Nisan ayının dördüncü günü, öğleden önce Konyaaltı Plajı’nda yürüyordu, Erol. Bir yandan denize bakıyor, bir yandan da sevgilisinden gelecek mesajı bekliyordu. Sürekli telefonunun kilidini açıyor, mesaj gelmiş mi diye kontrol ediyor, umutsuzlukla yeniden gözlerini denize çeviriyordu. Bu ayrılıklarının dördüncü günüydü. Erol, yeniden kendisine döneceği umudunu bir ân olsun yitirmiyordu.
Doğu yönünde yürüyüşünü sürdürdü. Yaklaşık altı dakika kadar yürüdükten sonra bir sandal dikkatini çekti. Eski, sarı renkte, kıyıya vurmuş bir sandal. Yüz metre kadar önündeydi. Hızını hiç bozmadan o yana doğru yürüdü. Bu esnada telefonunu bir kez daha kontrol etti, ama onu sevindirecek bir gelişme yoktu.
Sandala vardığında etrafına bakındı, dikkatini çeken kimse yoktu. Sonra sandalın içine doğru kafasını uzattı ve bir anda onu gördü: Bir altmış beş boylarında, sarışın, çırılçıplak bir kadın bedeni. Üzerinde kan yoktu. Erol, şaşkınlıktan ne yapacağını bilemez hâlde kadına bakmaya devam etti.
Aradan birkaç dakika geçtikten sonra yavaş yavaş kendine gelen Erol, telefonun mesaj sesiyle iyice kendine geldi. Telefonu açtı, mesaja hiç bakmadan 155’i çevirdi.
***
Alpaslan Başkomiser, Ziya’nın öldürüldüğü gece meyhaneyi gören güvenlik kameralarının kayıtlarını izliyordu, bir anda kapısı çalındı ve uygulamayı masaüstünden kaldırdı, polis teşkilatının logosu bulunan masaüstüne göz attıktan sonra gür sesiyle “Gir,” dedi.
İçeriye giren komiser yardımcısı Cemil, telsizi gösterdikten sonra, “Başkomiserim, Konyaaltı Plajı’nda ölümü şüpheli bir kadın cesedi bulmuşlar,” dedi.
Masasının üstündeki telsizi eline alıp sesini kontrol etti, Alpaslan. Sahiden de sesi kapalıydı. Bu yüzden de anonsu duymamıştı. Yeniden bilgisayarın masaüstünü kontrol ettikten sonra, monitörün düğmesine basıp kapattı. Çekmeceden silahını ve cüzdanını alıp kalktı.
On beş dakika sonra da cinayet büro çalışanları olay mahalline intikal ettiler. Olay yeri inceleme ekibi çoktan sandalı çevirmişler, işlerini yapmaya koyulmuşlardı. Bu sırada olay yeri inceleme ekibinin amiri, Alpaslan Başkomiser’i görünce kalktı, üstünün yanına geldi.
“Ne buldunuz?” diye sordu Alpaslan.
“Hoş geldiniz başkomiserim. Sandaldan parmak izlerini aldık, cesetten de özellikle tırnak aralarından bulgular topladık,” dedi, yerdeki izleri gösterdi. “Lastik izlerinden de örnek aldık. Savcı beyin izniyle birazdan cesedi kaldıracağız, otopsi yapıldıktan sonra belli olur.”
Olay yeri inceleme komiserinin verdiği rapordan memnun olan Alpaslan, yanındaki Ferdi’ye işaret yaptı, bu, bir de sen bak, demekti. Ferdi, işareti aldıktan sonra cesedin yanına doğru yol aldı. Komiser hâlâ Alpaslan’ın yanında, olayı anlatmak için yeni bir soru bekliyordu.
“Kimliğine ulaşamadınız değil mi?”
“Yok başkomiserim. Geldiğimizde çırılçıplak yatıyordu. Ama tahminen yirmi, yirmi bir yaşında.”
Alpaslan’ın bir anda içi cız etti! Kız çok küçüktü, bu yaşta ölüm ona ağır bir cezaydı.
“Demek o kadar küçük ha!” dedi Alpaslan yine de, içinden geçenleri dışa vurdu. “Kim ihbar etmiş peki?”
“Erol Tatar. Kendisini ekip aracında misafir ediyoruz başkomiserim. Sizi bekledik.”
Selda’ya işaret yaptı.
“Peki, komiserim, size iyi çalışmalar. Biz Selda Komiser ile Erol’u sorgulayalım. Kolay gelsin.”
“Sağ olun başkomiserim.”
Alpaslan ve Selda, olay yeri inceleme ekiplerinin Erol’u tuttukları ekip aracına doğru yollandılar. Henüz cesedi görmemiş olan Alpaslan’ın kafasında hep aynı düşünce dolaşıp duruyordu: Ne kadar da gençti. Kızıyla yaşıt neredeyse. Kim bilir hangi babanın, annenin, kardeşin içi yanacak. Kim? Hangi cani, böyle bir şeyi yapabilir? Eğer ortada bir katil varsa eğer… Katil yoksa, niçin çırılçıplak bir şekilde bulunmuştu? Bu çıplak ceset bırakma da nereden çıkıyordu? Bir tarikatın oyunu olabilir miydi? Mesaj veriyor olabilirlerdi, ki bu zamanda en çok onlar, kadınların giyim kuşamına tepki gösteriyor, hatta ileri seviyeye geçiyorlardı. Alpaslan’ın kafasında düşünceler düşünceleri doğururken, böyle bir olayın yaratacağı siyasal ve sosyal sorunları da düşünmeden edemiyordu.
Nihayet araca geldiler. Alpaslan kimliğini gösterdi Erol’a. Sonra da aynı işlemi Selda yaptı.
“Erol Bey, cesedi nasıl bulduğunuzu anlatır mısınız?”
“Komiserim polislere anlatmıştım ben…”
“Bana anlatmadınız ama. Olaya ben bakıyorum, bu yüzden de bana anlatmanız gerekiyor.”
“Amirim, bir saat önceydi işte. Canım sıkıldı, buraya geldim. Kız arkadaşımla mesajlaşıyorduk. O sırada sandalı gördüm. Yanına gitmek istedim. Yanına gittiğimde de cesedi gördüm.”
“İlk tepkiniz neydi?”
“Şaşırdım vallahi. Mesaj gelene kadar da öylece… hiçbir şey yapmadan durmuşumdur. Sonra kendime gelince de direkt sizi aradım.”
“Başka bir şey var mı? Etrafta birilerini gördünüz mü mesela?”
“Yok, kimse yoktu. Etrafıma bakmıştım önce. Birileri olsaydı hiç yanaşmazdım.”
“Peki, buradan ayrılmayın, arkadaşlarımız sizden örnekler alacak.”
“Şüpheli miyim ben?”
“Hayır. Teknik meseleler. Korkacak bir şey yok.”
Alpaslan, Erol’un anlattıklarından bir şey çıkaramamıştı. Antalya’daki en zor görevi bu olabilirdi. Tabii bir de Ziya’nın öldürülmesi söz konusuydu. Kendisine hiçbir şekilde bir bilgi vermeseler de Alpaslan el altından olayı inceliyor, Ziya’nın öldürülmesinde emri kim verdiyse bulmaya çalışıyordu. Alpaslan, Selda’nın sorusuyla kendine geldi.
“Başkomiserim, sizce kim böyle bir şey yapmış olabilir? Küçücük bir kız yani…”
“Bilmiyorum, Selda. Bakacağız.”
Cesedin yanına hareketlendiler.
“Boğularak ölmüş başkomiserim. Hiçbir kan izi yok,” dedi Ferdi.
“Öyle görünüyor. Selda, kızım sen maktulün fotoğrafını çek, kayıp ilânlarına bak bakalım. Belki bir şey çıkar.”
“Emredersiniz başkomiserim.”
“Cemil, sen de Selda’ya yardım et.”
“Emredersiniz başkomiserim.”
“Ferdi, biz de MOBESE ve güvenlik kamera kayıtlarını inceleyelim. Belki bir şey buluruz. Belli olmaz.”
“Emredersiniz başkomiserim.”
Alpaslan ve Ferdi, ilk önce plaja giden yollardaki güvenlik kameralarının kayıtları incelemek için sokaktan sokağa gezdiler. Buldukları üç kamera kaydından da plaja doğru giden araçları saptadılar. Ferdi ve olay yeri inceleme ekipleri, maktulün yaklaşık dokuz saat önce öldüğünü tahmin ediyorlardı. Bu yüzden de son dokuz saate baktılar, plaja giden sadece dört araç vardı. Bunlardan üç tanesinin plakası okunmuyordu. Okunan aracın plakasını not alıp çıktılar.
Asayişe geldiklerinde Selda ve Cemil büroda, masalarında oturuyorlardı. Alpaslan’ın geldiğini görünce kalktılar ve başkomiserin yanına geldiler. Direkt odaya girdiler. Alpaslan sandalyeye oturdu ve monitörün düğmesine bastı, polis teşkilatının logosu göründü. Alttaki görev çubuğunda sabah açtığı uygulamanın hâlâ açık olduğunu gördü. Sonra ekibine döndü ve rapor vermeye hazırlanan Selda ve Cemil’e bakıp “Ne buldunuz?” dedi.
Selda, rütbe farkından dolayı söz aldı.
“Cemil ile tüm ilânlara baktık, ancak bir sonuca varamadık. Henüz kayıp ilânı yok.”
“Zaten daha gece öldürülmüş amirim,” dedi Ferdi. “Bir gün geçmeden kayıp ilânı vermezler.”
“Siz ne buldunuz başkomiserim?” dedi Selda.
Ferdi, yine söze karıştı. “Gece ve sabaha karşı dört tane araç plaja doğru giderken güvenlik kameralarına yakalanmış. Ama maalesef bir tanesinin plakası okunuyor.”
“Ne yapacağız?”
“Trafik Şube’ye plakayı verdik, ayrıca plakası okunmayan araçların da MOBESE’den takibi yapılacak. Eli kulağındadır, birazdan haber gelir.”
“Araçtan yakalayabilir miyiz sizce başkomiserim?”
“Bakacağız Cemil,” dedi Alpaslan. “Araçtan da yakalayamazsan, zaten geçmiş olsun.”
“Kesin tarikatın işi,” diye iç geçirdi Ferdi. “Geçen yıl da bir kızı soyup sokağa bırakmışlar, üzerine de şu tahta kalemiyle Arapça bir ayet yazmışlardı.”
“Burada mı yaşandı o olay?” diye sordu Alpaslan, dikkat kesilerek.
“Evet,” dedi Ferdi. “Kepez’de oldu. Hatta kıza ilaç vermişler, hiçbir şey hatırlamıyor. Sonra yapılan araştırmalarda kıza tecavüz ettikleri de ortaya çıktı. Ama kimin tecavüz ettiği bulunamadı. O olaydan sonra kız hastaneye yatmış.”
“Tarikatın yaptığını nereden biliyorsunuz?” diye sordu Alpaslan.
“Tüm teşkilat öyle adlandırdı.”
“Hiç duymamıştım bunu,” dedi Alpaslan.
Ferdi’nin telefonu çaldı. Arayan Trafik Şube’dendi. Ferdi açtı telefonu.
Plakası okunan araç Salih Karagülle adına kayıtlıymış, ev ve iş yeri adreslerini bir küçük kâğıda yazdı genç komiser. Ardından da gelen bilgi ekibi bir nebze de olsa rahatlatmıştı. Plakası okunmayan araçların da MOBESE’den belli bir yere kadar takip edilmiş, plakalarına ulaşılmıştı. O araçların da sahiplerinin ev ve iş yeri adresleri alındı.
Bilgilerin yazılı olduğu kâğıtları inceleyen Alpaslan, bir tanesini kendisine, bir tanesini Ferdi’ye, bir tanesini Selda’ya kalanı da cinayet masasının diğer komiserlerinden Yakup’a verdi.
Bir saat sonra dört aracın da sahipleri cinayet büroya getirildi.
İlk sorguya alınan kişi güvenlik kameralarından plakası okunan kişiydi, yani Salih Karagülle. Bir altmış sekiz boylarında, zayıf, genç biriydi. Yüzünde sakal yoktu, yer yer sivilceler ve sivilce izleri vardı. Alpaslan sordukça birinci sorgulanan terledi. Olayla hiçbir bağının olmadığını, o saatte oraya sadece içmek için gittiğini ve hiçbir şey görmediğini söyledi, ağladı, yeminler etti. Parmak izi alınmak üzere odadan çıkarıldı.
İkinci sorgulanan -Ahmet- ise yine bir altmış sekiz boylarında, saçı dökülmüş, orta yaşlarda biriydi. O da ilk sorgulanan gibi içmek için gittiğini, araçta yalnız olmadığını, bir de “bayan arkadaşı”nın olduğunu söyledi. Parmak izi ve “bayan arkadaşı”nın numarasını vermek üzere odadan çıktı.
Üçüncü sorgulanan ise birinci sorgulanan gibi her soruda ağlıyor, sızlanıyordu. Olayla hiçbir ilgisinin olmadığını, o saatte orada bulunmadığını, evde, uyuduğunu söylüyordu. Şahit olarak da annesini gösteriyordu. “Çünkü yatmadan yarım saat önce annem ile telefonla konuştum,” diyordu. Bu söylediği bir şahitlik doğurmazdı. Sonuçta annesi ona tanıklık edemezdi. Ama adı Can olan üçüncü sorgulanan yeni bir bilgi verdiğinde Alpaslan’ın kafasında neredeyse aklandı. Dün gece arabasını üniversiteden arkadaşı olan İbrahim’e verdiğini söyledi. Kırklı yaşlardaki Can’ın ikinci üniversitesini okuyor olması, iddiasını bir nebze de olsun güçlendirdi. Alpaslan ve Cemil, hiç soğukkanlılığını bozmadan soru sormaya devam ediyordu. Ancak Can’ın gerçekten korktuğunu, bu yüzden de yalan söyleyemeyeceğini anlayan Alpaslan, yeniden sözü İbrahim’e getirdi.
“Niçin arabayı verdiğini bir kez daha anlat, kafamda oturmayan bazı yerler var,” dedi.
“Amirim, yemin ederim, saat sekiz gibi beni aradı. İsterseniz arama kaydına bakın. Aradı beni. ‘Ağbi, bana acilen araban lazım, kıza söz verdim, gezdirecem,’ dedi.”
“Sen bu kızı daha önce gördün mü?”
“Hayır.”
“İbrahim’e güvenir misin?”
“Güvenirim tabii ki başkomiserim. İyi çocuktur. Kitap okur sürekli. Hatta geçen ay, ben de kitap alsın diye cebine biraz para koydum.”
“İbrahim sence böyle bir şey yapmış mıdır?”
“Sanmıyorum amirim. Dediğim gibi iyi çocuktur.”
“Peki, şimdi parmak izin alınacak. Sonra da arabandan örnekler alınacak. Dua et, İbrahim, yalanlamasın.”
Can ağlamayı sürdürdü, Cemil’in yardımıyla odadan çıktı.
Dördüncü sorgulanan kişi -Mehmet-, oldukça iriyarı biriydi. Saçları uzun, küpeli ve kolları dövmeliydi. Belirtilen saatte orada olmadığını söyleyince Alpaslan’ın işi iyice zora girdi. Alpaslan soruyor, adam inkâr ediyordu. Başkomiser arabayı başkasına verip vermediğini sordu, sorgulanan ise vermediğini söyledi. O zaman nasıl oluyordu bu? Bir yanlışlık olmalıydı. Üstelik adamın evde olduğunu kanıtlayacak şahitleri de vardı. Parmak izi ve şahitlerin iletişim bilgileri alındıktan sonra serbest bırakıldı.
Şüphelilerin sorgusu bittikten sonra odasına çıkan Alpaslan, öncelikle Ziya’nın ölümüyle ilgili izlediği güvenlik kamerasını izlemeye devam etti. Ancak hiçbir şey görünmüyordu. Ümitsizlikle uygulamayı kapattı, çok iyi bir zaman seçilmişti, kim, kim öldürmüştü Ziya’yı? O gün, öldürülmeden önce kendisine sır verecekti. Belki bu yüzdendi. Ama niçin Alpaslan’a bir şey olmamıştı? Alpaslan, bu soruların içinden çıkamıyordu.
Cemil kapıyı çalmasaydı, kafasının içinde kurduğu çıkmazda kaybolacaktı. Cemil odaya girdi, İbrahim’in getirildiğini söyledi. Alpaslan yavaşça yerinden kalktı ve sorgu odasına yol aldı. Odaya girdiğinde ayakta duran, takım elbiseli, orta boylu, sakallı, genç ile karşılaştı. Yüzünde gerçekten görünür bir korku vardı. Bu odaya şüpheli konumunda giren herkeste olduğu gibi. Bazen Alpaslan da korkuyor bu odaya girdiğinde. Ama onu korkutan katilin varlığı, bir adam öldürürken soğukkanlılığı, insanlıktan çıkışı.
İbrahim’i oturttu. Can’ın söylediklerini anlattı, sonra da sorularına başladı. İbrahim inkâr etmedi, evet, Can’dan arabasını aldığını, kız arkadaşıyla gece on ikiye kadar dolaştıklarını, içtiklerini ve arabada öpüştüklerini anlattı. İbrahim’in son sözüyle yüzü kızardı. Ama o kadar güzel bir Türkçe ile konuşuyordu ki, âdeta, virgülleri bile atlamıyordu. Bu kadar olumsuz havada bile diksiyonunun kusursuzluğu Alpaslan’ın hoşuna gitti.
“Sonra?” diye sordu Alpaslan.
“Onu evine bıraktım, sınıftan iki kızla evde kalıyorlar. Eve bıraktıktan sonra da plaja gittim.”
“Evet, bizi ilgilendiren kısım da burası zaten. Plaja gittiğinde birileriyle karşılaştın mı?”
“Hayır, yemin ederim. Arabada kalan iki birayı içtim yalnızca. Denizin huzur verici sesi ile o iki lanet birayı içtim. İçmez olsaydım. İçtikten sonra da evime gittim. Evde kimse yoktu ama. Çok oturmadım, biranın etkisiyle uyudum.”
“Kız arkadaşını bıraktıktan sonra kimseyle görüşmediğine, arabana kimseyi almadığına emin misin?”
“Eminim başkomiserim.”
“Peki, parmak izin alınacak. Sonra kız arkadaşının da numarasını verip gidebilirsin. Ona da sormamız lazım.”
“Siz nasıl uygun bulursanız. Ben size yardımcı olacağım.”
İbrahim’in sorgusundan da bir sonuç elde edemeyen Alpaslan, üzerindeki baskıyı iyice hissetti. Parmak izi ve plajda bulunan lastik izi sonucu gelene kadar hiçbir şey yapamayacaktı.
Mesai saati dolmuştu, cinayet masasındaki bazı polisler gitmişti. Yalnızca nöbetçi olan Cemil, Selda ve iki polis kalmıştı. Alpaslan odasına girdi, ceketini aldı, bilgisayarını kapattı, ışığı söndürdü ve çıktı. Polislere hiçbir söz söylemeden terk etti mekânı.
***
Ertesi sabah herkesten önce gelen Alpaslan, ifade tutanaklarını yeniden inceledi, ancak dünkü gibi yine bir sonuca varamadı. Yalnızca o gece dışarı çıkmadığını ifade eden Mehmet’in, doğru söyleyip söylemediği konusunda ikilemde kalıyor, Trafik Şube’nin yanılmış olabileceğini düşünüyordu.
Yarım saat sonra polisler teker teker gelmeye başladılar, en geç ise -8.35’te- Ferdi geldi. Ferdi’nin arkasından da olay yeri incelemeden Ilgaz, raporları getiriyordu ve yolda Ferdi’ye seslenip durdurdu ve raporları komisere teslim ettikten sonra mesai yerine döndü.
Ferdi, iki kez kapıya vurduktan sonra içeriden ses gelmeden kapıyı açtı, Alpaslan’ı kitap okurken gördü. Bu sefer daha bir temkinli bir şekilde kapıda bekledi, ta ki Alpaslan kafasını kaldırıp ona bakıncaya kadar.
“Ne oldu?” dedi başkomiser.
“Olay yeri inceleme,” dedi Ferdi.
Alpaslan kitapta kaldığı sayfaya ayracı koyup kapattı ve masanın üstüne koydu, Ferdi’den raporları aldı ve tıpkı kitap okurken ki gibi ciddiyetle incelemeye başladı. “Ne kadar çabuk geldi bu sefer, değil mi?” diye Ferdi’ye takılıyordu. Sandaldan çokça parmak izi alınmıştı, bunlardan bir tanesinin katile ait olduğu düşünülüyordu. Sandaldan alınan parmak izlerinin birçoğunun kimliği ve adresleri tespit edilmişti. Tespit edilemeyen parmak izi sayısı on üç taneydi. Maalesef dün sorgulananlardan hiçbirinin parmak izi, sandalda bulunan parmak izi ile uyuşmuyordu. Bu onların suçsuz olduğu anlamına gelmiyordu, Alpaslan, parmak izlerinden sonra da lastik izlerinin karşılaştırılmasına bakmak üzere diğer dosyayı açtı, ne tuhaftır, dört aracın da lastiği vardı dosyada. Yani, bu durum, gece araçların orada olduğunu ispatlıyordu, lâkin bu da suçlu olduklarını ifade etmezdi. Üçüncü dosyada ise araba incelemelerinin raporu vardı. Alpaslan, bin bir ümitle dosyayı açtı: Bu işin bu kadar zor ve profesyonelce işlenmiş bir cinayet olduğunu düşünmüyordu, meslek kariyeri ona bir şey öğretmişse, o da çokça bilinen beylik laftı. Kusursuz cinayet yoktur. Veya: Bizde henüz kusursuz cinayet işleyecek katil yetişmedi. Ama yine başkomiserin umduğu gibi olmadı, araçlarda maktulün DNA’sına rastlanmamıştı. Son bir dosya kalmıştı. Ferdi, başkomiserinin son derece dikkatle incelediği dosyalardan bir şey çıkmaması karşısında başkomiserin aldığı tavırdan, katile ulaşabilecek hiçbir yolun olmadığını anlıyordu. Ferdi ise meslek hayatı boyunca üç cinayette katile ulaşamamıştı. Alpaslan diğer dosyayı açmadan önce Ferdi’ye döndü.
“Bu dosyadan da bir şey bulamazsak katile ulaşabileceğimiz hiçbir somut delil yok elimizde, demektir.”
Ferdi, sessizlikle karşıladı bu lâfı. Sonra aklına takılan bir soruyu yöneltti.
“Başkomiserim, sizin katili bulamadığınız olay oldu mu?”
“Tabii,” dedi başkomiser, henüz dosyayı açmamıştı. “İki kez oldu hem de.”
“Sizce bu da üçüncüsü olur mu?”
“Sanmıyorum,” dedi kendinden emin bir şekilde Alpaslan.
“Çok emin konuştunuz.”
“Tecrübelerimden yararlanıyorum, kitaplardan da,” deyip masanın üstündeki yerli polisiye romanı gösterdi.
Hayatında bir elin parmak sayısı kadar kitap okumuş olan Ferdi, kitap meselesine anlam veremese de tecrübeden yana itimadı tamdı.
Komiserin cevap vermeyeceğini anlayan Alpaslan, son dosyanın da kapağını çevirdiğinde yüz ifadesi bir anda değişti.
“İşte bu,” dedi. “Maktulün kimliğine ulaşılmış.”
“Sahi mi?” diye şaşırdı Ferdi.
“Evet, sana söylemedi mi?”
“Kim?”
“Sen dosyaları kimden aldın oğlum?”
“Olay yeri incelemeden bir polis getirdi.”
“Hiçbir şey sormadın mı? Baksana burada maktulün parmak izinden Naz Dil olduğuna ulaşılmış, on dokuz yaşında, Akdeniz Üniversitesi Siyasal Bilimler birinci sınıf öğrencisi. Adresi de burada. Kim getirdi sana bu dosyayı, onu bana bulacaksın, işini yerine getirmeyen polisler var aramızda!” dedi Alpaslan, tehditkâr bir ses tonuyla.
“E o zaman eve mi gidiyoruz?”
“Biz kızın evine gidelim, Yakup da yanına iki polis alıp şu sandalda parmak izi olanları sorgulasın bakalım.”
“Emredersiniz başkomiserim.”
Dosyayı da alıp sandalyeden kalktı ve odadan çıktı. Yakup Komiser’e gerekli emri verdi, sonra da Ferdi ile maktulün kayıtlı ev adresine doğru yola çıktı.
Kepez’de bir mahallede bulunan altı katlı apartmanın dördüncü katındaydı ev. Ferdi ve Alpaslan, asansörün bozuk olmasından dolayı merdivenleri kullanmışlar, sokakta zanlı kovalasalar bu kadar yorulmayacaklarına şaşırmışlardı. İkisi de nefes nefeseydi.
Alpaslan zile bastı.
Kapıyı açan olmayınca bir kez daha bastı.
Sonra kapının arkasından gelen ince ayak seslerini duydu.
Kapı “Kim o?” denmeden açıldı, kapıyı açan da gençti; bir elli dokuz boyunda, esmer, kilolu bir kızdı. Alpaslan kimliğini gösterdi. Ardından da Ferdi gösterdi. Kız sabahın bir vakti, kapısında iki tane polis görünce şaşırıp kalmıştı. Bir anda korku ve panik karışımı bir sese büründü.
“Buyurun,” diyebildi bu ses tonuyla.
“Naz Dil’in evi burası mı?” diye sordu Ferdi.
“Evet, ev arkadaşım.”
Alpaslan arka cebinden maktulün fotoğrafını çıkardı, gösterdi.
“Naz mı?”
“Evet. Bir şey mi oldu?”
“Müsaitseniz içeride konuşalım,” dedi Alpaslan.
Kız o zaman kapının önünden çekildi ve iki polis eve girdi. Ev küçüktü. Nereden bakılırsa bir öğrenci eviydi, kızlar da kalsa, dağınıktı. Halının üzeri yanık izleriyle doluydu. Duvarlar kirliydi. Kapıyı açan kız oturma odasını gösterdi. Alpaslan içeri girdiğinde birinin yattığını fark etti ve geri çekildi. Kız durumu fark edince odada yatan erkek arkadaşını uyandırdı. Uyanan çocuk da karşısında erkekleri görünce uyanıp uyanmadığını anlamaya çalıştı, bir rüya görüyor olabilirdi. Ama aradan bir dakika geçip Alpaslan ve Ferdi kendilerini tanıtınca ve kız da onaylayınca durumun ciddiyetini anladı. Kız hemen odanın penceresini açtı ve içerideki sigara ve alkol kokusu dışarıdan gelen hava ile karışmaya başladı. “Geç kızım otur şuraya, sana soracaklarımız var,” demeseydi Alpaslan, kız bu hızla evi baştan sona temizleyebilirdi. Kız uygun bir yere oturdu. İki polis de karşısındaydı. Erkek arkadaşı hemen yanında oturuyordu.
“Şimdi sana bir şey söyleyeceğiz, güçlü ol,” dedi Alpaslan. Polislik mesleğinin en zor anlarından belki birincisi buydu. “Arkadaşın Naz Dil, önceki gün ölü bulundu.”
Kız bir şey demedi, ama gözlerinden ipince yaşlar süzüldü.
“İyi misin?”
“…”
Kızın erkek arkadaşı da tepkisiz kaldı. Naz’la aynı sınıftalardı.
“Kızım, kendini topla. Sorularımıza cevap ver.”
“İstediğinizi sorun amirim,” diyebildi çok ama çok zayıf bir tonla.
“Naz Dil’i kim öldürmüş olabilir?”
“Bilm.yor.m”
“Tehdit eden birileri?”
Kız başını iki yana çevirdi.
“Ailesi ile arası nasıldı, nereli bu kız?”
“Tra…n”
Alpaslan, Ferdi’ye döndü.
“Burada konuşamayacağız, merkeze alalım, kendisine gelir o zamana kadar. Sen ekip çağır.”
“Emredersiniz başkomiserim.”
Erkek, kıza sarıldı ve ağlaması için omzunu verdi. Kız işte o ân hıçkırıklarla ağlamaya başladı.
Alpaslan, daha güçlü olan adama baktı.
“Sen tanıyor musun Naz’ı?” dedi.
“Aynı sınıftaydık komiserim.”
“Ne biliyorsun hakkında?”
“Öyle kendi hâlinde bir kızdı komiserim. Yalnız gezerdi genelde.”
“Peki, eve gelmeyince şüphelenmediniz mi?”
“Sınav zamanı komiserim. Naz, kütüphanede kalır sınav zamanları. İlk dönem tüm derslerde başarı elde etti bu sayede. İki gündür gelmeyince biz de öyle olduğunu düşündük. Aramak… aklımıza bile gelmedi.”
Alpaslan kızın yüzüne iyice baktı. Aramadığı için pişmandı.
“Birazdan ekip gelecek kardeşim,” dedi Ferdi. “Sizi merkeze alacağız. Sevgilinin durumu şimdi iyi değil, orada konuşuruz.”
“Bu Naz’ın anne ve babasına nasıl ulaşırız?”
Kız, erkeğin omzundan kafasını kaldırdı, ama hıçkırmayı sürdürüyordu.
“Bende numaraları ol.caktı.”
“Ferdi sen hem onların numarasını hem de Naz’ın numarasını al. Sonra Naz’ın numarasını merkeze söyle, baksınlar bakalım, son sinyal nerede.”
“Emredersiniz başkomiserim.”
Ekipler geldi, evdekiler merkeze götürülmek üzere evden çıkarıldı. Alpaslan da bu zaman zarfında Yakup’u aradı ve parmak izi dosyasında son durumun ne olduğunu sordu. Sonuç olarak kocaman bir sıfır vardı elde. Alpaslan en azından kızın kimliğine ulaşabilmenin verdiği küçük sevinçle avundu. Telefonu henüz kapatmamıştı. Dün plaja gitmediğini iddia eden dördüncü sorgulananı -Mehmet’i-bir kez daha merkeze almaları için emir verdi. Sonra evden çıktılar.
Üniversiteye doğru yol aldılar. Yolda kızın anne ve babasını arayan Ferdi, uygun bir şekilde Antalya’ya çağırdı.
Fakültenin dekanı Doç. Dr. Kâmuran İncesu, iki polisi fakülte kütüphanesinin girişinde buldu. İki polis de dekanı bekliyordu. Selâmlaştılar. Dekan, kütüphanenin kapısını açtı ve kütüphane memuru ile tanıştırdı. Ferdi, Naz Dil’in fotoğrafını memura gösterdi. Memur elli yaşlarında kısa boylu, kilolu biriydi. Gözlüklerini çıkarıp fotoğrafa baktı. Naz’ı tanıdı. “Naz, kütüphaneyi sık sık kullanır, personel ve kullanıcılarla iyi geçinirdi.” Naz’ın öldürülmüş olmasına hiçbir anlam veremedi.
Dekan da tıpkı kütüphaneci gibi bu olaya bir türlü anlam veremiyordu. İşleri nedeniyle derslerine giremediğini ama okutmanlar aracılığıyla ve ders notları bakımından Naz’ın iyi bir öğrenci olduğunu söylüyordu.
Alpaslan, Naz’ın ödünç aldığı kitapları sordu.
Kütüphane memuru programdan Naz’ın adını yazdı ve okuduğu kitapları ekranda görünce başkomisere okudu, aldığı son üç kitap bölüm üzerineydi. Alpaslan, bir roman üzerinden yola çıkabileceklerini düşünmüştü oysaki. Yine de kitapların adlarını yazdı.
Dekandan, Naz’ın ders programını ve derslerine giren hocaların adlarını istedi. Dekan hepsini verdi. Okulda olanlarla okulda, olmayanlarla da telefonla görüşüldü. Ama Alpaslan, hep aynı cümleyi duymaktan yoruldu: “Çok iyi bir öğrenciydi. Mekânı cennet olsun. Arkadaşlarıyla, bizlerle iyi geçinirdi. Hiçbir problem yaşamadık.” İçlerinden sadece dekanın dersine giren okutman farklı bir şey söylediyse de, o da yine dersleriyle alakalıydı.
Daha sonra merkeze dönmek üzere üniversiteden ayrıldılar.
Merkeze döndüklerinde Mehmet, Naz’ın ev arkadaşı ve ev arkadaşının sevgilisi başkomiseri bekliyordu.
İlk olarak odaya dördüncü sorgulanan girdi.
Ferdi, dünkü ifade tutanağını adamın yüzüne okudu.
“Hani evden çıkmamıştın?” diye sordu Alpaslan.
“Ya, yemin ederim ki evdeydim. Allah belâmı versin.”
Alpaslan: “Yemin edip durma! Oğlum, sen salak mısın? Plajda izi bulunan lastiklerden biri senin aracına ait. Tesadüfe bak ki, lastiklerinde de plaj kumuna rastlandı. Daha neyi inkâr ediyorsun? Kimden çekiniyorsun?”
“Evdeydim. Başka bir diyeceğim yok. Arabamın oraya nasıl gittiğini bilmiyorum.”
Ferdi gülmeye başladı. Ortada sahiden de gülünecek bir durum vardı. “Yani senin araban uyurgezer mi?” diye sordu genç komiser.
“Komiserim bizim sokağı gören bir iş yerinin güvenlik kamerası var. İnanmazsanız oraya bakın,” dedi.
Alpaslan inanmadı yine.
“Peki, iki gündür yeni mi aklına geldi bu kamera? Ne oldu, sildirttin değil mi?”
“Yemin ederim ki amirim, yeni aklıma geldi. Niye sildirteyim? Ortada geleceğim, ismim söz konusu iken böyle bir şey yapar mıyım?”
“Bilmem. Yapar mısın?”
“Yapmam.”
Alpaslan, yine de kameranın incelenmesi için Cemil’i çağırttı. Cemil, izinli olmasına rağmen, mesleğine bağlılığı sebebiyle bir saat önce gelmişti. Sorgu odasına indi. Başkomiserden emri aldı ve çıktı. Bu sırada sorgulanan adam da çıkarıldı odadan.
Odaya ev arkadaşı -Ayşegül- alındı. Ferdi ve Alpaslan sorguya devam ettiler.
“Naz’ın iyi anlaştığı arkadaşı var mıydı?”
“Naz herkesle iyi anlaşırdı. Kimsenin kalbini kırmazdı. Ama siz ‘Kimlerle gezerdi’ diyorsanız, Jale vardı, memleketlisi. Onunla gezerdi.”
“Sende numarası var mı Jale’nin?”
“Var.”
“Peki, Naz’ın sevgilisi var mıydı? Ya da ondan hoşlanan biri.”
“Yok amirim. Naz çok güzeldi. Ama sevgilisi yoktu. Ondan hoşlanan biri vardı. Ama kısa bir zaman önce Naz’la anlaştılar, hatta Naz çocuğa sevgili arıyordu. İyi arkadaş olmuşlardı yani.”
“Sevgili mi arıyordu?” diye sordu Ferdi.
“Evet. Böyleydi Naz işte.”
“Kim bu çocuk?”
“Onun da numarasını veririm.”
Yarım saat sonra Jale ve Selman, merkeze alındı. Jale’yi Ferdi sorguluyordu. Selman ise Alpaslan’ın karşısındaydı.
“Naz’la o işi halletmiştik amirim. İsterseniz mesajlarımıza bile bakabilirsiniz. Hiçbir problemim yoktu. Bir insan bir zamanlar sevdiği bir insanı her zaman iyi anımsar, onun arkasından kötü konuşmaz, kötülüğünü istemez. Hele de Naz gibi kalbi bembeyaz olan bir kızın kötülüğünü istemez!”
“Selman, bak gözümde büyük şüphelisin oğlum. Bana sağlam bir tanık göster. O gece senin Naz’ı öldürmediğini kanıtlayacak bir tanık!”
“Çok iyi dediniz amirim. O gece şehir dışından gelen bir arkadaşımla bizim evde içtik. Affedersiniz, bayağı içtik, zil zurna sarhoştuk. Dün sabah ağır bir baş ağrısı ile uyandım, bütün gün de evdeydim,” dedi Selman. Sesinde hiç şüphe uyandıracak bir kırılma yoktu.
“Şimdi parmak izi ve arkadaşının numarasını alacaklar senden. Sonra gidebilirsin.”
“Tamam, amirim.”
Odasına çıktı Alpaslan. Gün boyunca koşturmaktan yorulmuştu. Masanın üstünde duran kitaba uzanmıştı ki, sabit telefonu çalmaya başladı. Müdür veya savcı olmalıydı arayan. İkincisi ile uzun zamandır, bu cinayet olayında ise hiç görüşmemişlerdi. Telefonu açtı. Arayan savcıydı. Olayın seyri hakkında bilgi verdi. Telefonu kapattığında da odaya Ferdi girdi.
Ferdi, ifade tutanağını masanın üzerine bıraktı ve sandalyeye oturdu. O an Cemil de geldi ve kamera kaydının olduğu CD’yi masanın üzerine bıraktı. Alpaslan, CD’yi eline aldı ve izlemektense güvendiği meslektaşına sormayı tercih etti.
“Var mı bir yamuk?”
“Başkomiserim izleyince göreceksiniz. Araba dün gece birileri tarafından alınıyor ve saatler sonra da yerine bırakılıyor.”
“Ne diyorsun?”
“Yüzleri maalesef seçilemiyor. İkisi de erkek.”
Ferdi’ye döndü: “Adam elimizde mi?”
“Elimizde,” diye yanıtladı.
“Cemil ile gidip sorgulayın, CD’yi izletin,” dedi.
“Tamamdır.”
İki polis odadan çıkınca Alpaslan, Jale’nin ifadesini okumaya başladı.
“Naz ile kantinde tanıştık ve kısa sürede arkadaş olduk. İkimiz de Trabzonluyduk ve ikimiz de birinci sınıftık. Ben yurtta kalıyordum, onun evi vardı, özel. Bazen evine misafir olarak giderdim. Ayşegül de iyi bir kızdır. İkisi çok iyi anlaşırlardı. Naz ile genelde mağazaları gezerdik. Ders çalışmak dışında tek aktivitesi buydu. Bir şeyler alsın ya da olmasın gezmeyi, bakınmayı severdi. Kafelerde otururduk. Neden sevgilisi olmadığını sorardım. Kuzenini sevdiğini, kuzeni de kendisini sevdiğini söylerdi. Onun ailesinde olağanmış bu durum. Kuzenini bir iki kez gösterdi. Yakışıyorlardı da. Anlattığına göre çok iyi anlaşıyorlarmış. Hatta son görüşmemizde kuzeninin geleceğini söyledi. Son görüşmemiz de zaten iki gün önceydi. Sınav zamanları dışarıyı bırakın, okulda bile benimle bir araya gelmezdi. Okula başlayalı altı ay kadar oldu işte. Naz’ı tanımıştım çabucak. Anlatacaklarım bu kadar, çok üzgünüm, umarım katili bulunur. Canım arkadaşım…”
Alpaslan ifade tutanağını bıraktı. Sandalyesinden kalktı. Pencereyi açtı. Bir sigara yaktı. İki nefes çektikten sonra pencerenin pervazında söndürdü. İzmaritini de dışarı fırlattı.
Kapısı çalındı.
İçeriye giren Ayşegül ve erkek arkadaşıydı.
“Komiserim, iznimizle Naz’ı son bir kez daha görebilir miyim?”
“Olur,” dedi başkomiser. “Buyurun beraber gidelim.”
Yol boyunca konuşmadılar.
Otopsinin yapıldığı hastaneye geldiler. Adlî hekim eşliğinde maktulü gösterdi Alpaslan, Ayşegül’e. İyice bakmasını istiyordu. Ama kız, ağlamaktan ve sızlanmaktan bakamıyordu doğru dürüst. Çıkarttılar kızı. Morgdan çıktılar. Adlî hekim Alpaslan’ı odasına davet etti.
“Buraya gelmeniz iyi oldu başkomiserim,” dedi hekim. “Ben de şimdi dosyayı size gönderecektim. Otopsi tamamlandı. Tahmin ettiğiniz gibi boğularak öldürülmüş. Ama ölmeden önce birkaç kez ilişkiye girmiş. Bekâreti yeni…”
“Tecavüz mü sizce?”
“Hayır.”
“Anladım hocam, başka bir şey var mı?”
“Ne gibi?”
“Katili yakalamamızda herhangi bir yararlı bilgi.”
“Maalesef.”
“Pekâlâ. Kolay gelsin o zaman.”
Alpaslan çıktı. Asayişe döndü.
Cemil ve Ferdi, Mehmet’e CD’yi izletmişlerdi: Adam, arabasını alıp götürenlerden birini tanımıştı. O gün evde kalan ağabeyinin oğluydu. Alpaslan, çocuğun merkeze alınması için ekiplere emir verdikten sonra odasında yalnız kaldı ve çocuk gelene kadar da kitaba devam etti.
Saat ona yaklaşıyordu. Sabahtan bu yana hiçbir şey yemediğini yeni fark etti. Kitabın ise son kırk sayfası kalmıştı. Ayracı kaldığı yere koyup kitabı masaya bıraktı. Tam çıkmaya hazırlanıyordu ki, kapısı çalındı. İçeriye Ferdi girdi. Çocuğu getirdiklerini haber ediyordu.
Sorgu odasına indiler.
Çocuk korkudan tir tir titriyordu. Alpaslan bunun farkına varınca kaşının altından bakıp bu çocukta bir şeyler olduğunu sezdi. Cemil de odadaydı. Ferdi, izin alıp evine gitmişti.
“Cemil, sen de bana yiyecek bir şeyler söyle. Çok acıktım.”
“Emredersiniz başkomiserim,” deyip çıktı.
Alpaslan masanın üstüne bıraktığı dava dosyasından Naz’ın fotoğrafını çıkartıp karşısındakine -Halit’e- gösterdi. Çocuk fotoğrafa iyice baktı.
“Tanıyor musun bu kızı sen?” diye sordu başkomiser.
“Tanımıyorum amirim. Öldürülen kız mı?” diye sordu.
“Öldürüldüğünü nereden biliyorsun?”
“Amcam bahsetmişti.”
“Neden burada olduğunu biliyor musun?”
“Amcama şahitlik yapmak için değil mi? Hani onun gece evde olduğuna. Bunun için getirdiler beni. Öyle değil mi?”
“Sen ne iş yaparsın evladım?”
“Babama yardım ederim başkomiserim. Galerimiz var. Alanya’daki şovrumda ben duruyorum.”
“Demek durumunuz iyi. Bir de galeriniz var.”
“Evet.”
“Madem galeriniz var, ne demeye amcanın arabasını çalıyorsun lan puşt!” deyip masaya bir yumruk attı.
Çocuk iyice korktu, kendisinden şüphelenilen her insan gibi ve kekeleyerek izah etmeye girişti.
“Ammim… açıklaaaayyym…”
“Düzgün konuş!”
Çocuk yutkundu. Nefes alıp verdi.
“Arkadaşım gelmişti. Amcamdan rica etsem ve-ve-vermezdi. Ben de herkes uyu-uyu-uyuduktan sonra amcamdan arabanın anahtarını aldım. Arkadaşım beni bekliyo-yo-yordu zaten, yarım saat önce haber vermiştim. Gez-gezdik.”
“Galerideki arabalardan niye almadın?”
“Hepsi sıfır a-a-ara-ba amirim, çıkartırsam babam a-a-an-anlardı.”
“Nerelere gittiniz?”
“Öyle bir tur attık.”
“Öyle bir tur ne oğlum? Delikanlı değil misin sen? Müşterilerinle de mi böyle konuşuyorsun? Anlat hadi!”
“Amirim belli bir yere gitmedik. Zaten amcam fark etmeden yerine koymam gerekiyordu.”
“Plaja gittiniz?”
“Hangi plaj?”
“Konyaaltı Plajı.”
“Yemin e-e-ede-de-rim gitmedik.”
“Sus lan puşt!” deyip bir yumruk daha attı masaya. Canı olsaydı sakınırdı kendini bu masa.
Bu sırada odaya Cemil girdi. Hiçbir şey söylemeden dinlemeye başladı.
“Oğlum, nasıl gitmediniz lan? Arabada plaj kumu bulundu. Plajda da lastik izi var. Hem de bir genç kız cesedinin bulunduğu olay mahallinde.”
“Ne-ne-ne diyorsu-nuz siz? Biz bir şey yap-ma-dık.”
“Kim senin bu arkadaşın?”
“Ali İhsan. Yeni geldi Antalya’ya. ‘Beni gezdir ka-kanka,’ dedi.”
“Nereden geldi?”
“İstanbul.”
“Arabayı ona verdin mi? Tek başına bir yerlere gitti mi?”
“Yok.”
Alpaslan düşündü. Sorgu odasında bu denli korkup yalan söyleyen insanla hiç karşılaşmamıştı. Lâkin yine de karşısındaki iyi bir oyuncu, soğukkanlı bir insan da olabilirdi, yani numaradan korkmuş gibi davranıp aldatabilirdi. Bunu anlamanın tek yolu onu serbest bırakmaktı.
“Tamam, şimdi parmak izi ve Ali İhsan’ın numarasını bize vereceksin. Sonra da kaybolmamak şartıyla serbestsin. Takip edeceğiz. Bir yamuk hareketinde alırım seni yine karşıma. Bu sefer masa olmaz hedefim. Tamam mı?”
Çocuk kısık bir sesle, “Tamam,” dedi.
Alpaslan kükredi: “Anlamadım?”
“Tamam,” diye yineledi çocuk yüksek sesle.
Alpaslan, Cemil’in sipariş ettiği kebabı odasında yedikten sonra çıktı. Acıktığı için epey hırçınlaşmıştı.
***
Büroya geldiğinde herkes yerini almıştı. Bugün ev faturalarını yatırdığı için geç kalmıştı başkomiser. Sandalyelerden birine oturdu. Tüm polisler kendisini takip ediyordu.
“Cemil, Ali İhsan’a ulaştınız mı?”
“Beş defa arandı gece, ama kullanım dışı. Numarayı verdik araştırıyorlar.”
“Naz’ın telefonundan bir haber var mı?”
“Henüz yok,” diye cevap verdi Ferdi.
“Hiçbir gelişme yok. Biz niye sabahın köründe buradayız o zaman? Oturmaya mı geldik?” Alpaslan, dünden kalma sinirle cinayet masasının polislerini payladı. “Kızın ailesi geldi mi?”
“Bizden biri otogara almaya gitti başkomiserim.”
“İyi, güzel!”
On beş dakika sonra otopsinin yapıldığı hastanenin önünde kızın ailesini Ferdi ile beraber karşıladı Alpaslan. Kızın babası altmış beş yaşında, saçsız bir adamdı. Bastona dayanarak yürüyordu. Annesi ise babasına nispeten daha gençti. Adamın ikinci evliliğiymiş. Kırk sekiz yaşında, kilolu, bir Karadeniz kadınıydı. Alpaslan ve Ferdi kimliklerini gösterdiler. Sonra acılı aileyi morga götürdüler… Hekim Naz’ı gösterdi. Adam düştü. Kadın düştü.
Yarım saat sonra kadın kendine geldi. Başında Selda ve Cemil vardı. Hemşire çağırıldı. Kadın kızını istiyordu, gözyaşları bir türlü dinmiyordu.
Diğer odada bulunan baba da beş dakika sonra kendine geldi. Kadına göre daha dirayetliydi. Ağlamamaya, üzülmemeye çalışıyordu. Ferdi hemşire çağırdı. Adam yatakta oturur vaziyete geçti. Alpaslan sorgulayıp sorgulamama konusunda kararsızdı. Ferdi ile sık sık göz göze geliyor, ne yapacağını bilemiyordu.
İmdadına adam yetişti.
“Nasıl ölmüş kuzum, başkomiserim?”
Ferdi, topu Alpaslan’a attı. Alpaslan odada volta atıyordu o sırada. Gözlerini adama dikti.
“Boğularak ölmüş amca.”
“Kim?”
“Bilmiyoruz. Ama merak etme. Yakalanması an meselesi.”
“Saldırmışlar mı?”
Alpaslan, adamın ne sormak istediğini anlamıştı. Ama yaralı bir adamı daha fazla üzmemek için geçiştirmeyi tercih etti.
“Yok, öyle bir olay değil.”
“Başkomiserim. Ben de bir zamanlar teşkilattaydım. Bilirim yani. Yalan söylediğinizi biliyorum. Zaten yaralıyım, ne olur doğruyu konuşun.”
Alpaslan iyice sıkışmıştı. Bu anda, adamın tercihine saygı duyup doğruyu söylemek en doğrusuydu.
“Saldırma olmamış amca, ama kızınız bilerek biriyle beraber olmuş.”
“Kim?”
“Bilmiyoruz, bulmaya çalışıyoruz.”
“Başkomiserim! Boğulmuş mu? Emin misiniz?”
“Evet.”
“Başkomiserim…”
Bir anda adamın kafası yana düştü. Ferdi, bir hızla odadan çıkıp hemşire, hekim çağırdı.
Adamın birden rahatsızlanması üzerine ve kadının konuşamayacak durumda olmasından dolayı çaresizce büroya döndü, Alpaslan ile Ferdi. Her ihtimale karşı Selda ve Cemil hastanede kaldı. Başkomiserin geldiğini gören bir polis hemen ayağa kalkıp bilgi verdi, “Başkomiserim, maktulün ve Ali İhsan’ın telefon kayıtları geldi, masanıza koyduk.” Alpaslan, buna çok sinirleniyordu. Neden daha önce haber edilmiyordu da, illa büroya dönmesi bekleniyordu. Daha önce de olmuştu burada bu olay, ikaz etmişti, yine oluyordu. Bu sefer olayın uzamasından dolayı sinirle daha şiddetli uyarmayı tercih etti: “Oğlum sizin kafanız çalışmıyor mu? Nasıl polissiniz siz? Neden benim buraya gelmemizi bekliyorsunuz? Ha?” Neye uğradığını bilemeyen polis, takdir beklerken azarla karşılaşmanın psikolojisiyle masasının üstüne bakıyor, bir lâf daha duymamak için kafasını kaldırmıyordu. Alpaslan, sinirle odasına yöneldi, kapısını açtı ve masanın üstündeki dosyaları alıp sandalyeye oturdu, kapısı açıktı, Ferdi de girdi içeriye ve başkomiserden bir emir almadan kapıyı kapattı, masanın karşısındaki sandalyelerden birine oturdu.
Alpaslan iki dosyayı karşılaştırıyordu.
“İkisinin de son sinyallerine ulaşılamamış.”
Dosyayı incelemeye devam etti.
“Naz’ın numarası babasının adına kayıtlı. Ali İhsan’ın numarası da Seyfi Karaman adında birinin üstüne kayıtlı. Babası olabilir mi acaba?”
“Araştıralım başkomiserim.”
“Neyi araştırıyorsun, Ali İhsan’ın soyadını mı aldık? Bir daha alalım şu çocuğa sorguya.”
“Emredersiniz başkomiserim, ben gönderirim şimdi birilerini.”
“Daha da ilginç bir şey var burada,” dedi kaşlarını çatarak. “Ali İhsan ile Naz, sürekli konuşmuşlar.”
“Nasıl yani?”
“Bak, son gün altı defa, toplamda üç saate yakın konuşmuşlar. Büyük ihtimalle son gün bu; Jale ve Selman ile de defalarca konuşmuş. Hatta son konuşması Selman ile. Selman’ı bir daha alalım sorguya.”
“Emredersiniz başkomiserim.”
“Hadi oğlum, hadi, ne bekliyorsun, gönder birilerini. Zaten uzadı bu iş iyice.”
Ferdi çıktı.
Cinayet bürodan bir polisi odasına çağırdı başkomiser. Seyfi Karaman hakkında detaylı bilgi istedi, beş dakika sonra da tarama yapılıp rapor başkomisere sunuldu: Seyfi Karaman, yirmi iki yaşında, Marmara Üniversitesi Almanca İşletme bölümünde okuyan, Rizeli bir ailenin çocuğuydu. Alpaslan, Seyfi Karaman ile Ali İhsan’ın aynı kişi olabileceğini düşündü. Fotoğrafının bulunmasını istedi.
Halit ile Selman bir kez daha sorgu için merkeze alındılar. Alpaslan öncelikle Ali İhsan’ın adını veren Halit’in odasına girip Seyfi Karaman’ın bulunan bir fotoğrafını gösterdi. “Ali İhsan bu mu?” diye sordu Alpaslan. Çocuk doğruladı. Bu Ali İhsan’dı, Ali İhsan ise Seyfi! Çocuk gerçek adını bilmediğini, sosyal medyada –Facebook ve Instagram’da-, Ali İhsan adıyla tanıştığını iddia ediyor, yeminler ediyordu.
“O gün buluştunuz, ne oldu?”
“Amirim anlattım size. Buluştuk ve gezdik sadece. Bu kadar. Vallahi de billahi de başka bir şey olmadı.”
“Oğlum, bak Ali İhsan diye bize adını verdiğin çocuğun gerçek kimliği Seyfi Karaman çıktı. Belli ki bu çocuk bir haltlar karıştırıyor. Bak, altından kalkamayacağın suçlamalar ile yargılanabilirsin.”
“Ya-ya valla…”
“Yemin edip durma oğlum!”
“Ah, Ali İhsan! Başıma ne işler açtın!”
“Kaldığı yeri söyledi mi sana, bir şeyler anlattı mı?”
“Kepez’de bir pansiyonda kaldığını söyledi. Evet amirim, bir şeyler an-anlat-tı. Ali İhsan aslında o gün sabah gelmişti. Ama burada sevgilisi varmış sanırım. Onunla berabermiş akşama kadar. İki gün daha kalıp gideceğini anlattı bana.”
“Pansiyonun adını verdi mi?”
“Hayır.”
“Başka bir şey anlattı mı?”
“Yok amir-im.”
“Peki, neden yalan söylemiş olabilir? Hiç kimliğini, ne bileyim, kredi kartını falan görmedin mi sen?”
“Yemin ederim amirim, hiçbir şey bilmiyorum. Ni-ni-ye ya-yalan söyle-di-di-ğine dair.”
Alpaslan derin bir iç çekip odadan çıktı.
Çocuk serbest kalmadı bu sefer. Nezarethaneye konuldu.
Alpaslan Selman’ın sorgusuna girdi bu sefer. Naz’ın öldürüldüğü gün son kez kendisiyle konuştuğunu, ne konuştukları soruldu. Selman, önce anlattıklarını tekrarladı. Yine kızlar üzerine ve hâl hatır konuşması olduğunu söyledi. Alpaslan bu sefer inanmazdan gelerek, “Sana bir şeyler anlattı mı?” diye sordu. Selman anlatmadığını söyledi. Selman’ı elde tutacak hiçbir delil olmadığını için serbest bıraktılar. Büroya döndüğünde Ferdi de yeni dönüyordu. Alpaslan’dan iki adım sonra girdi.
“Başkomiserim, ben de şimdi sizi arayacaktım. Seyfi Karaman ve Naz Dil hakkında ilginç bir bilgiye ulaştık.”
“Söyle.”
“Seyfi’nin anneannesi ile Naz’ın babaannesi aynı kişi. Dolayısıyla dedeleri de aynı kişi. Bu da demek oluyor ki Seyfi Karaman ve Naz Dil, kuzendir.”
“Yani Jale’nin anlattığı kuzen, Seyfi.”
“Olabilir. Siz Seyfi’nin nerede olabileceğini öğrendiniz mi?”
“Şimdi aratacağım. Kepez’de bir pansiyonda kaldığını söylemiş. Sanırım sona geliyoruz. Olayın yaşandığı gün, Seyfi ile Naz beraberlermiş. Çocuk öyle anlatıyor.”
“Öyleyse bitmiştir bu iş başkomiserim. Seyfi’nin fotoğrafını tüm ekiplere dağıtıyorum,” dedi Ferdi.
Alpaslan, odasına girdi, Cemil’i aradı. Adamın kendine geldiğini, büroya yaklaştıklarını öğrendi.
On dakika sonra da Naz’ın babası, Alpaslan’ın odasında sandalyede oturuyor, elinde bir mendille arada bir akan gözyaşlarını siliyor, Alpaslan’ın anlattıklarını dinliyordu. Seyfi’den haberi olduğunu söyledi, baba Dil.
“Ne bacım ne de ben, bu ikisini birbirinden ayıramadık. Seyfi İstanbul’da okuyordu. Ara ara buraya geldiğini biliyordum. Kızımı Seyfi öldürmüş olabilir mi komiserim? Yeğenim yapmamıştır de mi?”
“Seyfi’nin bir pansiyonda kaldığını öğrendik. Arkadaşlar araştırıyor, pansiyonu bulur bulmaz çıkacağız. Tüm sonuçlar Seyfi’ye çıkıyor. Şu an için bir şey demem, senin içini rahatlatmam, kandırmak olur.”
“Anladım başkomiserim. Şey… Kızımı ne zaman götürebiliriz?”
“Yarın çıkartabilirsiniz.”
“Sağ olun başkomiserim.”
“Seyfi’nin babası Rizeli sanırım?”
“Evet, Rizeli. Biz de Trabzonluyuz.”
Bu sırada odanın kapısı çalındı. Odaya Cemil girdi. Seyfi’nin kaldığı pansiyonu öğrendiklerini, çıkabileceklerini söyledi. Alpaslan çekmeceden silahını aldı ve odadan çıktı. Kızın babası odada kaldı. Alpaslan, Ferdi ve Cemil, Kepez’deki pansiyona doğru yola çıktılar.
Naz’ın evine üç sokak uzaklıktaki pansiyonun önüne arabayı çekti, Alpaslan. Arabadan indi üç polis, pansiyonun açık kapısından içeri girdiler, resepsiyon bankosundaki zile bastı Ferdi. Kimse gelmeyince bir daha bastı, bir daha, bir daha. Ancak o zaman merdivenlerden inen ayak sesleri duyuldu. Gelen kişi görülünce pansiyonda bir yetkili olduğu anlaşıldı. Fakat gelen kişi, karşısındaki bu üç kişinin polis olduğunu bilmediği için sert çıktı, Alpaslan hiç cevap vermeden direkt kimliğini gösterince adam utanarak bankonun arkasına geçti ve “Nasıl yardımcı olabilirim?” diye sordu.
Alpaslan Seyfi’nin fotoğrafını gösterdi. Adam tanıdı.
“Burada kalıyor amirim, ama iki gündür ortada yok,” dedi.
“Yanında gelen oldu mu? Kız, erkek?”
“Bir sabah bir kızla beraber geldiler,” dedi adam. Ama karşısındaki polisler tarafından yanlış anlaşılmamak için düzeltti, “Durdurdum önce. Ama kızın kuzeni olduğunu söyleyince, izin verdim geçmelerine. Burada ahlaksızlığa izin vermeyiz.”
“Geç şimdi bunları,” dedi Alpaslan. Naz’ın da fotoğrafını gösterdi. Adam, gelen kızın Naz olduğunu doğruladı. “Ne kadar kaldı kız?” diye sordu.
“Amirim geldiklerinde saat 3 desen 9’da çıkmıştır kız. Oğlanla beraber gittiler. Oğlan sabaha karşı döndü.”
“Sabaha karşı mı? Emin misin?”
“Evet.”
“Peki, yanında biri var mıydı?”
“Yok, ama ondan bir saat sonra biri geldi, kendisini beklediğini falan söyledi.”
“Kim? Adını sordun mu?”
“Yok sormadım.”
Alpaslan, Seyfi’nin arkadaşının fotoğrafını gösterdi. Adam, gelenin o olmadığını söyledi.
“Sen yirmi dört saat mi çalışırsın?” diye sordu Ferdi.
“Hayır, komiserim. Bana denk geldi. Bir tane daha arkadaşımız var.”
“Onu ara bakalım,” dedi Alpaslan. “Başka gelen olmuş mu?”
Adam aradı, olumsuz cevap alıp kapattı. Son olarak da odaya hangi adla kayıt yaptırdığını sordu başkomiser, gerçek adıyla kayıt yaptırdığını, pansiyonda kimliksiz kayıt yapılmadığını öğrendi.
Sorgu bitince beraber 18 numaraya çıktılar. Resepsiyondaki yedek anahtarla kapı açıldı. Üç metre uzunluğunda, altı metre genişliğindeki odada bir metre uzunluğunda eski masa ve masanın üstünde devrilmiş eski tabure, duvarın eski tip ev lambasının yanındaki kancaya sarılmış ipin ucunda sallanan bir yetmiş boyunda, zayıf ve çıplak Seyfi’nin cansız bedeni ile karşılaştılar. Perdeler kapalıydı. Camlar da. İçeride keskin bir ölüm kokusu vardı. Pansiyon yöneticisi hemen dışarı çıktı. Alpaslan, Ferdi’ye olay yerini araması için emir verdi. Alpaslan yatağın üzerindeki Naz ve Seyfi’nin elbiselerini inceledi. Seyfi’nin gömlek cebine sıkıştırılmış kâğıdı gördü. Cemil’den eldivenlerini istedi, aldı, giydi, sonra kâğıdı cepten alıp açtı, okumaya başladı.
İlk başta intihar mektubunu anımsatıyordu, aynen şöyle yazıyordu:
“Kuzenim Naz’ın önce namusuyla oynadım, sonra canını aldım. Dayımı çok severim. Bu vicdan azabıyla yaşayamayacağım. Beni bağışlayın canım ailem. Ölümümden yalnızca şeytan sorumludur. Ona uydum.”
Alpaslan dışarıya çıktı. Olay yeri inceleme ekipleri gelene kadar peş peşe üç sigara içti.
***
Ertesi gün büroda tüm ekip beyaz duvara projeksiyon aletinden yansıtılmış vaka şemasını inceliyordu. Naz’dan Seyfi’ye ok çizilmişti, okun üstünde maktul-katil yazıyordu. Olay esnasında sorgulananların da adları alt alta yazılmıştı. Selda ifade tutanaklarını okuyordu sesli bir şekilde.
Alpaslan bu işi Seyfi’nin yapmadığına inanıyordu. Ferdi ise olayın kapandığını, hâlâ neyi tartıştıklarını düşünüyordu.
Olay yeri incelemeden bir polis Seyfi’nin odasından alınan parmak izi sonuçlarını getirdi, Alpaslan’a verip gitti. Alpaslan dosyayı açtığında büyük şaşkınlık yaşadı. Ferdi başkomiserinin şaşkınlığına şaşırmıştı. Cemil de şaşırıyordu. Ne olmuştu?
Alpaslan, “Ferdi, Cemil’i de yanına al, Selman’ı bulup getirin buraya. Naz ve Seyfi’nin katili o.”
“Emredersiniz başkomiserim,” dedi Ferdi ve Cemil ile beraber çıktılar.
“Yakup, sen de ekip al yanına, Selman’ın fotoğrafını pansiyonere göster. Bakalım tespit edebilecek mi?”
Alpaslan, Selman’ın getirilmesini beklerken bir haber de adlî hekimden geldi, telefonda bildiriyordu hekim, “Naz’ın tırnak aralarından aldığımız dokular ile Seyfi’nin DNA’sı uyuşuyor.”
Alpaslan bu haberden sonra ikilemde kaldı. Naz’ın katili Seyfi olabilirdi, Selman ise eski sevdiğini hem kirleten hem de öldüren adamı öldürerek intikam almıştı aklı sıra.
Bu sırada olay yeri inceleme ekiplerinden yeni bir rapor geldi, Seyfi’nin intihar mektubundaki yazı, Seyfi’ye ait olamazdı, çünkü Seyfi’nin cüzdanında bulunan başka bir nottaki yazı ile benzeşmiyordu. Bu durumda Seyfi’nin Selman tarafından öldürüldüğüne dair tahminleri güçlendi Alpaslan’ın.
Yarım saat sonra Selman, sorgu odasındaydı.
Alpaslan, her şeyden habersizmiş gibi odaya girdi. Selman aynı soğukkanlılıkla başkomiserin geldiğini görünce ayağa kalktı ve saygıda kusur etmedi. Alpaslan masaya bir kâğıt ve kalem koydu.
“Selman biz senden yazılı ifade almayı unutmuşuz, seni bu yüzden rahatsız ettik. Kusura bakma. İfadeni yazıp gidebilirsin,” dedi.
Selman aynı rahatlıkla yazmaya başladı, Naz’la olan son telefon görüşmelerini. İmzaladıktan sonra uzattı. Alpaslan kâğıda baktı, ilk anda odada okuduğu yazıya benzetti ancak uzmanların da görmesi için Cemil’e seslendi ve kâğıdı ona verdi.
Beş dakika kadar geçti aradan, bu zaman esnasında Alpaslan ile Selman sürekli sohbet ettiler. Selman’ı oyalıyordu, Selman, artık yolun sonuna geldiğinin farkında olarak paniklemeye başlamıştı, ama yine de iyice ipleri elden bırakmıyordu. Beşinci dakikanın sonunda odaya Yakup girdi, pansiyonerin ifadesini başkomiserin önüne koydu, adam doğrulamıştı, Seyfi öldürülmeden önce son görüştüğü kişi Selman’dı.
Her şey Selman’ın aleyhine işlemeye devam ediyordu: Selda, Seyfi’nin otopsi raporunu getirip Alpaslan’a verdi ve odada bulunan iki polis de beraber çıktı. Alpaslan otopsi raporunu inceledi, tavana asılmadan önce boğularak öldürülmüş olduğunu gördü. Tıpkı Naz gibi. Alpaslan artık emindi. Katil bulunmuştu. Doğrusu mükemmel bir cinayet tasarlamış, soğukkanlılıkla da oynamıştı.
Cemil, yazı inceleme raporunu getirdi. Selman’ın az önce yazıp imzaladığı kâğıttaki yazıyla odada bulunan yazı aynıydı.
Alpaslan masanın üstündeki tüm dosyaları Cemil’e verdi, kamerayı kapattırdı, sonra da çıkmasını söyledi.
Alpaslan, “E, Selman, yolun sonuna geldik, hadi oğlum anlat. Naz Dil ve Seyfi Karaman’ı niçin ve nasıl öldürdün?”
Selman deminden beri farkında olduğu sonun, her şeyin bittiğini numaradan şoka uğramış gibi karşıladı.
Bu anda Alpaslan hiçbir tepki vermeden, yalnızca “Anlat, bitti,” dedi.
Birden ağlamaya başladı. Başını masaya koydu ve masanın altından masaya vura vura ağladı. Ağlıyordu, “Çok sevdim amirim, hayal edemeyeceğiniz kadar sevdim,” diye bağırıyordu. Alpaslan yılların getirdiği alışkanlıkla Selman’ın kafasını bir kez kaldırdı ve masaya vurdu.
“Oğlum, madem o kadar çok sevdin, niye öldürdün?”
“Başkasının altına yattı. Kirlendi. Kirlenmiş aşka…”
Selman böylelikle Naz’ı da öldürdüğünü itiraf etmişti.
“Sus lan!” dedi Alpaslan. Ayağa kalktı ve bir kez daha vurmaya hazırlandığı sırada vazgeçti. Odadan çıktı. Kapının önünde duran Cemil’e ifadesini almasını söyledikten sonra büroya çıktı. Büronun önünde kızın babası karşıladı.
“Yeğenim değilmiş, öyle mi?”
“Yeğenini de götür, ailesine teslim et.”
“Katili buldun he mi?”
“Amca, bacını ara, oğlunun öldüğünü, ona getireceğini söyle.”
***
Alpaslan saatin ilerlemesine aldırış etmeden savcıyı özelden aradı, katilin bulunduğunu, yarın ilk iş olarak karşısına çıkartacağını söyledi ve muzaffer insan edasıyla ve içinde hâkim olamadığı çocuksu bir övünme ile savcının akşamına dair iyi dileklerde bulunup kapattı. Alpaslan, elli yaşında, çok soruşturmalar görmüş geçirmiş bir başkomiserdi. Kendi kendisine itiraf etmeyi unutmadı: Bu olay meslek hayatının en zor olayıydı. Parmak izi ve DNA gibi katili bulmada yardımcı kaynaklar olmasaydı Selman’dan nasıl şüphelenebileceklerdi? Bu olay elli yıl önce yaşansaydı sonuç belliydi: Fail-i meçhul!
Ziya’yı düşündü. Gelişen teknoloji zavallı arkadaşı için kullanılmamıştı. Soruşturma bir süre emniyet müdürü kontrolünde TEM tarafından yürütülmüş, sonra da kapatılmıştı. Alpaslan’ın soruşturmayı el altından incelediğini bilseler, muhakkak ki görevden alırlar yahut ceza verirlerdi. Masanın üzerinde duran kitabı aldı. Bu cinayet davası bir roman konusu olabilirdi. Ama her roman konusu bir cinayet davası olamazdı. Kitabın sağını, solunu, kapağını inceleyip yerine bıraktı. Masasının tam karşısındaki duvarda bulunan saatte Asayiş Şube Müdürlüğü yazıyordu. Bu yazıyı okudu. Kendisinden genç bir sürü şube müdürü vardı. Onları kıskanmadı.
Masasının üstündeki kızının fotoğrafına baktı. Özlemişti. Canı kızı. Bir an önce gelse de beraber tatile çıksalardı. Babalar kız çocuklarına düşkün olurdu, bunu biliyordu, karısı ölmeseydi de bir de oğulları olsaydı. Karısını da özlüyordu. Ama en çok evde yalnız uyuduğu için yatağın diğer tarafında var olan bir ısıyı özlüyordu. Bir kalbe dokunuşu da ara sıra özlüyordu. Evde sohbet edilmesini özlüyordu. Yeniden evlenmeyi karısına ve kızına saygısızlık olacağını düşündüğü için özlüyordu. Özlüyordu. Özlemek, beklemek kadar güzel bir fiildi belki de, belki de özlemek, beklemenin kaynağıydı, bunu düşünüyordu.
Cemil girdi. Selman’ın ifade tutanağını Alpaslan’a uzattı. Alpaslan, gerildiği sandalyesinde düzeldi ve kâğıdı aldı. Cemil izin alarak çıktı.
Alpaslan masanın üzerine koydu kâğıdı. Okumaya başladı.
“Çok kez yalvardım. Her seferinde beni reddetti. O kadar iyi bir insandı ki, onun her davranışını ben yanlış anlıyor, kendi kendime umutlanıyordum. Sonra yine yalvarıyordum, yine reddediyordu. Buna rağmen ben selâm verince, cevap veriyor, konuşuyordu. Hani biliyorsunuz komiserim, bazı insanlar, kendilerini seven insanlara düşman olurlar ya, Naz iyi bir kızdı, kadir kıymet bilirdi. Keşke bilmeseydi.
Bana kuzenini anlattı. Ben de o zaman ona bir teklif yaptım, ‘Bana bir kız ayarla, senden vazgeçeyim,’ dedim. Güldü. Ondan vazgeçmeyeceğimi biliyordu. ‘Gülme,’ dedim, ‘ben ciddiyim.’ Bana kız gösteriyordu. Kaşımı, gözümü, kirpiğimi, ellerimi, parmaklarımı övüyordu, ama yine de sevmiyordu. Kızları gösteriyordu, ben ‘Olmaz,’ diyordum.
Sonra bir gün kuzeninin geleceğini, sınavlardan fırsat bulduğu bir gün onunla beraber zaman geçireceğini söyledi. Tabii ona karşı memnuniyetle karşıladım. Ama içim! ‘Kuzeninle beni tanıştırır mısın?’ dedim. Tanıştıracağını söyledi. Benden kuzenine pansiyon bulmamı istedi. Buldum.
Hani son kez benimle konuşmuştu ya? İşte biz o gün buluştuk onunla. Bana geldi. Bana gelmesine o karışmamış. Bir insan aşkını, nasıl bir erkeğin evine yollar?
Geldi. Bir hâller olduğunu anladım. Zorladım. Anlattırdım: Onunla birlikte olmuşlar! Bir de öyle bir şekilde anlatıyordu ki, görmeniz gerekir. Kan beynime sıçradı! Cinnet geçirdim. Saldırdım. Bağırmaya başladı, bağırmasın diye de ellerimle ağzını kapattım. Ama bilemedim ben. Hareketsiz kaldı. Korktum. Hemen bir halıya sardım ve plaja götürdüm. Çok ağırlaşmıştı. Ama yine de taşıdım. Çok yürüdüm. Arabam yoktu, taksici bir ton soru soracaktı. Yürüdüm işte. Sonra bir sandalın içinde sardığım halıyı açtım. İz bırakmamak için de kıyafetlerini aldım. Çırılçıplaktı. O an neler yapmak istemedim. Parçalamak! Kesmek! Ama aşkım, izin vermedi.
Hava aydınlanıyordu. Pansiyona gidip onu da ortadan kaldırmak istedim. Gittiğimde iyice aydınlanmıştı hava. Çıktım. Kapıyı açtı. Kendimi tanıttım, Naz bahsetmiş benden, zaten beni merak ediyormuş, tanışacağı anı bekliyormuş. Oturduk, konuştuk. Bahar günü niçin eldiven taktığımı sordu: Elimde eldiven vardı, iz bırakmamak için. Israr etti, çıkarttım. Naz’ın elbiselerini bir çantada saklıyordum. Çantamı yanımdan almak istediği an saldırdım. Aynı şekilde boğdum. Sonra intihar süsü vermek için odada şans eseri bulduğum ipi kancaya geçirdim. İnanın çok zor oldu. Masanın üstüne çıkarttım, oraya astım. İntihar ettiğine inanın diye de mektup yazdım. Şimdi anımsıyorum da, eldiven yoktu elimde. B vitamini eksik bende. Unutuyorum işte arada böyle. Beni bu şekilde yakaladınız değil mi?”
Alpaslan ifade tutanağını imzaladı. Odadan çıktı, polisler hâlâ oturuyordu.
“Adam hiç tanımadığı birine otel ayarlamış,” dedi Alpaslan. “Burada mı bu adam?” diye sordu.
“Burada başkomiserim,” diye yanıtladı Cemil.
Alpaslan, Selman’ı nezarethanede buldu.
“Sen bu adamı hiç görmedin mi daha önce, Seyfi’yi.”
Selman kederle kalktı sıradan. Alpaslan Başkomiser’e doğru yaklaştı. Kederli kederli “Yok,” dedi.
“E o zaman nasıl otel ayarladın? Hem pansiyoncu seni sadece sabah geldiğinde görmüş.”
“Telefonla aramıştım, oda olup olmadığını sormuştum.”
Alpaslan’ın kafasında artık her şey tamamdı. Bütün sorular cevaplanmıştı. Nefretle baktı Selman’a. Eskiden olsa, iyice döverdi, şimdi yaptırmıyorlar. Elleri ceplerinde büroya kadar yürüdü.
Ferdi, “Başkomiserim, benim anlamadığım bir şey var,” dedi.
Alpaslan gülümsedi: “Neymiş?”
“Bu Seyfi, neden kendini Ali İhsan olarak tanıttı?”
Ciddileşti, demek tüm sorular cevaplanmamıştı. Sahi, niçin? Bilmiyordu. Kendisinden yanıt bekleyen komisere, “Yaşasaydı öğrenecektik. Bunu bir tek o biliyordu,” dedi.