Önnot: Sayın okuyucularımıza yazının dizi ve roman hakkında spoiler verdiğini belirtmek zorundayım. Ama tabii ki hikayelerin sonunu açıklamadım ve okumak/izlemek isteyen sizlere bıraktım.
Tavsiye: Diziyi izlemeden önce II. Dünya Savaşı hakkında bir kitap okumanızı, en azından bir belgesel izlemenizi şiddetle öneririm.
Truth, she thought. As terrible as death. But harder to find. / Gerçek, diye düşündü. Ölüm kadar korkunç. Ama bulması daha zor.
Philip K. Dick
Amerika’nın, II. Dünya Savaşı sırasında en çok nefret ettiği ülkeler sıralamasında birinciliği paylaşan Almanlar ve Japonlar tarafından, doğudan ve batıdan işgal edildiği ve uğruna savaştığını iddia ettiği her şeyi elinin tersiyle ittirebildiği bir distopyayı anlatan bir dizi çektiler: The Man in The High Castle. Böyle uçuk bir fikir kimin aklına geldi ki diye sorguladığımız zaman aldığımız cevap oldukça tatmin ediciydi. Dizi yazarları Philip Kindred Dick (1928-1982) isimli Amerikalı bilim kurgu yazarının 1962 yılında yayınlanan aynı adlı romanından esinlenmişti. Esinlenmiş diyorum çünkü ileride de anlatacağım gibi dizideki hikâye romandakinin birebir aynısı değil.
The Man in The High Castle romanı 1963 yılında bilim-kurgu dünyasının en saygın ödüllerinden biri olan Hugo ödülüne layık görülmüştür.
Blade Runner (1982), Total Recall (1990), Minority Report (2002), Next (2007), The Adjustment Bureau (2011) fimleri, Dick’in hikâye ve romanlarından uyarlama olan filmlerin bazılarıdır. The Man in The High Castle dizisi ise yazarın romanından aynı adla uyarlanan ilk yapımdır.
Dizinin ilk sezonu 23 Ekim 2015’te Amazon Pirime Video platformundan yayınlandı. 2019’da final sezonu ile bitti ve her sezonda toplam 10 bölümden 40 bölümden ibaretti. Hemen merak edip bakacaklar için zahmetsizce söyleyeyim, dizinin IMDb puanı 8.0.
Dizi çok ciddi bir atmosfer içerse de izlerken insana bir kara-komedi hissi veriyor. Bu, Amerikalılar için dehşet verici ama Almanlar için hayallerinden de iyi olan dünyada, Amerika’nın Atlantik kıyılarını Almanlar, pasifik kıyılarını ise Japonlar işgal etmiş görünüyor. Almanların işgali ettiği bölgenin adı American Reich; başkenti New York. (Reich Almancada devlet. Özellikle Nazi Almanya’sıyla bütünleşmiş bir kelimedir. Nazi Almanya’sının bir diğer adı Drittes Reich- Üçüncü Reich’tır.) Almanların tüm dünyada Afrika, Avrupa, Arabistan yarımadası, Kuzey Amerika’nın doğusu ve Güney Amerika’nın güneybatısında hüküm sürdükleri dünya devletinin ismi ise Greater Nazi Reich; başkenti Berlin. (Neden ‘great-büyük’ değil de ‘greater-daha büyük’? Bu bile komik bence.)
Japonların elinde bulundurduğu Pasifik kıyılarındaki bölgenin adı Japanese Pasific States; başkenti San Fransisco. Japanese Empire ise Hindistan dahil Asya’nın tüm doğu kıyıları Avustralya ve kuzeyindeki tüm adalar ile Amerika kıtasının Meksika hariç tüm batı kıyılarını yönetmekte. Başkenti tabii ki Tokyo.
American Reich ve Japanese Pasific States arasında Rocky Dağları boyunca uzanan, tüm kanun kaçaklarının, Nazilerden kaçan Yahudi ve siyahilerin kötü şartlarda da olsa yaşayabildiği başkenti Denver olan bir Neutral Zone var.
Dizi ve filmdeki hikâye, gerçek tarihte yani 1933’te Guisepe Zangara’nın Amerikan Başkanı Franklin Roosevelt’e düzenlediği başarısız suikastın başarılı olduğunu varsayıyor. Ardından 1947’de Mihver Devletleri’nden Almanlar ve Japonların, Müttefikleri (İngiltere, SSCB, ABD, Çin, Fransa ve diğerleri) yenerek II. Dünya Savaşı’nı kazandıkları bir paralel evren yaratıyor. Ve başka başka paralel evrenler.
Bir Hollywood Klasiği: Film veya Dizilerle Özür Dilemek
Hadi Philip K. Dick 1962 yılında bu romanı yazmış. Hikâye ilginç ve merak ettirici o da kabul. Peki Amerikalılar neden 2015’te bu hikâyeden bir dizi çekmişler acaba diye merak ediyor insan. Öncelikle tabii ki çok paraları var ve akıllarına esen her hikâyeyi çekebiliyorlar.
Ama daha önemlisi bu hikâye ile sanki Japonlar ve Almanları bir nevi aşağıladıklarını düşünebilirsiniz. “İşgal edemediniz ki edemediniz ki, bizim ülkemize gelemediniz ki gelemediniz ki! Ama biz sanki siz bunu yapabilirmişsiniz gibi bir hikâye yazdık (burada kahkahalar) ve bunun dizisini çekiyoruz!” diyorlar sanki.
Böyle bir dizi çekebilmelerinin sebebi politik elbette. Dünyanın en çok bilinen sembollerinden ama en çok sakınılan ve lanetlenen işareti olan kırmızı zemin üzerine beyaz gamalı haçı yani Nazi sembolünü, göğsünü gere gere kolunda taşıyan American Reich komutanlarının yine göğüslerini gere gere Amerika’yı Nazilerin adına yönettiği bir dizi çekmek politiktir.
Almanlar bunu herkesin izleyebileceği bir TV dizisinde yapamazlar. O gamalı haçlı bayrağa ellerini bile süremezler. Onlar ömürleri boyu özür dileseler de unutulmayacak o utancı aldılar, kabul ettiler ama başlarını da önlerine eğmediler. İleriye bakıyorlar. Geleceğe. Bir daha hiç Hitler ve etrafındakilerin yarattığı sahte üstünlük hissinin verdiği kadar kibirli olmamak için çalışıyorlar. Elbette içlerinde hâlâ Nazi fikirlerini güdenler vardır. “İyi ki yapmışız, yine olsa yine yaparız.” diyenler vardır. Ama umarım “Tanrı bize böyle bir utancı bir daha yaşatmaz.” diyenler daha çoğunluktadır. Kimse onlara kendilerinden aşağı gördükleri için katlettikleri Yahudileri ve diğer insanları koynunuza alın demiyor zaten. Belki de tüm dünya insanlarının, kendi ırklarını üstün ırk gibi görmemeye ve herkesle eşit olarak birlikte yaşamaya alışmaları için Naziler gibi bir ayıp yaşamaları gerekmektedir. (Aman olmasın öyle bir şey, sakın yanlış anlaşılmasın da!)
Dizide İncil’in yasaklandığı ve el altından satıldığı belirtiliyor, o da sadece Neutral Zone’da. Diğer bölgelerde yaşayan Almanlar, Amerikalılar ve Japonların (neredeyse) hiçbir dinle hiçbir ilişkilerinin kalmadığını, (özellikle Nazi işgali altındaki yerlerde) tapınılan tek şeyin ırklarının üstünlüğü ve bir de onlara bu refahı yaşatan Führer’leri olduğunu dehşetle seyrediyoruz. (Dehşete düşüren şey, dinle ilişkileri kalmaması değil, Führer’e sorgusuz sualsiz tapmaları.)
O yüzden Tevrat’tan seslendirilen dualarla dizide ismi anılan tek dinin Yahudilik olması dikkatleri çekiyor. Bu da akıllara senaryo yazarlarının Yahudilerden Almanlar adına tekrar tekrar özür dilemekle meşgul oldukları hissini veriyor insana.
Dizinin 4. sezonunda, Alman bayrağı dalgalanan hiçbir kıtada esamesi bile okunmayan siyahi insanların, Japon Pasifik Devletleri’nde Japonlara karşı birleşip Black Communist Rebellion grubunu kurmalarını ve kendi özgülükleri için Japonlara karşı yaptıkları terör eylemlerini izliyoruz. Amerika’nın bitmek bilmeyen ırkçılık dalgası yüzünden sokaklarda haksız yere şiddet gören hatta öldürülen siyahi insanların, dizideki “400 yıldır savaşıyorlar, bir 400 yıl daha savaşacak güçteler.” repliğiyle yüceltildiğine şahit oluyoruz.
Bunlar hep Amerika’nın Hollywood aracılığı ile halkın gazını alma veya ağzına bir parmak bal çalma teknikleri. Bu “Kusura bakmayın öyle yaptık ama siz bunun hak etmiyordunuz…” özürleri Akademi ödüllerinde kendine fazlaca yer bulmuştur.
1983 en iyi film Oscar’ı verdikleri Gandhi ile Hintlilerden,
1987 en iyi film Oscar’ı verdikleri Platoon / Müfreze ile Vietnam’da ölen askerlerden ve Vietnamlılardan,
1991 en iyi film Oscar’ı verdikleri Dances with Wolves / Kurtlarla Dans ile Kızılderililerden,
1994 en iyi film Oscar’ı verdikleri Schindler’s List / Schindler’in Listesi ile Yahudilerden,
2014 en iyi film Oscar’ı verdikleri 12 Years a Slave / 12 Yıllık Esaret ile köle yaptıkları Afro-Amerikalılardan,
2016 en iyi film Oscar’ı i verdikleri Spotlight ile Amerika’daki Roma Katolik Kilisesi’ne bağlı din adamlarının kurbanı olan genç erkeklerden özür dilemişlerdi.
Nazi Selamı Veren Özgürlük (!) Heykeli
Tabii dizinin içeriği politik olunca dizinin reklamlarının da politik olmaktan uzak durması beklenmiyor. Hollywood’un şu fikri her zaman sabit zaten: reklamın iyisi kötüsü olmaz. New Yorklular dizinin 1. sezonu yayınlanmadan önce bir sabah, en işlek hatlardan birine ait metroya bindiklerinde, vagonun koltuklarının ve tavanının dahi distopik bir dünyaya ait bayraklarla kaplanmış olduğunu gördüler. Bu bayraklar Amerikan bayrağının sol üst köşesindeki elli eyaleti temsil eden mavi beyaz yıldızların yerine Almanların kartalını ve Demir Haç’ını içeren hayali American Reich bayrağı ve Japon Pasifik Devletleri’ne ait kırmızı güneşin etrafında mavi güneş ışınlarından oluşan hayali bayraklardı.
24 Kasım 2015 tarihli The Guardian gazetesine göre New York şehrinin toplu taşıma sistemlerini işleten Metropolitan Transportation Authority (MTA) reklamlarla ilgili duyulan genel rahatsızlık için “Biz bir devlet kuruluşuyuz ve reklamları onlar hakkındaki hislerimiz üzerinden kabul veya reddedemeyiz. Lütfen bunların ticari reklamlar olduğunu unutmayalım. Hatta bazılarımız için tatsız görünse de bu reklamlar Nazizm’i değil bir TV dizisinin reklam ediyorlar.” diye açıklama yaptı. Ama tatsızlık olduğunu iddia eden kişi New York Belediye Başkanı Bill de Blasio olunca akan sular durdu.
Belediye Başkanı, Amazon’a, sorumsuz ve saldırgan olarak nitelendirdiği reklamları kaldırması için çağrıda bulunuldu. Amazon reklamları geri çekti. Sonuçta dizinin yayına girmesine kimse karışmadı. Ama Naziler tarafından yapılan soykırımdan herhangi bir şekilde etkilenmiş insanlarla soykırımdan hiç etkilenmemiş insanların bile böyle bir felaketi hatırlatan işaretlere maruz kalmasını istemedi New Yorklular. (Trump’tan tırnağa ırkçılığın kol gezdiği bir ülke ve şehirdeki “Amanın Yahudiler ve Yahudi olmayanlar incinir mi acaba?” hassasiyetine dikkat çekmek isterim.)
Amazon, bu reklam olaylarından bir yıl sonra, dizinin ikinci sezonu için yine ilginç bir görselle New York’u tartışmaya boğdu. Broadway’de 51 ve 52. caddelerin kesiştiği noktada duran dev billboard, sağ kolunu havaya kaldırarak Nazi selamı veren Özgürlük Heykeli’ne ve şu cümleye ev sahipliği yapıyordu.
The future belongs to those who change it / Gelecek onu değiştirenlere aittir.
En hafif kelimelerle söylemek gerekirse bu ‘kışkırtıcı’ reklam için bir New Yorklunun yorumu şöyle idi:
“Bu dizinin reklamı için bu fotoğraftan daha iyi bir milyon fikir üretebilirim ama bu Nazi selamı veren Özgürlük Heykeli’nin soykırımdan kurtulanlar ve onların akrabaları üzerinde nasıl etkileri olduğunu tahmin bile edemiyorum.”
Birçok kişi ise olayı mevcut Amerikan yönetimi ile bağdaştırmadan edemedi:
“Bu reklam Amerikan iç ve dış politikasının ne hale geldiğinin bir göstergesidir.”
Dizinin 4. sezonu da yayınlandıktan sonra Amerikalı Nazi subayının karısı olan Helen Smith karakterini canlandıran aktrisin Twittter hesabından, dizide kullanılan tüm Nazi amblemleriyle hayali Japon ülkesine ait bayrakların kesilip parçalanarak yakılmaya gönderildiğini duyurduğunu buraya eklemem lazım.
New Yorkluların şehirlerindeki reklamlarla ilgili görüşleri bu minvaldeydi. İnsanı asıl düşündüren, bilim-kurgu bir romanın hikayesi üzerinden II. Dünya Savaşı’nda Almanlar ve Japonlar galip gelseydi, dünya daha iyi bir yer olmazdı konusunu anlatmaya çalışırken, çaktırmadan her yeri Nazi işaretleriyle süsleyerek Nazi propagandası yapmıyorlar mıydı?
Sadece diziyi izlerseniz görebileceğiniz çok ilginç bir New York şehri var örneğin. American Reich’ının başkenti olan şehirde, Manhattan kıyısında günümüzde de var olan Woolworth binasını S.S. Headquarters binası yapmışlar. Devasa gökdelen boyunca yükselen kocaman kırmızı üzerine beyaz gamalı haçlı Nazi bayrağı, bunun propagandaya en yakın şey olduğunu düşündürebilir izleyenlere.
Amerikan subaylarının topuk selamı verip sağ kollarını kaldırarak durmadan Seig Heil* ve Heil Hitler** demesi de ayrı. (*Nazi Almanya’sında politik amaçlı kullanılan selamlama. ‘Sieg’ zafer ve ‘heil’ selam manasındadır. ‘Zafere Selam’ manasında kullanıldığı söylenebilir. **Heil Hitler; Hitler’e selam.)
Amerikalı subaylar sanki ülkeleri Almanlar tarafından işgal edilince mutlu olmuşlar ve seve seve Nazilere katılmışlar hissi veriyor insana. Almanların Washington’a atom bombası atmalarından sonra başka çareleri kalmamış sanırım.
Ya Yüksek Şatodaki Adam Bir Türk Dizisi Olsaydı?
Ve sanki Almanlar tarafından işgal edilen bizim ülkemizmiş gibi sinirleniyor insan seyrederken. Tabii ki böyle bir dizi Türkiye’de olsa bizdeki yansımaları nasıl olurdu diye sormadan edemedim. Kurtuluş Savaşı öncesi Anadolu’yu işgal edenler oldukları yerlerde kalsalardı eğer önümüze şöyle bir manzara çıkacaktı:
İtilâf donanmaları ve askerleri İstanbul’da. Adana ili Fransızlar; Urfa, Maraş, Antep İngilizlerce işgal edilmiş. Antalya ile Konya’da İtalyan birlikleri, Merzifon’la Samsun’da İngiliz askerleri bulunuyor. (…) Yunan ordusu İzmir’e çıkarılıyor ve daha sonra Manisa ve Aydın çevresini de işgal ediyor. (Nutuk’tan alınmıştır.)
Hani Amerikalıların “what if” dedikleri ve tüm bu bilim-kurgu hikâyenin üzerine inşa edildiği “eğer öyle olmasaydı da böyle olsaydı” mantığıyla bakacak olursak, I. Dünya Savaşı sonrası bu işgal ülkelerinin bayrakları işgal ettikleri illerimizin gökyüzünde dalgalanıyor olsaydı? Tüm bu şehirler işgal altında olsaydı ve biz Osmanlı’nın yıkımından arta kalan halk olarak Adapazarı-Kütahya-Nevşehir-Amasya hattından kuzeye Karadeniz kıyılarına kadar Anadolu’nun neredeyse üçte birine sıkışıp kalsaydık ne olurdu? Bunları bir dizi yapmaya cüret edebilecek bir yapımcı tanıyor musunuz?
Biz kendi milliyetçiliğimizi o kadar göklere çıkarıyoruz, o kadar çok el üstünde tutuyoruz ki bir şeyi unutuyoruz. Fransız da milliyetçi, Alman da. Yunan da ülkesini seviyor, Rus da. Romen de ülkesinin savunmak için askere gidiyor Amerikalı da_ Bir dakika, orada durdum.
Amerika’da, Avrupa ülkelerinin milliyetçiliğinden farklı bir milliyetçilik anlayışı var gibi görünüyor. Tamam ülkelerini seviyor, “And the star-spangled banner in triumph shall wave / Over the land of the free and the home of the brave! / Yıldızlı ve çizgili bayrağım zafer içinde dalgalanmalı / özgür olanların topraklarında ve cesur olanların ülkesinde!” diyorlar. Ama “E ben vergi veriyorum. Sen bu vergilerle askerlere maaş vereceksin. O yüzden de ben evimde rahat rahat oturacağım ve onlar ülkemi dış mihraklara karşı koruyacaklar.” diyor ortalama Amerikalı.
“Çünkü ülkemi seviyorum ama canımı verecek kadar da değil. Ben daha önemliyim. Benim hayatım her şeyden daha önemli.” diyor. Hele bir de şehitlik mertebesi diye bir şeyi hayatlarında hiç duymadılar ise olası bir savaşı çekirdek yiyip TV’den izlemeyi tercih ediyor ortalama Amerikalı. Bir de kıtanın kuzey tarafının (II. Dünya Savaşı’nda New York ve Florida’ya inen sekiz Nazi ajanını ve yine aynı dönemde Japonların Alaska’yı işgalini saymazsak) hiç büyük çapta işgal edilmemiş olmasının verdiği güven var. Tabii 1492’deİspanyolların gelip Güney Amerika’yı işgal etmelerini saymazsak.
Heinz Dieterich, 1492: Globalizasyonun İlk İşgali isimli röportajında Noam Chomsky’ye yerli insanların 1492’yi fetih değil de işgal olarak adlandırmasının doğru olup olmadığını soruyor. Chomsky’nin cevabı güzel: “Açıkça doğrudur. Birisi ancak insan tarafından hiç yerleşilmemiş bir araziyi keşfedebilir fakat içinde insan yaşayan bir yeri keşfettim diyemez. Mesela ben Meksika’ya seyahat edersem, ‘Meksika’nın Keşfi’ isimli bir makale yazamam.”
Gelelim bizim hayali The Man in The Çankaya Castle / Çankaya Kalesi’ndeki Adam dizimize yapılan itirazlara. (Dizi hayali olunca ismini de hayali yaptım. Ne de olsa Çankaya da köşkü de hayal oldu artık.)
Alanya Kaymakamı, dizideki kaleye çekilmiş İtalyan bayrağını gördükten sonra bir basın açıklaması yaptı: Biz şehrimizi İtalyanlara yedirmeyiz.
Hoppalaaaa!
Gaziantep Müftülüğü’nden yeni diziye itiraz: Tüm dinlere saygılıyız ama Fransız bayrağı bu şehrin üzerindeki ezan seslerini dindiremez.
Haydaaaa!
İstanbul Valiliği’nden tartışmalı yeni dizi için açıklama: Geldikleri gibi gidenlerin işgalini anlatan dizinin, şehrimiz insanlarına ağır psikolojik etkileri olmadan yayından kaldırılması gerekmektedir.
Nasıl yani?
Afyon Valiliği’nden duyuru: Afyon kaymağımız gibi Afyon toprağımız da anamızın ak sütü gibi helaldir. Kimseye yedirmeyiz.
Yahu biz ne ettik? Altı üstü tarih bilgisine dayanan bir “what if” “ya öyle olsaydı” denen alternatif-tarihli bir dizi senaryosu yazdık.
E pes! Neden biz de Amerikalılar gibi ütopik, distopik, apokaliptik filmler, diziler çekemiyoruz anladık mı?
“Acaba öyle olmamış olsaydı böyle olsaydı”ya bile katlanamayan bir milliyetçilik anlayışımız var da ondan. Tıpkı erkeklik anlayışımız gibi milliyetçiliğimizin de en ufak bir meseleden zedeleneceğini düşündüğümüz için ona halel getirecek konulardan uzak dururuz. Neme lazım deriz. En çok böbürlendiğimiz şey aslında en zayıf noktamızdır, bunu bilmeyiz.
Maalesef bunun bir görsel şölen, bir dizi, bir bilim-kurgu romandan uyarlanmış hikâye, eğlence sektörüne para kazandıran bir araç olduğunu unutmadan izleyemeyiz. Elimize oklavadan kılıç alırız, kafamıza kevgirden miğfer giyeriz.
Diziye Sonradan Eklenmiş Karakterler Kitaptan Alınan Karakterler Kadar Etkili
Dizideki baş karakterler arasında devam eden New York’tan San Fransisco’ya, Berlin’den Denver’a atlayarak devam eden kovalamaca hikayesi nedeniyle diziyi heyecanla takip etmek mümkün. Başrollerden birinde kitaptan alınmış olan Juliana Crain karakteri var. Juliana’nın direnişçilere katılmış olan kız kardeşi, Japon Başmüfettişi Kido tarafından öldürüldülür. Ondan devraldığı gizli bir makaralı filmi San Fransisco’dan yola çıkarak Neutral Zone’da birine ulaştırmaya çalışacak olan Juliana bu arada gizli gizli filmi izler. Onun peşine düşen Nazi ajanı Joe Blake ile aralarında bir kıvılcım olacak mı diye merak ederken bir bölümden öteki bölüme sürükleniyoruz. Tabii ki ajan olduğunu Juliana’dan saklayan Blake de bu yasak filmi izliyor.
Juliana Crain ve katıldığı (Nazilere ve Japonlara karşı direnen) direnişçiler bu filmleri hiç izlememe kuralına bağlı kalarak toplayıp The Man in The High Castle’a – Yüksek Şatodaki Adam’a getiriyorlar. Bu adamın bu yasak filmleri hangi amaç için topladığı bilgisini diziyi izlediğiniz zaman öğrenmeniz için saklı tutuyorum. Ama Philip K. Dick’in romanında bu yasaklı filmlerin yerine, yazarının Yüksek Şatodaki Adam’ın ta kendisi yani Hawthorne Abendsen isimli kişi olduğu belirtilen The Grasshopper Lies Heavy– Çekirge Uzanmış Yatıyor isimli bir kitap var. Ve bu kitap diziye pek de akıllıca davranılarak zamanın makaralı göstericisinde oynatılan yasaklı filmler olarak aktarılmış. Filmlerdeki görüntülerin kurgulanmış veya sahte olabileceği fikrini de göz ardı etmeyen dizi kahramanları yine de “Ya bizimki değil de bu gerçeklik doğruysa?” diye sorgulamaktan kendilerini alamıyorlar. Çünkü görüntülerden birinde Eisenhower, Churchill ve (dizideki gerçekliğe göre suikasta uğradığı için II. Dünya Savaşı’nda Amerikan başkanı olamayan bir) Roosevelt’in, muzaffer gülümsemeler eşliğinde Mihver Devletleri’ne karşı zafer kazandıklarını ilan eden imzalarını seyrederken, acaba bütün bunlar gerçek olabilir mi, diye akıllarını başlarından atıyorlar.
Dizide yana yakıla filmleri ve The Man in The High Castle’ı arayanlardan biri olan Japon Başmüfettiş Kido romanda olmayan ama diziye çok yakışmış sağlam bir karakter. Dünyanın iki yarısına hükmeden iki ülke olan Almanlar ve Japonlar arasında savaş çıkmasın diye çabalayan Japon Ticaret Bakanı Tagomi ise romandan birebir alınmış kahramanlardan.
New York merkezli American Reich’ta Obergruppenführer John Smith (general rütbesine eşdeğer Nazi subayı rütbesi – lütfen telaffuz etmeye çalışmayın çünkü dizide bol bol duyacaksınız) ve karısı Helen Smith hikâyenin başlıca lokomotifleri. Fakat bu karakterler Dick’in romanında yoklar. Senaristlerin muhteşem zekâsı ile, hikâyeye Amerikan ordusuna hizmet için ant içmiş ama Almanlar Washington’a atom bombası attıktan sonra fazla seçeneği kalmamış bir (sürü) Amerikan subayı eklemek bütün boşlukları doldurmuş. Diğer eski Amerikan yeni SS subayı arkadaşları gibi o da gamalı haçlı bandı koluna takmış ve Reich’a en üst düzeyden hizmet etmekten zevk alıyor. Çünkü hiç çaba sarf etmeden elde edilen güç baş döndürücüdür.
SS subayının karısı Helen Smith ise 1960’ların kıpkırmızı ruju ve en şık kıyafetleriyle önünde önlüğü hiç eksik olmadan kendini çocukları ve kocasına adamış Amerikan kadınının, Hitler’in Aryan ırk zırvalarıyla zehirlenmiş versiyonunda çok başarılı. Helen, önce Führer’i, sonra vatanı ve sonra çocukları için canını vermeye hazır anne modeli olsa da spoiler vermeden söyleyeyim, biri erkek ve ikisi kız olan çocuklarının Alman Öjenik Kanunu’na (insan ırkının soyaçekim yoluyla zihnen ve bedenen geliştirilmesine ve gelecek nesillerin ıslahına dair kanun) göre çocuklarının üçünün de yüzde yüz sağlıklı olması gerekiyor.
Dünyada ayakta kalmış iki büyük güç olan Almanların başındaki Hitler’in 73 yaşındaki tiplemesini Hulusi Kentmen’in biraz daha zayıf ama onun kadar sevimli bir aktör canlandırmasa daha iyi olurmuş. Hitler’in o siyah-beyaz eski videolardaki deli deli bakan gözlerini belki de bilerek ve isteyerek diziye koymamışlar. Dizide Heinrich Himmler* de etkili bir pozisyonda karşımıza çıkacak. Romanda ise 1962 yılında, Hitler politik sahneden çekilmiş, Himmler ise ölmüş olarak gösteriliyor. Dizide ikisi de hayatta ama başlarına ne geldiği hakkında spoiler vermeyelim. (Heinrich Himmler, Nasyonal sosyalist Alman İşçi Partisi liderlerinden. Schutzstaffel, Türkçesi ‘koruma timi’ kısaca SS diye bilinen ordunun komutanı.)
Japon İmparatorluğu ise Tokyo’dan Hirohito tarafından yönetiliyor. Gerçek hayatta da var olan Hirohito’nun ismi kitapta hiç geçmiyor. Japonların asla göremedikleri ve duyamadıkları imparatorları, gerçek hayatta 15 Ağustos 1945’te II. Dünya Savaş’ındaki yenilgilerini kabul ettiğini radyodan açıklayarak Japon imparatorlarının geleneksel konuşmama adetini bozmuştu. Dizide II. Dünya Savaşı’nda yenilmedikleri için bu konuşmayı yapmamış olan Hirohito’nun, başka bir amaçla halka seslenerek yine o adeti bozuyor olması, alternatif tarihin gerçek tarihe göz kırpması olarak değerlendirilebilir.
Dick’in romanında, Almanlar’ın Akdeniz’i atom gücüyle kuşatmak kurutmak ve işlenebilir topraklara dönüştürmek gibi planları var. Önce Ay’a sonra Mars’a yapılan yolculuklardan bahsediliyor. Berlin’den San Fransisco’ya 45 dakikada gelebilen Lufthansa roket uçağına biniliyor. Ama dizide Concorde uçağına benzer görüntüler yer alsa da bu 45 dakikalık transatlantik yolculuktan, Mars’ta ve Ay’daki kolonilerden bahsedilmiyor.
Romanda sürekli adı geçen ve başlıca karakterlerin hepsinin kader tayini için başvurduğu Yi-Çing kitabı dizide o kadar önemli kılınmamış. Yi Ching – Değişimler Kitabı’nın milattan önce 2800’lere dayanan bir metin olduğu iddia ediliyor. Bu neredeyse 5000 yıllık kitaba saygı duruşu olarak dizinin 4. sezon ilk bölümünün ismi Hexagram 64. Kitapta heksagram ismi verilen 64 şeklin olduğu ve zarlar ya da yazı tura yöntemi ile kişilerin kitaba kaderleri ile ilgili başvurduklarını biliyoruz. Heksagram 64’ün açıklaması ise şöyleymiş: “Her zaman değişimin eşiğindesin, olaylara nasıl yaklaşacağın senin başarını belirleyecek.” (5000 yıllık bilgeliğe hakaret etmek istemem ama bu açıklama çok Falım sakızları değil mi?)
Alternatif Şimdiki Zaman
Paul: “Dedektif romanı değil. Tam tersine bilimkurgu tarzından çıkmadan kaleme alınmış ilginç bir kurgu biçimi.”
Betty: “İçinde bilime dair bir şey yok. Gelecekte de geçmiyor. Bilimkurgu gelecekte yaşanan olayları, özellikle de bizim yaşadığımız zamanın çok ötesinde geliştiği zamanları ele alır. Bu kitap her iki öncüle de uymuyor.”
Paul: “Ama alternatif bir şimdiki zamanda geçiyor. Bu kategoride yer alan çok sayıda bilim-kurgu roman var.” (Yüksek Şatodaki Adam, S.174.)
Philip K. Dick romanında Paul ve Betty isimli iki Japon karakter üzerinden romanını belki de tüm yazdıklarını eleştirenlere kendi yanıt veriyor. Bilim-kurgunun bir alt türü sayılan alternate history-alternatif tarih anlatısını okuyucuya bir nevi kendi cümleleriyle onaylatıyor.
Daha önce de bahsettiğim gibi dizide direnişçiler, Hitler, John Smith ve Juliana Crain tarafından sürekli aranan ve toplanan makara filmler, romandaki hikayede The Man in The High Castle’ın bizzat kendisi olan Hawthorne Abendsen tarafından yazılmış “Çekirge Uzanmış Yatıyor” isimli bir roman.
Mihver devletlerinin kazandığı bir alternatif tarihi anlatan Yüksek Şatodaki Adam isimli romanda, başka bir alternatif tarifi yani savaşı Müttefiklerin kazandığı bir tarihi anlatan bir Çekirge Uzanmış Yatıyor isimli roman-içinde-romanı anlatarak aklımızın algı sınırlarıyla oynuyor yazar. (Sevenler anlar, bir de Inception izleyenler. Kötü espri için özür dilerim.)
Dick’in çekirge alıntısının (takıntısının) İncil’de geçen 12:5 numaralı ayetten olduğunu belirtmeme gerek yok sanırım. (Ama belirttim.)
Romanın Sonu ile Kitabın Sonu Maalesef Farklı
Romanın 6.45 yayınevi 2013 basımında asıl metnin sonuna eklenmiş “Yüksek Şatodaki Adam (1964) Romanın Devam Taslağına Ait Tamamlanmış İki Bölüm” kısmında bir kelime geçiyor: Die Nebenwelt (diğer dünya, öteki dünya, bir sonraki dünya diye çevrilebilir.) Ne olduğuna gelince, var olduğu sanılan/bilinen diğer alternatif ya da paralel dünyalara yolculuk yapabilmeyi sağlayan bir Alman projesi diyebilirim. Bu projenin başında Dr. Josef Mengele’nin olduğunu söylemem sanırım Mengele’nin ismini daha önce duymuş kimseyi şaşırtmaz. (Josef Mengele, Ölüm Meleği olarak da bilinen II. Dünya Savaşı’nda inşa edilen toplama kamplarındaki mahkumlar üzerinde ölümcül deneyler yapan ve 2 milyon kişinin ölümünden sorumlu olduğu iddia edilen Nazi bilim adamı.)
Her ne sebepledir bilinmez, Philip K. Dick bu bölümlerin devamını getirememiş olsa da bıraktığı müthiş hikâyeden esinlenen senaristler, Die Nebenwelt’i bir adım öteye taşımışlar. Nereye taşımışlar, söylemeyeceğim elbette. Diziyi ya da kitabı ben yazsaydım dizideki ve/ya kitaptaki gibi bir son mu yazardım diye düşünüyorum izlediğim/okuduğumdan beri. Sanırım ben daha dramatik, travmatik, daha Yeşilçamvari bir son yazardım. (“Hayır! Evlenemezsiniz siz kardeşsiniz!” gibi. Tabii tüm bilim-kugu ne biliyim-kurgu oldu, at çöpe!)
İzleyeni ya da okuyanı bu şekilde “Acaba?” diye düşündürmeye sevk ediyorsa, bir zihinden (basıldığı yılı baz alırsak) tam 58 yıl önce çıkmış fikirler hala işlevini yerine getiriyor diyebilir miyiz? Diyebiliriz elbet.
Ne güzel ki, Philadelphia Bilimkurgu Topluluğu sponsorluğunda Norwescon tarafından 1982 yılından beri Philip K. Dick ödülü verilmekteymiş.
Ve iyi ki 1982’de aramızdan ayrılmış yazarın dünyaya bıraktığı mirasın etkilediği ve etkileyeceği nesiller arasındayız.