Ülkemizde polisiye edebiyat denildiğinde; vahşice işlenilmiş cinayetler, parçalanmış cesetler, eli kanlı, ruh hastası katiller ve bol komiserli polis ekipleri geliyor aklımıza. Şimdi bu nahoş manzaraya biraz daha yakından bakalım istiyorum.
Polisiye Edebiyat; Rahat Polisiye, Sert Polisiye, Tatlı Sert Polisiye ve Gerilim Polisiyesi olarak alt dallar ayrılmıştır ve bütün bu hikâyelerin olmazsa olmazı muammadır. Polisiye edebiyatta kahramanlar, suçu teşkil eden olayın, neden, nasıl, ne zaman, kim gibi sorularına yanıt ararlar.
Suç Romanları ise bambaşka bir edebiyat türü olarak karşımıza çıkmaktadır. Bu türde, okuyucuya sunulan motivasyon suçun ve suçlunun kendisidir. Suç romanları okura bir adalet arayışı, adalet beklentisi sunmak zorunda değildirler.
Türkiye’de yazılan ilk polisiye romanın 1884 yılında Ahmet Mithat Efendinin kaleme aldığı Esrâr-ı Cinâyât olduğu bilinmektedir. Bu polisiye roman örneğinde, şehirde gerçekleşen şüpheli ölümleri araştıran bir polis memuru, yardımcısı ve olayların cinayet olarak açığa çıkartılması konu edilmiştir. Sherlock Holmes henüz yazılmadan yıllar önce kalemi eline alan gazeteci yazar Ahmet Mithat Efendi’nin karakteristik yazım tarzı Polisiye Romanların çeşitlilik yönünden zengin bir edebiyat türü olacağının sinyallerini o yıllarda vermektedir.


Yüz yıllık dönem boyunca bazı ufak tefek denemeler olmakla birlikte Batı’daki örneklerine benzer bir polisiye edebiyat ülkemizde yeşeremedi. Modern anlamda polisiye roman 1990’ların ortalarından itibaren kendini göstermeye başladı. Son yirmi yılda hızlı bir gelişme yaşandı. Dünyadaki popülaritesine uygun bir biçimde Türkiye’de de polisiye edebiyat ürünleri çığ gibi arttı.
Tüm bu olumlu gelişmelerle birlikte ülkemizde polisiye yazar denilince ilk olarak akla gelen ismin Ahmet Ümit olması biraz düşündürücü bir sonuç. Elbette bu durumun temel sebebi, kitap okuyabilmenin ülkemizde büyük bir maddi külfet oluşudur. Zar zor ayırdığımız bütçemizi, yeni çıkan bir isime harcamak yerine reklam yapmak konuşunsa sıkıntı çekmeyen, hep iyi notları olan bir yazara ayırmayı tercih ediyoruz.
Neyse, konumuz enflasyon değil. Biz almakta zorluk çektiğimiz kitaplarımıza geri dönelim.
Suç edebiyatı örneklerine ülkemizde her zaman rastlanmıştır. Zira suç, özellikle bizdeki gibi toplumsal konuları işlemeye meraklı yazarlarla dolu ülkelerde roman ve öykülerin baş konuları arasında yer alır. Örneğin İnce Memed, baştan sona bir suç romanıdır. Ağanın kızını kaçırarak başlayan serüven, kahramanın bir eşkıyaya dönüşmesi ve Ağa’nın yaşamını sürekli tehdit edişi İnce Memed’i bir suçlu, eylemlerini de bir suç hikâyesi olarak karşımıza çıkarır.
Aynı şekilde, Orhan Kemal’in öykülerinde de suça ve suçlulara sık sık rastlarız. “Küçük insanın” toplumsal sebeplerle nasıl suça yöneldiği ve bunun sonuçları anlatılır bu öykülerde.
Bu bakımdan edebiyatımızda suç, en yetkin biçimde, toplumsal bir mesele olarak ele alınmıştır bile diyebiliriz. Ve şu da kesindir, Türk edebiyatında suç romanı, polisiye romanın bir hayli önüne geçmiş, çok daha fazla yazılmış ve okunmuştur. Suç ve suçlunun, her türe girebilmesi de yaygınlığının bir başka nedenidir. Oysa polisiye edebiyat, ne kadar gevşek davranılırsa davranılsın, birtakım kurallara, geleneklere ve hatta klişeler sıkı sıkıya bağlılık gerektirir.
İKİ ÖRNEK
Türk Polisiye Edebiyatı için örnek göstereceğim ilk isim Çağatay Yaşmut. Yazarın usta kalemiyle hayat verdiği Başkomiser Galip karakterinin maceralarını anlattığı sekiz kitabı, Polisiye Edebiyat türünde gösterilecek kaliteli örneklerdir.
Beni Yavaş Öldür. Beyoğlu Çıkmazı. Kadıköy Cinayetleri. Moda Cinayetleri. Doktor Ceyda’yı Kim Öldürdü. Benim Canım Ailem. Şarkılar Susunca. Felsefe Cinayetleri.


Başkomiser Galip tipik bir Türk erkeği, sıradan yetenekleri olan bir başkomiser. Peşinde olduğu suçlular intihar etmezler, polisimiz kendi adaletini sağlamaya kalkmaz, en yakınına bile torpil geçmez. Hikayelerinde faili meçhul kalmaz. Yani Türk Polisi görevini yapar.
Başkomiser Galip serisinin sekizinci kitabı Felsefe Cinayetleri, polisiye romanın tipik özelliği olan bir unsurla yani bir cinayetle başlar. Ünlü bir iş adamı karanlık bir sokakta iki kurşunla öldürülür. Bu bir infaz gibi görünmektedir. Polisin araştırmalarında, maktulün de ellerinin çok temiz olmadığı, inşaat şantiyesinde çıkan yangında iki işçinin öldüğü, olayın mahkemeye taşındığı öğrenilir. Olay yerinden deliller toplanır. Maktulün yakınlarıyla görüşmeler yapılır. Ve iş adamının özel evrakı arasında bir mektup bulunur. Bilgisayarda yazılmış, felsefi bir şiirdir bu. Derken maktulün erkek kardeşi, daha sonra da ünlü bir dizi oyuncusu öldürülür. Polisin elinde üç ceset vardır ve İtalyan Filozof Boetius’a ait üç farklı şiirden başka bir ipucu yoktur. Ama tecrübeli cinayet başkomiseri Galip elindeki tek ipucunun sırrını çözmek için kime gideceğini biliyordur.
Ülkemizde yazılan Suç Romanları için vereceğim ikinci örnek ise Ayşe Erbulak. Yazarın kaleme aldığı Cinayet Sınıfı Başkanı, Cinayet A. Ş. Ve Dokuz Oda Cinayetleri suç romanları için uygun örnekler. Ünlü bir tiyatro oyuncusu olan yazar Ayşe Erbulak, hikayelerinde cinayetlerin çözümlenmesi, suçluların kelepçelenmesi gibi adli olayları değil, bizzat katili ve katilleri suça iten sebepleri konu alır. Bu cinayetlerde belirli bir gizem olmadığı için Polisiye Romanların olmazsa olmazı katil kim esrarı da yer almaz. Zira katiller zaten hikayelerin ana karakterleridir. Yazar romanlarında kanıt peşinde koşmak yerine gerçek hayatın içinde var olan kötülüğü anlatır. Çok Şekerli Ölüm, Anne Bak Kim Geldi romanlarından tanıdığımız komiserin kendi adaletinin peşinden giden bir katil olması olayı tamamlar. Ünlü yazar Ayşe Erbulak işlenen suçu, intikam ve kişisel adalet arayışı olarak adlandırır bu romanlarında.


Haksızlık, hukuksuzluk, adaletsizlik, sevgisizlik insanı bir katile dönüştürmez belki ama çocuk yaşlardan itibaren taciz ve tehditlerle büyüyen yaralı ruhlar, cinayet işlemek için bir şirket bile açabilirler elbette.
Yazarın altıncı kitabı olan Cinayet Sınıfı Başkanı romanında, Ali ve Eda adında iki gastronomi öğrencisinin ‘SUÇ’ dolu yaşamları anlatılır.
Altı yaşındaki Ali, İsveç’ten, Türkiye’ye tatil için gelirken trafik kazasında ailesini kaybeder. Tek akrabasıyla yaşamak zorunda kalan Ali, daha anne-baba diye ağlarken hiç anlayamadığı eziyetler yaşamaya başlar. Bu iğrenç şiddet yıllarca sürer. Yüreğinde fırtınalarla büyüyen çocuk on iki yaşına geldiğinde velisi olan akrabanın korkunç ölümü Ali’nin kurtuluşu olacaktır.
Çok zengin bir doktorun kızı olan Eda’nın en büyük korkusu üvey annesinin kedisidir. Yatılı okuldan eve geldiği hafta sonlarında emektar aşçının ona ev işlerini yaptırmasına sırf bu tırmık korkusu yüzünden ses edemez. Ama Eda asıl tehlikenin kedi tırnakları değil insan elleri olduğunu zor bir tecrübeyle öğrenecektir. Bazı çocuklar çabuk büyümek zorunda kalırlar. Üvey annesi, balkondan düşerek ölen kıymetli aşçısı için gözyaşı dökerken Eda henüz on iki yaşındadır ama o da Ali gibi çok erken büyümüştür.
Polisiye Roman mı Suç Romanı mı sorusu işte tam olarak burada karşımıza çıkıyor. İki farklı motivasyon, iki ayrı yazım tarzı. Okur olarak bu ayrımı yapabilmemiz, hangi türü sevdiğimizi bulmamız da önemli. Nasıl ‘Çay mı, kahve mi?’ sorusuna tereddütsüz cevap verebiliyorsak bu iki edebiyat türünün özeliklerini de öğrenmeli, örnekleriyle tecrübe etmeli hangi türü okumaktan keyif aldığımızı tespit etmeliyiz ki kaliteli okumalar yapabilelim.