama akıllandım. Çok mutlu olacağımızı sen de biliyorsun.” Yumuşadı birden. Işıldadı yanakları. Yalvarırcasına bir bakışla kaşlarını kaldırırken elimi tutup sıktı. Sıcaklık yürüdü bedenime. “Hadi yapma. Lütfen.”

“Anlamıyorsun,” dedim elimi çekip kurtararak. “Sana bakınca hiçbir şey hissetmiyorum artık. Bir yabancısın benim için.” Kalktım ayağa. Burnumu kaşırken kafasında yüzlerce olasılığı çevirip duran kafası karışmış kıza diktim gözlerimi. Saçlarımı elimle geriye attım. “Kızmıyorum sana,” dedim ardından. “Üzülme sakın. Her şey nasıl olması gerekiyorsa öyle oldu.” Güldüm. “Hesabı ödersin artık. Bir önceki buluşmada ben ısmarlamıştım.”

İskemleyi yana ittirip döndüm hızla. Çıkışa doğru giderken, “Serdar!” diye bağırdığını duydum arkamdan. Sokağa çıkar çıkmaz sert hava yüzüme çarpıp hararetimi göğsüme doğru bastırdı. Ellerimi montumun ceplerine sokup hızlandım. Sokak genişledi birden. Derin bir nefes çekti sanki apartmanlardan oluşan blok içine. Arasından geçip gittim insandan tarlanın. Alacakaranlık, siyah bir kepengi aşağı doğru çekiyordu uykulu. Ne heyecan vardı üstümde ne pişmanlık ne acı. Yürüdükçe açılıyordum yine. Geçmişe doğru atıyordum sanki adımlarımı. Gençliğimin arınmış dönemlerine doğru gidiyordum. İnsanlar çekiliyorlardı önümden saygıyla.

Yapıştı birden bir el koluma. Ceren çekip döndürdü beni kendisine. “Böyle çekip gidemezsin!” diye bağırdı. Hıçkıra hıçkıra ağlıyordu bir yandan. İlk defa görüyordum onu bu halde. Gururlu, kendini beğenmiş havası dağılıp gitmişti. “Seni seviyorum!”

Yaklaştım biraz. Omuzlarından tuttum onu. Anlam oluşturmaya çalışmadan doğruca gözlerinin içine baktım. Sonra var gücümle ittim onu. Şaşkın, gözleri kocaman açık, savrulup gitti ve düştü sırtüstü. Ayakları havaya kalktı. Döndü. Sürüklendi sonra. Rüzgârın önüne katıp götürdüğü bir yaprak gibi uzaklaştı. Bir başka kıza çarpıp yuvarladıktan sonra sağ tarafına doğru çevrildi vücudu. Bir-iki kez daha döndü yerde. Havalandı sonra. Bıraktım o sırada onu. Kıçının üstüne oturup karman çorman saçlarının altında delirmenin eşiğine gelmiş gözlerle bana baktı. Kukla gibi yanlara açılmıştı bacakları…

Döndüm hemen arkamı. Yürüdüm gittim. Açıldı yine insanlar önümden saygıyla…

 

Taksim Meydanı’nda, metro girişinin hemen önünde, yavaşça eksenimde dönerken gökyüzünde çığlık çığlığa bağrışan martılara baktım. Ayaklarımla yeri yokladım hafif hafif kımıldatarak. Hiçbir şey hissetmedim. Rüzgâr yüzüme vuruyordu soğuk. Çiseleyen yağmur küçük, ıslak damlalar bırakıyordu tenimde. Diğer dünya açılmamakta direniyordu benliğime. Çınar ağacının köklerinin üstünden geçen otobüsler uçuruma düşmeden durağa giriyorlar, oraya kümelenmiş insancıklarla çevreleniyorlardı hızla.

Gümüşsuyu’ndan aşağı doğru inerken telefonum çaldı. Annemdi yine. Açtım bu sefer.

“Ne yapıyorsun?” diye sordu şüpheli bir ses tonuyla.

“Yürüyorum,” dedim.

“Nerede?”

“Taksim’de.”

“Eve gelsene artık. Sarma yaptım. Teyzen de burada bak.”

“Arkadaşlarla buluşup içeceğiz biraz.”

“Güçsüzsün daha,” dedi hoş bir tonda. “İlk gün fazla zorlamasan.”

“Zorlamıyorum,” dedim. “Kendimi kötü hissedersem atlar taksiye gelirim hemen.”

Hımladı bir. “Tamam oğlum,” dedi sonra içini çekerek.

“Sen beni düşünme,” dedim. “Kendimi çok iyi hissediyorum.”

Tatlı bir kahkaha patlattı. “İyi misin diye sormamaya o kadar özen gösterdim, sen kendin cevap verdin bak.”

Güldüm ben de. “Öyle oldu, doğru. Çok geç kalmam. Teyzeme söyle, bu akşam bizde kalsın. Kahve içelim beraber. Bir fala ihtiyacım var.”

“Tamam söylerim.”

Kapadım telefonu. Yolların kayıp gittiğini gördüm ayaklarımın altından. Ne görsem ne yaşasam yapay bir şekilde arkamda kalıyordu. Sanki anlamını yitirmişti her şey. Elektrik direklerinden aşağı damla damla düşüyordu ışıklar. Duraklardaki insanlar üstlerine kurum gibi yapışmış gölgeleri evlerine taşıdıklarından habersizlerdi. Enerji içimde delirmiş bir attan farksız, dörtnala koşturuyordu. Çılgınca bir hıza ulaşmıştım. Boğazın ümüğüne çökmüş karanlığa doğru iniyordum tam gaz. Yokuş birden arkama geçti. Stat yanımdan koşturup gitti Taksim’e doğru. Dolmabahçe’nin pürüzlü duvarları beni pışpışlayarak sevecen bir tavırla ileriye ittirdi. Umudun yanımda yürüdüğünün, her geçen saniye daha da keyiflendiğinin farkındaydım. İnanıyordum her şeyin bir şekilde düzeleceğine ve bu bile insanın ileriye bir adım atması için oldukça geçerli bir sebepti. Sonra da diğeri geliyordu nasıl olsa…

 

Işıklar karanlıkla hastalıklı bir ilişki yaşıyordu. Birbirlerini delice severken kavga etmeden duramıyor gibilerdi. Ayakkabılarımın sesi kulağıma ulaşmıyordu artık. Geriye sadece soluklarım ve kalbim kalmıştı. Neonlar rahatsız edici renklerini kusuyorlardı üstüme. Kapının eşiğinde kararsız ve korkak dikildim. Görevli herif yüzümdeki ürkekliğe bir anlam yüklemeye çalışırken müzik sarılıp beni içeri buyur etti. Girdim. Kalabalıktı. Ayakta, yüksek yuvarlak masalara ellerini kollarını dayamış çevreye bakınıyor, müziğe uysun uymasın kafasını sallıyordu bir sürü tip. Aralarından ilerlerken denizanası sürüsünün içine girmiş bir kefal gibi hissettim kendimi. Kesildi birden şarkı, Led Zeppelin’den Whole Lotta Love. Başlar durdu. Dönüp dj kabinine baktı herkes. Ben yürümeye devam ettim. Sessizlik muhabbetleri bıçak gibi kesmiş, sifondan akan biranın köpüklü sesi ortamı ele geçirmişti. O an başladı Julian Plenti’den No Chance Survival. Durdum hemen. Tüylerim ayakta, dj’i görmeye çalıştım. Uzun saçlı, rockçı tayfasından vasat bir tiki buldum karşımda. Yolda mırıldandığım melodinin barı ele geçirmesiyle sanki orası birden bana ait olmuş, ben ev sahibine, kalabalık da misafire dönüşmüştü. Kendime bir yol açarak sola doğru kıvrıldım. Camekân bölüme yaklaştım. Ve o an gördüm onu. Bir herif, kahkahasını şaklattığı elleriyle süsleyerek kendini geriye atınca kayboldu ve ben bir hayali kaybetmemek için hemen sola kaydım. Oradaydı. Gerçekti! Alnım terle kaplanmış, boğazım kuruyuvermişti anında. Bir kız, üç erkeğin yanında dalıp gitmiş, barın oralarda bir yerlere bakıyordu. İlerlerken bir şeyler düşünmeye çalıştım ama başaramadım. Bulmuştum onu! Dalga dalga saçlarından, bembeyaz yüzünden yayılan güzelliğin anaforuna kapılmış halde yürüyüp karşısında durdum. Üzgün müydü? Yoksa düşünceli mi? Bir saniye, iki saniye, üç saniye. Kafasını kaldırıp bana bakmasıyla kasılması ve kendisini geriye atması bir oldu. Bembeyaz kesildi yüzü. Toparlanmaya çalışırken sağ elini sevgilisinin elinden kurtarmaya çalışması komikti. Sıkı tutuyordu delikanlı, bırakmadı. Bana bakıyordu artık o da.

“Merhaba,” dedim Pelin’den başka herkes netliğini yitirip görüş alanımın dışında kalırken. Gülmeye çalışıyordum ama kasları üzerindeki denetimini yitirmiş, bıyıkları kesilmiş bir kediden farksızdım.

“Merhaba,” deyişinde kuşku, inanmazlık, korku, sevinç ve kim bilir daha neler vardı. Körük gibi kalkıp iniyordu artık göğsü. Onunla karşılaştığımız ilk gün giydiğine benzer bir elbise vardı üstünde. Yeşildi bu sefer. Beyaz hırkasının düğmeleri göğüslerinin hemen üstünden kavuşup incecik belini sarmaya yollanıyordu. En az diğer boyutta olduğu kadar güzel görünüyordu. Çenesinden boynunun sağ tarafına uzanan derin dikiş izlerine takıldı bir süre bakışlarım. Ardından pürüzsüz tenini izleyerek yine yukarı çıktı. İçtiği şarap tatlı dolgun dudaklarını kızartmıştı. Arkadaşları kendilerini bir masa tenisi maçında en ön sırada bulmuş gibi bir bana bir ona bakıyorlardı. Sağ taraftan, boş gördüğüm bir iskemleyi kapıp yanına çöktüm hemen. Yüzüme içten bir gülüş oturdu bu sefer. Bir kez daha diktim bakışlarımı ürkek gözlerine.

“Beni hatırladığını biliyorum,” dedim sonra. Bir süre tepkisini bekledim ama bakışlarını yavaşça yere indirmekten başka bir şey yapmayınca sordum: “Hatırlıyorsun değil mi?”

“Hatırlıyorum,” dedi kafasını sallayarak. Sonra kaldırdı gözlerini. Heyecandan kızarmış, içleri yaşla dolmuştu.

“Arkadaşınla bizi tanıştırmayacak mısın Pelin?” dedi erkek arkadaşı hafif delikanlı bir tavırda. Uzun boylu, saçlarını arkada toplamış, keçi sakallı, düzgün yüzlü bir herifti.

“Evet,” dedi masanın sonundaki kız. “Kimsin sen yahu?”

Onlara bakmadım. Cevap da vermedim. Gözlerim Pelin’e kilitlenmişti. Uzanıp diğer elini de ben tuttum. Çekmedi. Tir tir titriyordu. “Gölgeler seni alınca bittiğini sanmıştım her şeyin. Dediğim gibi yaptım. Seni kaybedince yaşamıma son verdim. Ama her şey ortada. Öleceğim yerde, uyandım tekrar.” Başımı eğip bana bakmasını sağladım. “Hastaneden çıkalı tam dokuz gün oldu. Daha önce dışarı bırakmadılar. Biliyordum seni burada bulacağımı.”

Elleri dudaklarında ya da ağızlarını burunlarını şekilden şekle sokarak durumun komikliğini belirtircesine hareketler yapan arkadaşlarına bir göz atıp bana döndü herif ağırdan. Şaşkınlık ve öfke komik bir şekilde karışmıştı yüzünde. Söylediklerim göz önüne alınırsa beni deli falan zannetmeleri normaldi. Kafalarını karıştıran Pelin’in kuşkulu tavırlarıydı.

“Pelin seni aldatıyor galiba Tunç,” dedi etine dolgun kız gülerek.

“Bana da öyle geldi,” dedi bir başkası, neredeyse birasını püskürtecek gibi olduktan sonra.

“Sen ne zaman çıktın?” dedim.

Yutkundu önce. “Bir ay oldu,” derken yaşananlara inanmak için kendini zorladığı belli oluyordu. Cümlesini bitirir bitirmez gülmeye çalıştı beceriksizce.

Zamansal saçmalık umrumda bile değildi. Düşünerek bir şeylere ulaşılamayacağını öğreneli çok olmuştu. Duygularla ilgiliydi her şey. Ya da o türden bir şeylerle…

“Arkadaşım!” dedi Tunç denen herif bana doğru eğilerek. “O elini kız arkadaşımın elinden çeksen iyi olacak!”

“Seni seviyorum,” dedim ben Pelin’e. “Hem de çok.”

“Ciddiyim!” dedi herif.

“Bırak Pelin de bir şey söylesin,” dedi şişko kız. Ciddileşmişti artık hepsi. “Kızım konuşsana. Kim bu herif?”

“Benimle gel Pelin,” dedim. “Beni düşündüğünü biliyorum. Mutsuzsun. Görebiliyorum bunu. Benimle gel. Sensiz yaşayamam.”

“Hay Allah’ım yaaa…” diyerek bir elini masaya vurdu Tunç. “Sikicem şimdi ama!”

Ve ben ilk kez baktım ona. Buz gibi olmuştum. Olaylara onların cephesinden bakacak, empati kuracak durumda değildim. Hayatın bir anlamı varsa, onu yakalamaya gelmiştim buraya. Pelin’i almadan hiçbir yere gitmeye niyetim yoktu. O sırada birden elimi sıktı kız. Yine ona döndüm.

“Ben de seni seviyorum,” dedi ansızın.

Tunç eline karafatma konmuş gibi hızla geri çekip içinde hayret ve öfke kaynaşan bakışlarını Pelin’e dikti. Ama ikimiz de onunla ilgilenecek halde değildik. Gülüş çılgın bir pire gibi yüzlerimizin arasında mekik dokuyordu. Ayağa kalktı Pelin. Ben de dikildim sandalyemi itip.

“İşte bu bir bomba!” dedi heriflerden biri.

Elini ağzına götürüp kahkahasını bastırdı şişko kız.

“Sen delirdin mi kızım!” diye bağırdı Tunç. “Ne yapmaya çalışıyorsun? Kamera şakası falan mı hazırladınız lan bana?”

Bir adımda yanıma gelip sımsıcak dolandı bana Pelin. Başını omzuma dayarken kokusu beynime doluverdi. Ağlayacak gibi oldum bir an. Yaşlar göz kenarlarımda birikirken saçlarını okşadım yavaşça. Şişko kızın kafasının epey karıştığını gördüm, tavırlarımızı anlamlandırmaya çalışırken. Diğer heriflerin durumu da farklı değildi ama sırf erkek oldukları için ikide bir Tunç’a bakıyor, ne yapmaları gerektiğini çözmeye çalışıyorlardı. Gerekirse kavga edeceklermiş gibi bir havada kasmışlardı vücutlarını. Tunç ise dişlerini bileyip duruyor ama bir türlü harekete geçemiyordu.

“Biz âşığız,” dedim onlara bakarak. Sözlerimin kulağa malca gelmesi umrumda değildi. Ağzımdan beton parçaları gibi çıkıyordu kelimeler. “Birbirimiz için yaratılmışız. Anlayabileceğinizin çok ötesinde şeyler yaşandı. Yapacağınız bir şey yok. Boşuna sorun çıkarmayın.”

“Özür dilerim,” dedi Pelin gözlerini yere dikmiş bir halde. Zayıf çıkmış, müziğe karışmıştı sesi.

Sarılıp döndürdüm onu. Hızla yürüdüm kalabalığın arasından. Denizanaları hazırdı zaten buna. Uysalca çekildiler önümüzden. Korumanın göğsüne elimi koydum kapının orada. Gücü yok oldu birden. Sarkmış dudaklarıyla hafifçe yana kayarken, “Pelin,” dedi. Ama ona bakmıyordu Pelin. İki tarafta da saygıyla eğildi duvarlar. Yok oldu gökyüzünün karanlığı. Elini tuttum sıkıca. Sokaklar yürüyen merdivenler gibi bizi caddeye taşırken uzaklaştı biraz vücutlarımız. Ayak bileklerinin beyazı vurdu gözlerime ve kör etti beni dünyadaki her şeye. Sol bacağına yerleşmiş derin yara izi, hafif aksaması gereksiz ayrıntılar havuzunda batıp gitti hemen. Onu duyumsadığıma, gördüğüme, kollarımın arasına alıp sıktığıma inanamıyordum bir türlü. “Seni çok özledim,” dedi bana alışmaya çalışırken bir türlü aşamadığı çekingenliğiyle. Dudakları hâlâ oynuyordu ben onu duyduğumda. Gülümsemeye çalıştım ama bir şeylerin gerisinde kalmıştım. Yaşam fazla hızlanmıştı. Arkamızdan yükselen bazı sesler duydum. Bir bağırış. Elimi çekti Pelin. “Durma,” dedi. Öyle bir şeye niyetim yoktu zaten. Aramıza giremeyeceklerini biliyordum. Bize yetişemezlerdi. Göremezlerdi bile bizi. Delice kıkırdadım. Çok mutlu hissediyordum kendimi…

 

 

16

 

Buram buram tütüyordu kokusu çıplak bedenimin üstünde. Nefes alıyordu küçük küçük, pencereyi açık bulup yanıma kaçmış bir sincap gibi. Yine sıktım elini, boşluğa düşmekten korkarak. Annemlerin fısıltıları kulaklarıma ulaşıyor, bir anlam bırakmadan köpükler gibi patlayıp gidiyordu. Az önce oradaydık. Gülüşüyorduk hep birlikte. Şimdiyse buradaydık. Bir kolumu başımın arkasına atıp dışarıdan tavana vuran yansımalara baktım. Sokulup koltuk altıma yerleşiverdi o an. Derin derin kavradı bedenlerimizi soluklarımız. Sıcaklığı bana akıyordu, bendini yıkmış bir dere gibi. Dönüp sarıldım ona. Burnumu boynunun oraya, sahibiyle bütünleşmeye çalışan bir köpek gibi sokup öptüm gözlerimi kapatarak. Hiç ses yoktu odada. O an yükseliverdi duygu! Tiyatroda bir piyesin içine düşmüşüz gibi hissettim birden. Yapay mutluluk sahnelerinin içinde kendini paralayan iki amatör oyuncu! Panik içinde açtım hemen gözlerimi. Sıktım Pelin’i kollarımın arasına iyice çekip.

“Çok korkuyorum,” dedi birden titrek bir fısıltıyla. “Gerçek olamayacak kadar güzel her şey. Yitip gitmekten korkuyorum yine.”

“Öyle bir şey olmayacak,” dedim az önceki düşüncelerimi bir yutkunuşta bilinçaltımın en derin kuyularına atarak. Oldukça kararlı çıkmıştı sesim. “Anlamıyor musun Pelin? Gerçeği biz yaratıyoruz. Korkuları da öyle.”

“Yaşam çok korkunç.”

Fısıltısı odanın duvarlarını tırmalayarak uzun süre asılı kaldı havada. Yanaklarımı okşuyordu şimdi o. Uzanıp kokladı saçlarımla boynumun bitiştiği yeri.

Dudaklarının ıslaklığıyla ürperirken düşüncelerle sarılmış halde tekrar çevirdim başımı. “Onunla baş edebilecek güce sahibiz,” dedim. “Gerekirse yıkıp geçebilecek güce sahibiz. Sadece bunu anlamak istemiyoruz. Boşuna dönmedik buraya. Çirkinliği ayaklarımızın altında ezmek için birleştik seninle. Bundan böyle biz neye karar verirsek o yaşanacak.”

Sessizliğe gömüldü oda. Öfkemle baş başa kalmanın tedirginliği yükseldi içimde. Pelin tam o an konuştu. Belki de beni kurtarmak için yaratılmıştı. Uykunun içinde dans ediyordu zayıf titrek sesi. Gücü tükenmişti artık. “Mutlu olmak istiyorum sadece,” dedi zorlukla. “Seninle olmak istiyorum.”

Göz kapaklarını açıverdi içimde bir şeyler. Çöküş de peşi sıra geldi. Anladım ve utandım. Bencilliğimin gölgesi altında kıvranırken gözlerimi onun tatlı yüzünden kurtarmaya çalıştım. Gücün peşindeydim ben. Dünyama sızan oydu diğer tarafta. Evet, Pelin’di yanıma gelen. O yüzden çok uzaklardan duyuyordu yıkım dolu sesleri. Kırılgan dünyasından merakla benimkine bakıyor, anlamaya çalışıyordu. Öfkeyle ve kinle kaplanmıştı tüm benliğim. Onu yanıma çekişimin de daha fazla güçlenmekten başka bir amacı yoktu. Sevgiyi de kullanıyordum delirmiş bir pislik gibi. Dünyaya bağlanmak için nedenler yaratıp hemen ardından savaşmaya başlıyordum onunla. Kendime de saldırıyordum. Çünkü ben de o sistemin bir parçasıydım. Yüzüme çarpan gerçeklikle allak bullak olmuş halde, kaçıp gitme isteğiyle yanıp tutuşarak yatmaya devam ettim orada öylece. Yumuşacık eli, katılaşmış bedenimin kaldıramayacağı bir güce kavuşmuştu. “Ben de mutlu olmak istiyorum,” dedim kararsız, titrek bir sesle.

Uykusu gelmiş küçük bir kedi gibi sarıldı bana yavaşça. Çıplak ayağını benimkine dayadı. “Seviyorum seni,” diye mırıldandı kulağımın içinde.

Ağlamak istiyordum. Utanç duygusundan sıyrılamıyordum bir türlü. Bunun, yaşadığım onca gerilimin sonucunda beni avcuna alan geçici bir bunalım mı yoksa gerçek bir sorunsal mı olduğuna karar veremiyordum. Dakikalar geçti gitti yaşamı içine almadan. Nefesler peşlerine ipekten tülleri takmış, dolanıyordu çevremizde. Akordeonun içli sesi açık bir yer bulmuş, sızmaya başlamıştı aklıma. Susup yatmaktan başka bir çarem yoktu. Saçlarının içine süzülmüş parmaklarım aşkın yumuşaklığına aç, yavaşça gezinirken ben tavana bakıyordum. Konuşmuyordu artık o. Uyku, içinden yavaşça dışarı akmış, odanın en uzak köşesine atlamıştı birden. Oradan beni izliyordu alayla. “Yitip gitmek istemiyorum,” dedim yalvarırcasına. Kimse duymuyordu ama beni.

Güldü bir şeyler birden. Bir esinti oldu içeride. Dalların pencereye vurduğunu algılayabiliyordum. Gözlerim kapalıydı. Açmaya çalıştım ama beceremedim. Bir ses geldi o an. Kulaklarım kabardı. Pelin’di konuşan. “Kalk Serdar,” dedi. Dinlemeye devam ettim. “Kalk, lütfen,” dedi bir daha. Çok uzaklardan geliyordu sesi. “Sana söylemem gereken bir şey var.” Göz kapaklarım açılıverdi birden. Yana döndüm. Uyuduğunu gördüm mışıl mışıl. Yatakta doğrulup öylece durdum bir süre. Yattım sonra yeniden. Birden çok mutlu hissettim kendimi. Annemin bize bakışı geldi aklıma. Çayların içine kaçmış huzur. Ona sarılıp iç içe geçmiş iki kaşığa dönüşene kadar yaklaştım. Saçlarını koklayıp bir öpücük kondurdum omzuna. Yüzüme bir gülümseme yayıldı. Ve genişledi birden. Tatlı bir rüyanın üstünde pırıl pırıl parıldayan bir güneşe dönüşene kadar büyüdü ve öylece asılı kaldı orada…

 

 

17

 

Sanki az önce toz kaçmasın diye kapamışım gibi anısız, rüyasız, beklentisiz açılıverdi gözlerim. Önce sarmaşıkları fark ettim. Başım kırılmışçasına yana dönüktü. Boynumda kesif bir ağrı vardı. Odaya doluşmuş yoğun gün ışığıyla kamaşan gözlerimi zorlarken bir dirseğimden destek alarak hafif doğruldum. Anlamaya çalışıyordum olan biteni. Anladığımda ise fırladım hemen yerimden. Tahta zemin sert elleriyle okşadı tabanlarımı. Taş duvarlar çevremde fır dönerken yavaşça bir-iki adım attım. Yatakta mışıl mışıl uyuduğunu görebiliyordum Pelin’in ve bu beni kesinlikle rahatlatmıyordu. Kumral saçları eskisi gibi yayılmıştı yastığa. Çırılçıplak yatıyor, pürüzsüz teni ona yorganın üstüne yatırılmış fildişi bir heykel havası katıyordu. Yara izleri yoktu artık. Solundaki duvara yerleşmiş tabloda onun Kurt’la birlikte tarlanın ortasında verdiği poz belirmişti. Arkalarında kule tüm ihtişamıyla bulutlara uzanıyordu. Başım zonkluyor, içinde arı kovanı varmış gibi tüm sesleri yutuyordu. Döndüm gölgesini ve aklını yitirmiş bir berduş gibi. O an kalktı kulaklarımdan basınç. Dışarıdan, tırabzana vuran dalları duydum önce. Sonra aşağıdan annemin neşeli şarkısı geldi. Ve bir tencerenin tezgâha çarpışıyla çıkan hafif bir çınlama. Bir daha baktım Pelin’e. Çöküşle delice bir umut arasında gidip geliyordum her salise. Çıldırmamı neyin engellediğini merak ederek yavaşça yürüdüm pencereye doğru. Açıp dışarı çıktım. Kuş sesleriyle kaplıydı hava. Ilık ılık vuruyordu yüzüme meltem. Baharın o keyifli kokusunu içime çekerek ilerledim. Tırabzana dayanıp aşağı baktım. Beni görünce delice bir sevince kapıldı Kurt. Havlayarak, inleyerek, ekseninde dönerek koşturdu. Kuyruğu kurumuş domates fidelerine vuruyordu inanılmaz bir hızla. Yıkıntılar ortadan kalkmış, geride sadece kıraç topraklar kalmıştı. Boğaz Köprüsü görünmüyordu artık. Çınar ağacı kulenin boyunu geçmişti çoktan. Kanat sesleriyle irkilip yarım metre geriye attım kendimi. Ve baktım kocaman açılmış gözlerle çoktan oraya konmuş, kara gözlerini bana dikmiş kuşa.

“Bu ne şeref Serdar Bey,” dedi karga. “Hoş geldiniz.” Alay etmeyi bırakıp ciddileştiğini duruşuyla açıkça ortaya koyarken sordu: “Sorunlarını çözdüğünden emin misin peki bu sefer?”

“Bu bir rüya olmalı,” diye mırıldandım gözlerimi kaçırarak. Kendimi toparlayamıyordum bir türlü. Önümdeki tahtaya dayanıp nefes almaya çalıştım.

“Her şey bir rüya zaten,” dedi o. “Önemli olan hangisinde yaşayacağına karar vermen.” Komik bir kahkahayla süsledi cümlesini. “Burada olduğuna göre kararını vermişsin gibi görünüyor ama yine de belli olmaz senin işin.”

Başım dönüyordu. Tırabzanı sıkıca kavrayıp Topkapı Müzesi’nden başlayarak Anadolu Hisarı’na kadar döndüm İstanbul’un düştüğü yalnızlığa şahit olarak.

“Görüyorsun çok ıssız buralar,” dedi karga ve biraz daha yaklaştı seke seke. “Çocuk yapmalısınız bir an önce.”

Kurt delice havlıyordu aşağıda. Buralarda üstüme bir gömlek gibi geçirdiğim ruh halinin tekrar yerleştiğini algılayabiliyordum bedenime. Rüzgâr bir şeyler anlatmaya çalışıyordu kulenin tepesinde dönenerek.

“Demek kurtulmak bu kadar kolaymış,” dedim sinirli bir gülüşle.

“Sen kafayı yemişsin,” dedi karga.

“Gerçekten öyle olmalı,” dedim.

“Kurtulmakmış… Neden kurtulacaksın?” Kafasını sallayıp zıpladı olduğu yerde. “Hem sen tam bir salaksın. Her yaptığın yanlış. Baksana. Buralara mısır ekmen gerekiyordu.”

“Sorun değil,” dedim ona doğru dönerek. “Artık seni dinleyeceğim.”

“Hımmm… Bu güzel,” diye keyifle kıkırdadı. “Akıllanmaya başladığına sevindim.”

“Öyle,” dedim. “Gerçekten çok daha iyi hissediyorum kendimi.”

Birden Pelin’in çığlığı yükseldi içeride. Uyanır uyanmaz panik içinde havaya fırladığını, yere yuvarlandığını görür gibi oldum. Güldü karga. Kıvrıldı benim de dudaklarım.

“Üstüne gitme, alışacaktır,” dedi.

“Biliyorum,” dedim.

“Çocuk yapın,” dedi yine, içindeki teyp tekrara geçmiş gibi. “Görüyorsun çok ıssız buralar…”

Bir şey demedim. Ufka doğru dalıp gitmiştim. Adaların orada, neşeliymiş gibi birbirinin içine geçip hemen ardından kaçışan, büyüyüp küçülen gölgelere bakıyordum. Döndüğümü haber aldıklarının farkındaydım. Güldüm. Seviyordum artık onları…

-SON-

 

ŞARKI LİSTESİ:

Pink Floyd – Shine On You Crazy Diamond,  Pigs On The Wing I

Tom Waits – Albümler: Black Rider, Real Gone, Rain Dogs, Blood Money (Crossroads, Russian Dance, Sins Of My Father, Clap Hands, Jockey Full Of Bourbon)

Tindersticks – Bathtime

Led Zeppelin – Immigrant Song

Ten Years After – I Woke Up This Morning

Electric Light Orchestra – Showdown

Tricky – Makes Me Wanna Die

Tricky – Hell Is Around The Corner

Kasabian – Fast Fuse

The Black Heart Procession – All My Steps

Led Zeppelin – Whole Lotta Love

Julian Plenti – No Chance Survival

Önceki İçerik
Sonraki İçerik

En Son Yazılar