Yeni Sayı Çıktı!

En son hikaye, röportaj ve yazıları şimdi tıklayıp ücretsiz okuyabilirsiniz!

Yeni Sayı Çıktı!

En son hikaye, röportaj ve yazıları şimdi tıklayıp ücretsiz okuyabilirsiniz!

Tekinsiz Ev Olgusu Ve Casusluk

Diğer Yazılar

Bülent Tunga Yılmaz
Bülent Tunga Yılmaz
1975 yılında Samsun’da doğdu. Boğaziçi Üniversitesi’nde siyaset bilimi, sosyoloji ve kültürel çalışmalar alanında lisans ve yüksek lisans derecelerini aldı. Weitz Center for Sustainable Development’dan Yerel Kalkınma ve Kamu Yönetimi konusunda diploması bulunuyor. Çalışmaları ağırlıklı olarak AB-Türkiye İlişkileri, toplumsal araştırma, akademi-endüstri ilişkileri ve proje yönetimi alanında yoğunlaşan Yılmaz evli ve Kerem isminde bir çocuk babasıdır. Aİlesiyle birlikte Dubai’de ikamet etmektedir.

Tekinsiz Bir İstihbarat Ve Casusluk Alanı Olarak Ev

Freud, ‘tekinsizlik’ üzerine yazdığı Das Unheimlich[1] başlıklı çalışmasının başında linguistik bir analiz yapar. Makalesinin başlığını oluşturan unheimlich sözcüğünün Almanca’da sade, basit anlamına gelen heimlich ile yerli, tanıdık, bildik anlamına gelen heimisch sözcüklerinin zıt anlamlısı olduğunu ve bu bağlamda da tanıdık, bilindik, alışık olunmayanı ifade ettiğini söyler. Makalenin ve dolayısıyla da bu kelimelerin İngilizce çevirilerine baktığımızda ise heimlich sözcüğünün homely olarak çevrildiğini görürüz. İngilizce ev, yuva anlamına gelen Home ile doğrudan bir ilişkisi olan homely bildik, aşina, samimi, candan anlamına geldiği gibi bir kelime ile birlikte kullanıldığında ‘ev’ anlamına da gelebilir. Örneğin İngilizce ‘homely fare’ deyimi samimi, rahat ve mutlu bir ev hissine karşılık gelir. Freud bu linguistik açıklama ile bize tekin olanın ev/yuva, yani kendimizi en rahat, samimi ve mutlu hissettiğimiz mekan ile doğrudan ilişkisi olduğunu; zıt olanın yani tekinsizin de ev/yuva dışında kalan, yabancı olan ile ilişkilendiğini gösterir. Öte yandan Freud, aynı çalışmasında ‘tekinsiz’ olgusunun gerçekte bizim için yeni ve yabancı bir şey değil, aksine aşina olduğumuz, zihnimizde yer etmiş ancak baskı/baskılama/itaat altına alma süreci ile zihnin yabancılaşması sonucu ortaya çıktığının da altını çizer. Tekinsiz, korkutucu ve dehşet vericidir ama evin dışında oluştuğu ve eve sonradan girdiği için değil bilakis bizim için bilindik olup bir süreç sonunda bilinmeze dönüştüğü için bizi korkutur. İşte ‘tekinsiz ev’ kavramını daha da korkunç kılan budur: Tekinsizliği en umulmadık ve olmaması gereken yere, yani eve/yuvaya getirir. Bu getiriş evden tamamen bağımsız ve uzak bir yerden olabileceği gibi, Freud’a dönersek, çoğu zaman evin içinde olan ama bir şekilde gizlenmiş/bastırılmış ve sonunda bir nedenden dolayı ortaya çıkarılmış da olabilir.

Bu kısa teorik girişten sonra şu soruyu soralım kendimize: Korku ve gerilim edebiyatının en önemli alt türlerinden biri olan ‘tekinsiz ev’ olgusu ile polisiye edebiyatının alt türü olan ‘espiyonaj/casusluk’ arasında nasıl bir bağ kurabiliriz?

Le Carre, en bilinen karakteri George Smiley’yi tanımlarken şöyle bir ifade kullanır:

“Evi onun (Smiley) için çok tehlikeli bir yer haline getirdim.”

Le Carre bu ifadesinde evi iki anlamda kullanır: Birincisi gerçek evdir ve Smiley evinde mutlu değildir; keza karısı Ann onu birçok kez aldatmıştır ki son aldatması Tinker, Tailor, Soldier, Spy romanının önemli yan temalarından biridir ve yıllardır İngiliz Gizli Servisi’ndeki en üst düzey köstebek olan Bill Haydon (Tailor) ile gerçekleşmiştir. Bir korku ve dehşet değil ama bir huzursuzluk ve mutsuzluk kaynağı olarak gerçek evi/yuvası Smiley için tekinsizdir. İkinci anlam ise daha geniş anlamında bir dizi evi işaret eder: Bu ev önce teşkilattır, yani İngiliz Gizli Servisi (MI-6). Örneğin Soğuk Savaş yıllarında MI-6’in Sovyetler Birliği’yle ilgilenen biriminin adı Russian Houseyani ‘Rus Evi’dir ve hatta Le Carre’nin bir romanına da adını verir. Sonrasın sözü edilen ev ise teşkilatın düşmandan korumaya çalıştığı Birleşik Krallıktır; başka bir deyişle en büyük ev olan vatan. Gizli Servis’e ihanet, hem teşkilata hem de vatana ihanettir ve ihanet bu iki evi de korkutucu, dolayısıyla da tekinsiz hale getirir.

Le Carre Tinker, Tailor, Soldier, Spy romanını Soğuk Savaş tarihinin en büyük ve dramatik casusluk hikâyesi olan Cambridge Beşlisi olayından esinlenerek yazmıştır. Kısaca hatırlarsak, İngiliz Gizli Servisi’nin ve Diplomasisi’nin çok üst düzey beş yetkisilinin KGB için çalışan çift taraflı ajan oldukları ortaya çıkmış, tarihin gördüğü en kapsamlı ve büyük espiyonaj olayı olarak tarihteki yerini almıştır. Cambridge Beşlisi, bilindik, tanıdık, samimi aile bireyleridir, daha doğrusu kendilerini öyle sunmuşlardır ama arka planda evi düşmana karşı korunaksız hale getirmişlerdir. Ev aslında casusluk faaliyetleri devam ederken tekinsiz bir hale dönüşmüştür; olayın ortaya çıkmasıyla aslında hep tekinsiz bir evde yaşadıklarının ama bunun farkında olmadıklarının idrakine varınca evin diğer fertlerinin içinde düştüğü endişe ve dehşet daha da artmıştır. Nitekim Le Carre, bu olay sonrasında İngiliz Gizli Servisi’nin hiçbir zaman eskisi gibi olmadığını, herkesin birbirinden şüphelenmeye başladığını söyler. Bir kere tekinsiz olan evin bir daha o eski ‘tekin’, samimi ve rahatlatıcı yere dönüşmesi zordur; imkânsız olmasa bile eski haline gelmesi uzun zaman alır.

Le Carre’ın son romanı Silverview, istihbarat dünyasında evi bize yine tekinsiz bir yer olarak sunar. Romanın ana kahramanı Edward, hedefleri ve stratejisi doğrultusunda, üstelik ağır hasta karısına karşı casusluk yapmaktan çekinmez. Casusların dünyasında kendimizi en güvenli ve mutlu hissetmemiz gereken yer olan yuvanın dört duvarı arasında bile rahatlık yoktur.

Ev/yuva kavramının sadece dört duvar arasında çekirdek ailemizle yaşadığımız yerin ötesine geçtiği durumlar vardır. Ev/yuva, yaşadığımız evren genişledikçe genişleyen bir olgu haline dönüşür. Örneğin yaşadığımız semt/mahalle söz konusu olduğunda oturduğumuz ve dört duvarla sınırlı mekân bizim evimizken, yaşadığımız şehri düşündüğümüzde semtimiz/mahallemiz bizim için bir eve dönüşür. Ülkeler söz konusu olduğunda ise yaşadığımız/doğduğumuz şehir bizim evimizdir. Hemşerilik diye olgu vardır örneğin. Aynı köyden, kasabadan ama daha da çok şehirden olan insanları tanımlar, onları adeta birer aile üyesi olarak kabul eder. Söz konusu dünya olduğunda ise ülkemiz/vatanımız bizim evimizdir artık. Hatta yurtdışında anadilimizi konuşan biri ile karşılaştığımızda hissettiğimiz duygular anadilimizi soyut da olsa bir tür evimiz/yuvamız haline getirir. İşte bu noktada konu casusluk olduğunda büyük evimizi, yani yaşadığımız ülkemizi, daha duygusal bir şekilde ifade edersek vatanımızı, tekinsiz hale getiren bir başka politik, toplumsal ve tarihsel olgu daha vardır: İç güvenlik/iç istihbarat ve gizli polis teşkilatları.

İç güvenlik ve gizli polis teşkilatları, özellikle anti-demokratik, yoğun bir baskı ve zulümle, demir yumrukla ülkelerini yöneten totaliter rejimlere özgü kurumlardır ve basitçe kendi vatandaşları hakkında istihbarat, casusluk ve sindirme faaliyetlerinde bulunurlar. Hatta pek çok zaman doğrudan herhangi bir hukuki süreç olmadan cezaların infazında da yer alırlar. Konu casusluk olduğunda da evi tekinsiz hale getiren, Freud’un sözünü ettiği baskı/itaat altına alma süreci sonunda bireyde ve genel olarak toplumda korku, panik, yabancılaşma gibi duyguların ortaya çıkmasına neden olan asıl bu iç ‘casusluk’ ve ‘istihbarat’ faaliyetleridir.

Dünya tarihine baktığımızda 16. Yüzyıl’da Çar Korkunç İvan tarafından kurulan Oprichniki, Nazi Almanyasın’da Gestapo, Stalin dönemi Sovyetleri’ndeki NKVD,  Suriye’de veya Saddam Hüseyin dönemi Irak’ında Mukhabarat, Batista Dönemi Kübası’nda BRAC, Duvalier Dönemi Haiti’sinde MVSN, Ferdinand Marco dönemi Filipinler’inde CSU, Şah dönemi İran’ında SAVAK, Orta Afrika Cumhuriyeti’nde OCRB, Kızıl Kmerler Dönemi Kamboçya’sında Santebal, Salazar Portekiz’inde PIDE, Franco dönemi İspanya’sında BSI, Arjantin’de Cunta Dönemi’nde SI gibi kurumlar, rejimin iktidarını korumak için kendi vatandaşlarına karşı yaptığı casusluk ve istihbarat faaliyetlerinin, uyguladığı baskı, zulüm, işkence ve infaz politikalarının en önemli operasyonel araçları haline gelmişlerdi. Bu örgütlerin çoğu basit ve geleneksel ama çok etkili zulüm ve işkence yöntemleriyle bilgi topluyor ve sonrasında rejim karşıtı hareketleri, muhalifleri veya öyle olduklarına inandıkları birey ve grupları şiddetle bastırıyorlardı. Demir Perde döneminde Komünist rejimler altında faaliyet gösteren bazı Gizli Polis Teşkilatları öyle sofistike ve dehşetli yöntemlere sahiplerdi ve öyle bir korku imparatorluğu kurmuşlar ve ideolojik olarak beyin yıkamayı başarmışlardı ki kardeş kardeşi, oğul babayı ‘devrim düşmanı’ olarak ihbar edebiliyordu. Bu bağlamda, ülkedeki her yer gibi çekirdek ailenin yaşadığı yuva da tekinsiz hale geliyordu; tekinsiz ev olgusu gerçek-somut anlamını buluyordu. Operasyonel olarak en geniş ve güçlü oldukları dönemde Romanya’da Çavuşesku’nun Securitate’si neredeyse her 43 Romanya vatandaşından birini istihdam ediyor veya maaşla kendisi için çalıştırıyordu. Bu rakam Doğu Almanya’nın efsanevi İç Güvenlik Bakanlığı Stassi için ise 200 bindi. O dönem ülkenin nüfusunun yaklaşık 16 milyon olduğundan hareketle oransal olarak günümüz Türkiyesi için basit bir hesap yaparsak 1 milyon’dan fazla kişinin iç istihbarat teşkilatı için ajan olarak çalıştığını ve kendi yurttaşları hakkında casusluk yaptığını düşünün. İnsan adeta gölgesinden, komşusundan, en yakın akrabasından bile korkar hale gelir. Floran Henckel von Donnersmarck tarafından yönetilen 2006 tarihli muhteşem film Das Leben der Anderen (Başkalarının Yaşamı) Stassi’nin operasyonları ve çalışma prensipleri hakkında çok iyi bilgiler verir. Stassi, 1970’lere kadar diğer örgütler gibi basitçe tırnak sökme, kaba dayak gibi fiziksel işkence yöntemleriyle istihbarat çalışmalarını yaparken o tarihten itibaren daha sofistike psikolojik yöntemler kullanarak (kişinin evine gizlice girip nesnelerin yerini değiştirmek, sürekli arayarak cevapsız çağrılar yapmak veya tehdit etmek vb.) bireyi içinde bulunduğu mekana ve ortama yabancılaştırmayı, başka bir deyişle yaşamı-mekanı onun için tekinsiz hale getirerek kendi benliğinden uzaklaştırmayı, kısaca insansızlaştırmayı amaçlar. Bu psikolojik baskılar sonucu pek çok kişinin ciddi ruhsal sorunlar yaşadığı, hatta intihara sürüklendiği bilinmektedir. Bir kaç sene önce Berlin’de DDR Müzesi’nde bir Stassi sorgulama ve hücrede tutuklu kalma deneyimi yaşamıştım. İnteraktif bir oyun bile olsa ürkütücü olan bu deneyim (örneğin bir soruyu defalarca farklı şekilde sormak ve sizden de bu soruların cevaplarını her seferinde almak; bir metni defalarca kulaklık aracılığıyla sorgulanana okumak ve bu sorgu sırasında ellerin sürekli masanın altında durması vb.) içinde bulunduğunuz ortamı ve mekânı fazlasıyla tekinsiz hale getiriyor.

Konu devlet ve vatan olduğunda totaliter bir rejimin kontrolü ve gözetimi altında yaşamak  birey ve toplum için politik, ekonomik ve toplumsal alanda da bir ‘kurumsal’ ve ‘yapısal’ tekinsizlik hali yaratıyor. Fiziksel olarak işkence görmeseniz ve gözaltına alınmasanız bile hakkında herhangi bir şüphe olması durumda kişi ‘sakıncalı’ sayılabiliyor. Bu tür rejimlerde ‘sakıncalı’ olarak mimlenen biri işsiz kalabilir ve finansal açıdan güvensiz bir döneme sürüklenebilir. Bunun üzerine beden bütünlüğü ve sağlığı ile aile bireyleri ve yakınlarının başına gelebileceklere dair yaşadığı endişe; kendi kaderi üstünde söz sahibi olamamak; sürekli ve belirsiz bir bağımlılık ve endişe hissi ile yaşamak; derin hayal kırıklığı ve en nihayetinde vatandaşlıktan atılma korkusu gibi duygular da eklendiğinde ‘büyük ev’ çok ama çok tekinsiz bir hale gelir.

Atilla İlhan adeta bir polisiye/casusluk hikâyesi gibi kurguladığı ve müthiş bir atmosfer yaratmayı başardığı Tut Ki Gecedir şiirinde “ihanet için gece müthiş bir gerekçedir” der. İstihbarat ve casusların dünyasında da ‘tekinsizlik’ için ‘ev’ adeta müthiş bir gerekçeye dönüşür.


[1] Makalenin İngilizce çevirisi ‘The Uncanny’ olarak yapılmıştır. Türkçeye de ‘tekinsizlik’ olarak çevirebiliriz.

En Son Yazılar