Çilli kolları nemle yapış yapış, otuzlarına göz kırpan, dolgun dudaklı, güzel yüzlü bir kadın mahzenden bozma barın kapısından girdi. Dağınık kızıl saçlarını başının üstünde bir paket lastiği ile toplamıştı. İçerideki serin hava, çıplak omuzlarını ürpertti. Kaçamak içilen sigaraların dumanlarına karışmış serin, rutubetli kokuyu derhal hissetti. Kalbi garip; korkuya benzer bir duyguyla sıkıştı. Kapıda durup salona baktı. İçerisi loş ve pusluydu. Gece daha yeni başladığı için masaların büyük bir kısmı boştu. İlerideki kuytuluklarda, taş duvarların diplerinde birkaç kişiyi seçebildi. Tedirgin adımlarla yürürken, tehlikeyi çağıran ilk anî harekette pır diye uçup kaçacak ürkek bir serçeye benziyordu. İlk gördüğü masaya oturdu; duvar dibine çekildi. Yaslandı serin taşa. Mahzenin derinlerinden gelen oldukça yumuşak, eski bir Blues şarkısının sesi tedirgin duygularını yatıştırdı. Etrafta başka bir ses duyulmuyordu; salona garip bir sessizlik çökmüştü.
Nereden çıktığını anlamadığı garson, üstünde birkaç şarap kupasının olduğu tepsiyle yanında bitiverdi. Toprak kupalardan birini masaya bıraktı. Kadın kafasını kaldırıp adama baktı; garson yanında dikilmeye devam ediyordu:
“Ücretleri peşin alıyoruz,” dedi bunu açıklamaktan bıktığını belli eden bir ifadeyle.
Kadın heybesini boynundan çıkardı. Karıştırdı. Tütün paketini çıkardı. Garsona gösterdi.
“İçebiliyor muyuz?”
Garson gözlerini hızlıca yumup açtı. Kadın gözlüğünü, model bıçağını, çakmağını, Kapadokya rehber kitabını, cep telefonuyla kulaklığını arka arkaya çıkarıp sıraladı masaya. En sonunda buldu cüzdanı.
“Sekiz lira,” dedi garson.
Kadın, cüzdanından çıkardığı on lirayı uzattı garsona. Adam, parayı aldı:
“Üstünü getiriyorum,” dedi, arkasını dönüp uzaklaştı.
Kadın tütün paketi, çakmak ve sarma kâğıdı hariç, çıkardığı her şeyi tekrar heybeye attı. Tabakasından bir kâğıt çekti. Sağ elinin avucuna yerleştirip tütün paketini açtı. İçinden çektiği bir tutam tütünü kâğıdın üstüne incecik yaydı, küçük hareketlerle tütünü sıkıştırdı, kâğıdı iki elinin parmakları arasında yuvarladı. İncecik sardığı sigarayı kaldırdı. Dilini kâğıda yaklaştırmıştı ki, önündeki masada oturan adamın ona baktığını fark etti. Adam masanın üstündeki kupayı kaldırırken gülümsedi.
Adamın gözlerindeki ürkütücü bir ışık, sıçrayıp kadının gözlerine atladı. Mahzenin karanlığında kısa bir an ikisinin gözleri de aynı anda parladı. Adamın yüzü tanıdık geldi kadına; sanki daha önce başka bir yerde görmüştü. Hatırlamaya çalıştı. Başını hafifçe eğerek aldı adamın selamını. Gözlerini kaçırdı. Hatırlayamamıştı, sinir oldu kendine. Kapıya doğru bakarak, sigara kâğıdını ıslattı diliyle, yapıştırıp çakmağıyla yaktı.
Karşıda oturan adam da önündeki paketten çıkardığı sigarayı içmeye başlamıştı. Kısacık kesilmiş saçları simsiyahtı. Orta yaşa adım atmış ama gençliğine veda edememiş bir hâli vardı. Bakışları karşılaştı yeniden. Kadını tanıyor gibi bakıyordu adam da.
Tedirginliği artıyordu kadının. Hatırlayamıyordu bir türlü. Belki de birine benzetmişti. Bu düşünce rahatlattı onu. Kafasına takmaması en iyisiydi.
Adam gözlerini kadına dikmiş bakarken, birdenbire konuştu.
“Ne zaman bitti atölye?”
“Anlamadım?”
“Atölye ne zaman bitti?”
“Ha!” dedi kadın. Şaşkın şaşkın baktı. “Sekizi geçiyordu…Sekiz buçuğa doğru…”
Kadının kafasında, geçmişte kalan o kısa an aydınlanıverdi; adamı kesinlikle daha önce görmüştü. Artık emindi. Büyük ihtimalle atölyede görmüştü.
“Pardon…Sizi çıkaramadım. Bugün atölyede miydiniz?”
“Değildim,” dedi adam. “Ben üniversitede çalışmıyorum.”
“Öyle mi? Atölyeden haberiniz olunca ben de…”
“Burası küçük yer,” diyerek sözünü kesti adam. “Atölyelerden herkesin haberi olur.”
“Benim atölyeden olduğumu nereden haber aldınız peki?” diye alayla sordu kadın. Gıcık olmuştu adama.
Adam, kupasını kaldırıp ağzına götürdü; gözlerini kadından ayırmadan bir yudum aldı. Şarabın bordosu ışıldadı. Eliyle gösterdi. Kadın eğilip adamın gösterdiği yere baktı. Atölye katılım kartı hâlâ boynundaydı. Utançtan kulaklarının yandığını hissetti. Telaşla kimliği çıkardı, heybenin üstüne fırlatıp adama mahcup mahcup baktı.
Eski, soluk yeşil renkte bir tişört giymişti adam, karın kısmına kil bulaşmıştı.
“Siz de… Heykeltıraş mısınız?”
“Pek sayılmaz,” dedi adam. “Piyasa işleri yapıyorum. Turistik eşya…” Sigarasından bir nefes çekti. “Çömlekçiyim yani.”
Kadın, hafifçe başını sallayıp gülümsedi, kupasından bir yudum aldı. Soğuk şarap genzini yakarak midesine indi. Kapıya, sonra saatine baktı. Adam onu izlemeyi sürdürüyordu, kadın bakınca başını önüne eğdi. Kadın kapıya dikti gözlerini tekrar. İçinden ona kadar sayıp İhsan’ın içeri girmesini diledi. Ne zaman böyle dilese ikiletmeden gerçek olurdu. Hiç şaşmazdı.
İhsan kapıdaydı işte. Kadın hazırda bekleyen elini kaldırdı.
“İhsan!”
İhsan sesin geldiği tarafa döndü. Kadın yumuşacık fısıldadı.
“Buradayım!”
İhsan, kendisine doğru yürürken kadın ayağa kalktı, kolunu İhsan’ın beline dolayıp yanağından öptü. Oturdular. İhsan, masadaki kupadan bir yudum aldı.
“Mmm… Güzelmiş,” dedi dudaklarını yalayarak. Gözleriyle garsonu aradı. “Bir tane daha isteyelim.”
“Seninki gelene kadar bunu beraber içelim,” dedi kadın.
İhsan, kadının yanağında gezdirdi ellerini, sonra boynunu sertçe okşadı. Kadın İhsan’ın elini tutup boğazına bastırdı. Göğüslerinin arasından karnına doğru bıçak gibi, ürpertici bir coşkunun aktığını hissetti. İhsan, kadehinden bir yudum aldı, yutmadan kadına döndü. Arzuyla aralanmış dudaklarını öperken ağzında tuttuğu yudumu onun ağzına boşalttı. İkisi birden aynı anda yutkunup, dilleriyle birbirlerinin dudaklarını yaladılar. İhsan, garsona seslenmek üzere döndü. O sırada tam karşıda oturan adamı fark etti. Adamın yüzünü bir yerlerden hatırlıyordu sanki. Adamın yüzünü tanır tanımaz:
“Aaaaa!” deyip fırladı İhsan.
Karşı masadaki adam gözlerini kısarak baktı İhsan’a.
“Bir bakışta tanıdın beni.”
İhsan ona doğru yürüdü.
“Hocam!” dedi heyecanla. “Sizi nasıl tanımam!”
Adam, İhsan’ın uzattığı eli sıktı. İhsan, iki eliyle tutup muhabbetle salladı adamın elini. Adam, sıkıldığını belli edip, çekti elini.
“Hiç değişmemişsiniz.” Kadına dönüp gel etti.
Kadın, yerinden kalktı. Yaklaştı. İhsan kolunu kadının beline doladı.
“Yeşimciğim; bu Bey… Cemal Hoca. On…Ya da on iki yıldır…Değil mi hocam? Kaç yıl oldu görüşmeyeli?”
“Bilmem. Hatırlamıyorum,” dedi Cemal.
“Yeşimciğim; Cemal Hoca, bizim bölümden.”
“Bölümdeydim!..” diye düzeltti Cemal, dudaklarını çarpıtarak alaylı alaylı gülümsedi.
“Bölümden…di!” diye tekrar etti İhsan gülerek. Yeşim’in sırtına dokundu.
“Hocam, Yeşim de bölümde asistan.”
“Boynundaki karttan tahmin etmiştim,” dedi Cemal.
Yalandan gülümsedi Yeşim.
“Atölye katılım kartını çıkarmayı unutmuşum da… Cemal… Cemal Hoca fark etmiş.”
İhsan güldü.
“O zaman tanıştınız siz…”
“Hayır, tanışmadık,” dedi Cemal. Yeşim’e elini uzattı.
“Memnun oldum.”
Yeşim, Cemal’in elini tuttu. Avucuna tuhaf bir sıcaklık yayıldı. Cemal hafifçe sıkıp bıraktı Yeşim’in elini.
“Ayakta kaldınız. Oturmaz mıydınız?”
Yeşim, diğer masada kalan heybesine uzandı. Masanın üstündeki tütün paketiyle, çakmak ve sarma kâğıdını topladı. İhsan, masadaki şarap kadehini aldı, İhsan, Yeşim’in sandalyesini tuttu. Yeşim, Cemal’in karşısına, İhsan da Yeşim’in yanındaki sandalyeye oturdu. İhsan, kadehi Yeşim’in önüne, masanın üstüne bıraktı.
“Sizinle karşılaştığımıza çok sevindim hocam,” dedi İhsan. “Gerçekten hiç değişmemişsiniz. En son gördüğüm halinizde donup kalmışsınız!”
Cemal’in yüzünde sırıtır gibi bir ifade belirdi. Birden karnından inildemeye benzer bir guruldama sesi geldi. Yüzünü buruşturdu. Elini midesine götürdü.
“Affedersiniz,” dedi sırıtmaya devam ederek. “Bazen midem benimle aynı fikirde olmuyor.”
“Önemli değil Hocam,” dedi İhsan. Merakla atıldı: “Ne yapıyorsunuz şimdi? Neredesiniz?”
Kollarını iki yana açtı Cemal.
“Buradayım işte,” dedi. Şarap kadehine uzandı.
“Burada mı yaşıyorsunuz?”
“Evet,” dedi Cemal, kadehinden bir yudum aldı. Yutarken midesinden yine bir guruldama sesi geldi.
“Heykel yapıyor musunuz?” diye sordu İhsan.
Cemal elini midesine bastırdı.
“Ne heykeli?” dedi sinirli sinirli gülerek.
“Çalışmıyor musunuz artık?”
“Hayır, çalışıyorum. Çömlekçilik yapıyorum.”
“Öyle miii? Harika! Atölyeniz nerede?”
“Birkaç yüz metre ileride. Arkadaki sokakların birinde.”
“Hem de merkezde!” dedi İhsan göz kırparak. “Asistana ihtiyacınız var mı?”
“Var iki çırağım,” dedi Cemal. “Sağ ol. İhtiyacım olursa ararım.” Alaylı alaylı ekledi. “Bölümde rahat değil misin yoksa?”
“Yok hocam, rahatım tabii! Ama…Sizinle çalıştığımız günleri…”
Elini kaldırıp sözünü kesti Cemal. İhsan sustu.
Bir sessizlik oldu. Cemal eliyle karnını ovuştururken gergin görünüyordu. İhsan daha fazla dayanamadı sessizliğe.
“Çömleklerinizi görmek isterim. Eğer bir sakıncası yoksa…”
“Yok canım, ne sakıncası olacak?” dedi Cemal. Elini karnından çekti. “Ama yaptıklarım pek matah şeyler değil. Piyasa işleri işte…Yavaş yavaş da bırakıyorum benim çıraklara, onlar hallediyor.” Sıkıntıyla yüzünü buruşturdu. “Biraz da başkaları yapsın. Yoruldum artık.”
Kısa bir an durdu, birdenbire, “İzninizle kalkacağım ben,” dedi. “Atölyede bir şey unuttum da…Uğramam gerekiyor.”
İhsan’a, sonra Yeşim’e baktı. “İsterseniz orada devam edelim sohbete. Size şarap ikram edeyim. Hem benimkiler bedava.”
“Şarap mı yapıyorsunuz?”
“Kendime yetecek kadar. Arkadaşlarla içmek için.”
İhsan’ın gitmek için can attığı belliydi. Yeşim’e döndü. Yeşim gözleriyle, “Sen nasıl istersen, benim için fark etmez,” dedi.
Garson, elinde dolu bir tepsiyle yaklaşıp masaya iki lirayı bıraktı.
İhsan, garsona “Kalkıyoruz,” dedi. Garson uzaklaştı. İhsan, Cemal’e döndü: “Büyük bir zevkle kabul ediyoruz davetinizi. Hem bu arada çömlekleri de görürüz.”
Bir kahkaha attı Cemal. “İnandıramadım seni galiba. Görünce hayal kırıklığına uğrama diye söylüyorum. Gerçekten kötü yola düştüm ben. Piyasaya çalışıyorum.”
“Olsun Hocam, iş iştir. Bakarsınız ben de girişirim.”
“Aman girişme. Seninle de rakip olmak istemem,” dedi Cemal şaka yaptığını belli ederek. “Bana iki dakika izin verin. Bir su döküp geleyim.” Kalktı, hafifçe sendeleyerek koridorun ucuna yürüdü.
İhsan arkasından bakarken, Yeşim’in kadehini alıp, bir yudum daha içti. “Vay be! Cemal hoca!” dedi. “Hiç aklıma gelmezdi burada karşılaşacağımız.” Dudaklarını yaladı. “Şarap güzelmiş.”
“Ben de beğendim.” dedi Yeşim. “Eee, kim bu Cemal…Hoca?”
“Ya, hiç sorma!” dedi İhsan bağırarak. Sesini alçalttı sonra. “Efsaneydi, efsane! Birdenbire ortadan kayboldu.”
“Ortadan mı kayboldu? Nasıl yani?”
“Kayboldu işte! Aniden! Kimseye haber vermeden. Her yerde aradılar, kimse bilemedi nerede olduğunu.”
“Çok ilginç!”
“Evet, çok tuhaf gelmişti bana da.” Gözleri uzaklara daldı. “Gerçi ondan da bu beklenirdi.”
“O ne demek?”
“Esrarengiz bir adamdı. Tekinsiz bir tarafı vardı. Çeşitli rivayetler dolanırdı hakkında.
Delice şeyler yapardı bazen.”
“Nasıl yani?” dedi Yeşim. Sırtından bir ürperti geçti birden. Omuzlarını kaldırıp titredi.
“Yok canım, öyle korkulacak şeyler değil. Mesela bir gün, durup dururken birden, atölyesinden sesler gelmeye başlamış.”
“Ne sesleri?”
“Bağırmalar, feryatlar filan.”
“Eee?”
“Duyanlar koşmuşlar ne oluyor diye. Bir bakmışlar hoca, tamamladığı bir büste sarılmış, salya sümük ağlıyormuş.”
“Niye?”
“Kimse önemsemedi. Onun bu hallerine alışmıştık. Ayrıca çok da çapkındı. Bir tür Kazanova. Bölümdeki öğrencilere de takılmıştı tek tük. Kiminle ilişkiye başlasa, kız bir süre sonra ortadan kayboldu.”
“Hadi canım! Ne oldu?”
“O kadarını bilmiyorum. Biri bölümden ayrılıp başka bölüme geçiş yapmış, bir başkası okulu bırakmış…Ama kızları bir daha gören olmadı. Herkes bir şey söyledi. Geçmiş gün, çok net hatırlamıyorum.”
Hevesi kaçmıştı İhsan’ın, bu konuya daha fazla devam etmek istemediği belliydi.
“Ben çok hayrandım ona. İşinde çok ustaydı. İşleri kusursuzdu. Gözlerimi ayıramazdım, büyülenirdim. Bir ara Dali gibi uzatmıştı bıyıklarını.” Güldü. “Dedim ya, çatlaktı biraz.”
“Ay yoksa…” diye atıldı Yeşim. Bir an durdu. “Anladım, anladım!” dedi. “Bıyık deyince… Geliverdi gözlerimin önüne. Bölüme başladığımda anlatmışlardı. Şu meşhur hoca buuuu! Şu “Törkiş Deeli” dedikleri.”
“Ta kendisi! Bölümden ayrıldı, nereye gittiğini kimseye söylemedi. Sevgililerine benzedi sonu. Sırra kadem bastı anlayacağın. Kimi ‘Kafayı yemiş, hastanede yatıyormuş’ dedi. Kimi, ‘Yurtdışına gitmiş.’ Bir süre sonra herkes ilgisini kaybetti. Kimse konuşmaz oldu. Konu kapandı, bir daha lafı edilmedi… Kırk yıl düşünsem aklıma gelmezdi. Demek buraya yerleşmiş, ha!”
“Öğrenciyken de çok parlakmış, değil mi? Bir sürü ödül almış. Yurtdışında sergilere katılmış.”
“Evet, yaptığı işler çok iyiydi. Özellikle büstleri muhteşemdi. Öyle canlılardı ki, görsen nefes alıyor sanırdın. Hepsini parçalamış güya.”
“Parçalamış mı?” diye hayretle fısıldadı Yeşim.
“Evet! Öyle dediler ama aslı var mı bilmiyorum. Doğruysa çok üzülürüm. Ayrılırken beraberinde götürmüş de olabilir. Ama bölümden bir şey çıkarttığını gören olmamış. O gittikten sonra kapıyı kırıp odasına girmişler. Hiçbir şey bulamamışlar. Arkasında ne bir iz ne bir nefes bırakmış…Sonra…”
“Haydi bakalım gençler!” diye seslendi koridordan Cemal. İhsan, toparlandı.
Yeşim, “Duymuş mudur,” der gibi baktı İhsan’a.
İhsan, “Rahat ol” dedi bakışlarıyla. Cemal’e döndü. “Geldik!” diye seslendi.
Kalktılar. Dışarı çıkıp yürümeye başladılar. Sokakta, hafif bir rüzgâr vardı. Hava, temiz ve dumansız, sokak sessiz, boş ve karanlıktı. Yan yana yürümeye başladılar. Cemal sağa sola yalpalayarak, her an devrilecekmiş gibi yürüyordu. Birden ikisinin önüne geçti, sokağın köşesine gelince sola döndü. İhsan, Yeşim’in elini yakaladı, kendine çekti. İki parmağını hafifçe sıktı. Yeşim, parmaklarını geçirdi İhsan’ın parmaklarına. Paralel iki sokak geçtiler.
Tahta kapısı örtülmüş bir taş yapının önünde durdu Cemal.
“Burası,” dedi. Kapıyı itti. Gıcırdayarak açıldı kapı. Eliyle kapıyı tuttu.
“Buyurun.”
Yeşim; arkasından İhsan girdi içeri. Cemal kapıyı çekti, içeri girdikten sonra kapattı. Kapı ağır bir gıcırtıyla kapandı.
Küçük taşlarla döşeli avlunun ortasında, üzeri tahta bir kapakla örtülü bir kuyu vardı. Kapının tam karşısında merdivenler yukarıya, taş binanın üstünde bir odaya çıkıyordu. Merdivenlerin altına büyük bir oyuk açılmıştı.
“Hoş geldiniz inime!” dedi Cemal.
İhsan ve Yeşim kahkahalarla güldüler.
“Gülmeyin!” dedi Cemal. “Doğru söylüyorum, gerçekten inmiş burası eskiden. Ayı ini.” Şaşkın bakışları fark edince o da güldü.
“İsterseniz odaya geçelim,” dedi. Oyuktan girdi. İhsan, Yeşim’in elini tuttu. Girerlerken ışık yandı.
İçerisi oldukça küçüktü. Duvar diplerinde kurulmuş tahta tezgâh üzerine çömlekler, toprak kaplar ve bardaklar sıralanmıştı. Kapının arkasındaki bölüm oturma odası olarak düzenlenmişti. Büyükçe deri bir kanepenin üzerinde birkaç yastık ve katlanmış yün bir battaniye duruyordu. Pencere önünde bir masa ve üzerinde bir diz üstü bilgisayar vardı. Birkaç kitap duruyordu bilgisayarın yanında, biri açık olarak bırakılmış, üstünde bir tirbuşon konmuştu. Kapının karşısında, duvar dibinde küçük bir tabure, üzerinde bir önlük ve önünde bir çömlek çarkı durmaktaydı. Arka duvarda küçük bir tahta kapı vardı.
“Siz rahatınıza bakın. Ben şarabı çıkarayım,” dedi Cemal. Kapıyı açıp, merdivenlere doğru yürüdü. Kapıyı açarken kısa bir an Yeşim’e baktı. Başını çevirip kayboldu.
Yeşim’in içinde, bir şey hatırlamış gibi, tuhaf bir duygu canlandı; ama çok sürmeden kayboldu.
Yeşim kanepeye oturdu. İhsan tezgâha dizilmiş çömleklere baktı.
“Bunların hiçbirini hoca yapmamıştır bence.”
“İşleri çıraklara bıraktım dedi ya barda.”
“Heykeli bırakmış ha!” dedi İhsan. Etrafına baktı. “Gerçekten bırakmış. İnanılır gibi değil.” Gelip Yeşim’in yanına oturdu. Elini tuttu. “Sıkıldın mı?” Gözlerini kısarak baktı Yeşim’e. “Oooo, ellerin buz gibi olmuş!”
“Ya, evet. Soğuk burası,” dedi Yeşim.
“Şaraplarımızı bitirince kalkarız,” dedi İhsan. Ellerini tutup öptü Yeşim’in. İki avucu arasında alıp nefesini üfledi. Tahta merdivenlerin gıcırtısıyla toparlandılar.
Cemal, elinde bir şarap şişesiyle göründü. Şişeyi masanın üstüne koydu. Tezgâhtan üç tane toprak kadeh seçti. İhsan ve Yeşim’e göstererek:
“Sahiplerini buldular,” dedi. “Bunlar sizin. Giderken götürürsünüz.”
“Ne güzel hediye,” dedi Yeşim. “Teşekkür ederiz.”
“Size özel bir şey değil,” dedi Cemal, teşekkürden sıkılmış gibi. “Benim inde gelenektir. Şarabı içen, kadehini götürür.” Kitabın üstünde duran tirbuşonu alıp, şişenin mantarını çıkardı, kadehleri doldurdu. Birini Yeşim’e uzattı. “Sormadım ama kırmızı şarap çıkardım size” İkinci kadehi İhsan’a verdi.
“Diğer şarapların tadına da başka zaman bakarız,” dedi İhsan kadehi alırken.
“Önce bunu için de. Bakalım beğenecek misiniz?” dedi Cemal. Kadehini havaya kaldırdı. “Hoş geldiniz!” Kafasına dikti kadehi. Şişeye uzanıp aldı, tekrar doldurdu.
Yeşim ve İhsan, birbirlerine bakıp gülümsediler. Kadehlerini kaldırdılar. “Hoş bulduk!” dediler aynı anda.
Yeşim şarabı ağzının içinde dolaştırıp, damağına doğru iterek yokladı. Sonra hafifçe yutkundu. Küçük yudumlarla ağır ağır içti şarabı.
“Mmm… Gerçekten çok iyi.”
“Geçen yıldan kalan şişelerden bu,” dedi Cemal. İhsan’a bakarak dil çıkarttı.
“Ağır misafirler için saklıyordum.”
İhsan, kadehini kaldırdı. Bir yudum aldı. “Ben de çok beğendim. Ne güzel oldu karşılaşmamız. Ne iyi yapmışsınız buraya yerleşmekle.”
“İyi mi?” dedi Cemal kızmış gibi.
İhsan, anlam veremedi bu çıkışa.
“Evet, çok iyi yapmışsınız.” Göz ucuyla Yeşim’e baktı. Tedirgin görünüyordu Yeşim.
“O zaman bana içelim,” dedi Cemal. Sakinleşmişti birden. Kaldırdı kadehini. Bir dikişte bitirdi içindekini.
“Artık kalksak…” dedi Yeşim. “Yarın atölyede işler yoğun.”
“Olur, tatlım,” dedi İhsan. Cemal’e döndü. “Hocam, biz artık kalkalım. Yarın atölyeye uğrayın isterseniz.”
“Uygun değilim!” dedi Cemal sertçe.
“O zaman, gitmeden görüşürüz bir ara…” dedi İhsan.
“Durun!” diye atıldı Cemal. İhsan, tuhaf tuhaf baktı. Cemal çabucak ayağa kalktı; ama her an yıkılacak gibiydi. “Size bir şey vereceğim,” dedi. “Bekleyin; iki dakika sonra geliyorum.”
Sendeleyerek arka duvardaki tahta kapıya gitti. Açarken, kapı inler gibi gıcırdadı. Yeşim ürperdi birden. Cemal dönüp Yeşim’in gözlerinin içine baktı. Sanki açık bir davet vardı; “Sen de gel benimle,” der gibi. Yeşim birden hatırlayıverdi.
O sabah atölyede çalışırken, arkasındaki pencerenin kenarında, sokakta, kaldırımda durup içeriyi seyreden bir adamın yanı başında, taş zeminde uzayıp giden gölgesini fark etmişti önce. Sonra karşı duvardaki aynadan görmüştü yüzünü. Aynadan gördüğü adamın yüzünde de bu ifade vardı; açıkça onu çağıran bu ifade. Adama arkası dönük olduğu halde, saatlerdir onu izlediğini anlamıştı. O anda birdenbire kaybolmuştu adam.
Yeşim, bütün gün süren tedirginliğinin nedenini çözüverdi. Kıpırdandı, İhsan’a baktı. Cemal, bu bakışı kaçırmadı. İhsan’a döndü, parmağını havaya kaldırarak uyardı:
“Sakın gitmeyin, geliyorum.” Kapıdan girip kayboldu. Kapı arkasından ince bir gıcırtıyla kapandı.
İhsan, Yeşim’in yanına geldi. Oturup ellerinden tuttu. Buz kesmişti parmakları. “Donmuşsun sen!” dedi.
“Evet” dedi Yeşim. “Çok üşüdüm.”
“Cemal Hoca gelsin de,” dedi İhsan.
Yeşim İhsan’a o sabah olanlardan bahsetmeyi istedi önce. Ama emin olamıyordu. Hem Cemal her an geri dönebilirdi. En iyisi otele dönünce anlatmaktı. Belki de hiç anlatmazdı.
“Gidelim! Şimdi gidelim!”
“Tamam tatlım. Adam bir gelsin önce, gideriz, söz!”
“Ne verecek acaba?”
“Bilmiyorum,” dedi İhsan. Yeşim’in ellerini elleri arasına aldı, sıcak nefesini üfledi tekrar.
Bir çarpma sesi geldi birden.
“Hiii!” diye sıçradı Yeşim. “Ne oldu?”
“Korkma!”
“Neydi o ses? Nereden geldi?”
“Bilmem!”
“Aşağıdan geldi sanki,” dedi Yeşim. “Cemal!” dedi korkuyla. “Cemal Hoca’ya bir şey mi oldu yoksa?”
“Olabilir valla. Zaten zor duruyordu ayakta,” dedi İhsan.
“Gidip bakalım.”
“Sen burada bekle,” dedi İhsan.
“Ben hayatta burada tek başıma kalamam. Seninle geleceğim.”
“Tamam, gel o zaman,” dedi İhsan. Bir an durdu. İşaret parmağını kaldırdı havaya. “Ama sakin ol.”
“Sakinim ben, merak etme,” dedi Yeşim. Parmağını tutup indirdi İhsan’ın.
Ayağa kalkıp tahta kapıya koştular. Yeşim, İhsan’ın tişörtüne yapışmıştı. İhsan, tahta kapıyı açtı. Kapı açılırken gıcırdadı yine. Aşağıya baktılar. Tahta merdivenler dik bir şekilde iniyordu aşağıya.
İhsan adımını atıp “İnerken dikkat et,” dedi Yeşim’e. “Bana tutun.”
İhsan, birkaç adım inip Yeşim’in ellerinden tuttu. Yavaş yavaş indiler. Aşağıda küçük bir oda vardı. Ucundan ileriye doğru alçak tavanlı bir koridor uzanıyordu. Koridorun duvarında küçük, sarı ışıklı bir ampul yanıyordu, ilerisi karanlıktı.
İhsan etrafına baktı. “Burada bir şey görünmüyor,” dedi. “Gel, şu tarafa bakalım.”
“Biz niye onunla inmedik ki,” dedi Yeşim. “Kim bilir nereye düştü? İşin yoksa bul.”
“Buluruz şimdi merak etme. Baksana, küçücük yer burası.”
El ele tutuşup koridorda ilerlediler. Koridor sola kıvrılıyor, giderek darlaşıyor, tavan da alçalıyordu. Yeşim, nefesinin yetmemeye başladığını hissediyordu. Işık azalıyordu, iyice karanlık olmuştu koridor. Durdu Yeşim.
“Ne oldu?”
“Işık çok az. Cep telefonumun ışığını açacağım.” Telefonunu çıkarıp ışığını açtı.
“İyi fikir,” dedi İhsan. “Dur, ben de açayım.” Pantolonun cebinden çıkardı telefonu. Işığını açtı, ileriye doğru tuttu. Telefonlarını başlarının üzerine kaldırdılar.
“İşte orada!” diye bağırdı Yeşim.
Cemal, biraz ileride yüzükoyun yatıyordu.
“Sakin ol!” dedi İhsan. Onun da sesi titriyordu.
“Sakinim,” dedi Yeşim. “Asıl sen sakin ol!”
Yavaşça Cemal’in yanına gittiler. Yerde, Cemal’in kafasına doğru bir kırmızılık yayılmıştı.
“Nabzına baksana!” dedi Yeşim.
İhsan Cemal’in bileğini yakaladı. Bir an durdu. Sonra hızla çevirip bedenini, boynunu tuttu. Eğilip dinledi. Kafasını kaldırıp Yeşim’e baktı. Sinirli, kısa bir kahkaha attı. “Yaşıyor! Sadece sızmış.”
Yeşim de katıldı İhsan’ın gülüşüne.
İhsan eğildi. Kırmızı sıvıya dokundu. “Soğuk bu. Kan değil.” Eline sert, keskin bir şey değdi. Alıp baktı; bir cam kırığıydı. Telefonun ışığını Cemal’in üzerine doğru tuttu. Cemal’in elinde kalan şişenin ucunu ve mantarı gördü. “Düşünce elindeki şişe kırılmış.”
“Bize şarap verecekmiş demek,” dedi Yeşim. “Yine de iyice bakalım. Şişe bir yerini kesmiş olmasın.”
“Önce buradan çıkaralım.”
“Nasıl çıkaracağız?”
Telefonlarının ışığında koridora baktılar. Biraz ileride küçük bir kapı görünüyordu. İhsan kapıya doğru birkaç adım attı.
“Nereye gidiyorsun?” diye sordu Yeşim telaşla.
“Şuraya bakacağım,” dedi İhsan.
Yeşim de İhsan’ın yanına gitti. Kapıyı açıp baktılar. İhsan bir adım atıp içeri girdi. Telefonuyla tarayıp duvardaki elektrik düğmesini buldu, açtı. İçerisi şaşılacak kadar geniş ve tavanı yüksek bir odaydı. Duvarlarda sıra halinde oyulmuş, oyuklara yan yatırılmış şarap şişeleri dizilmişti.
“Şarap mahzeni mi burası?” dedi Yeşim.
“Evet!” dedi İhsan.
“Hadi çıkalım. Cemal’i… Hocayı kaldırmamız lazım oradan.”
“Tamam, çıkalım,” dedi İhsan. Mahzenin duvarlarında geziniyordu gözleri.
“Ne arıyorsun?”
“Hiç!”
“Başka bir çıkış var mı diye bakıyorsun, değil mi?”
“Yoo, hayır!” dedi İhsan. Aklı başka bir yerdeydi. Mahzenin gerisindeki dehlize baktı. “Başka çıkış olduğunu sanmıyorum. Mecburen geldiğimiz merdivenlerden çıkacağız yukarı.”
“Çıkalım o zaman.”
Geri döndüler. Cemal, hiç kıpırdamadan yatıyordu düştüğü yerde.
İhsan cep telefonunu Yeşim’e verdi. Cemal’in yanına çömeldi. Avucunu açıp kırık şişeyi elinden aldı. Duvar kenarına koydu. Cemal’i kollarından tutup kaldırdı. Başını omzuna yerleştirdi. Kocaman bir bebeği kucaklar gibi kucakladı Cemal’i. Kalktı ayağa. Yeşim telefonların ışıklarını tutarak yolu gösterdi. Merdivenlerden çıkıp odaya girdiler. Cemal’i deri kanepeye yatırdılar. Tişörtündeki kil lekelerine şarap lekeleri karışmıştı. Kollarında ya da başka bir yerinde hiçbir kesik görünmüyordu.
“Ne yapacağız?” diye sordu Yeşim.
“Ayılana kadar bekleyelim,” dedi İhsan. “Böyle bırakıp gitmek olmaz. Gerçekten iyi olduğundan emin olmak istiyorum. Sonra bir şey olursa kendimi hiç affetmem.”
“Haklısın. Bekleyelim ama böyle başında mı duracağız?”
“Ne yapalım? İstersen sen otele git. Ayılınca gelirim ben.”
“Hayır, olmaz! Seni burada yalnız bırakamam.”
“İyi, kal o zaman,” dedi İhsan. Kanepenin kenarındaki battaniyeyi Cemal’in üstüne örttü. Yeşim’e kaçamak bakıp kapıyı işaret etti. Fısıldayarak, “Ben aşağıya iniyorum,” dedi. “Sen burada ka…”
Telaşla atılıp sözünü kesti Yeşim. “Hayır, kesinlikle olmaz!” diye fısıldadı.
“Ama…”
“Hayır İhsan!”
“Çok sürmez; bir şeye bakıp geleceğim.”
“Lütfen ısrar etme, kalamam diyorsam kalamam!”
İhsan Yeşim’in bir şeyler ima ettiğini sezdi ama soramadı. İçini bir sıkıntı sarmıştı.
“Sen gidersen ben de gelirim!” dedi Yeşim kararlı bir sesle. “Hem…Sen…Nereye?”
“Aşağıda… Bir şeye bakacağım.”
“Neye bakacaksın?”
“Aklıma bir şey takıldı da…”
“Ne takıldı?”
“Emin değilim… Görmem lazım.”
“Bana da anlatmazsan hiçbir yere gidemezsin.”
“Hani sana barda anlattım ya…”
“Neyi?”
“Hocanın büstlerini…”
“Eee?”
“Onlar belki aşağıdadır.”
“Hani hepsini parçalamıştı?”
“Öyle dediler, ama belki de parçalamamıştır.”
“Yani?”
“Yani, belki buraya getirmiştir hepsini, aşağıda saklıyordur.”
“Saklıyorsa sana ne?”
“Bana ne olur mu tatlım?” dedi İhsan. Yeşim’in başını iki elinin arasına aldı. Saçlarından öptü. “Söyledim ya… Büstlere ne olduğunu çok merak ediyorum. Neredeler? Ne oldu onlara? Aşağıda, mahzendelerse bir baksak ne çıkar?”
“Sana bir şey söyleyeyim mi?” dedi Yeşim.
İhsan merakla baktı.
“Ben de seninle geliyorum!”
“Tamam, başımın tatlı belası, gel,” dedi İhsan. Yeşim’in dudaklarına çabucak bir öpücük kondurdu. Yeşim’in gülümsemesi yüzüne yayılırken İhsan’ın koluna yapıştı. Kapıyı ses çıkarmamaya çalışarak yavaşça açtılar. İhsan Yeşim’in geçmesi için kapıyı tuttu. Yeşim, basamağa adımını atıp, geriye çevirdi kafasını. Kanepede, üzerinde battaniyeyle uyuyan Cemal’e baktı. Cemal’in yüzünde, biraz önce ağlamış bir çocuğun kırgın ifadesi vardı.
İhsan, Yeşim’in bakışını yakaladı. “Merak etme, uyanmaz.”
Yeşim, usulca indi merdivenlerden. İhsan basamağa adımını atıp kapıyı yavaşça kapattı. Merdivenlerden indikten sonra koridorun başında durdular.
İhsan “Bu taraftan!” diye fısıldadı.
“Nereye gidiyoruz?”
“Demin gördüğümüz mahzene.”
“Şarap şişelerinin olduğu yere mi?”
“Evet!”
“Orada olabilirler mi?”
“Bilmiyorum. Yani… Emin değilim… Gidince göreceğiz.”
Yeşim, İhsan’ın eline yapıştı.
“Buz gibi olmuşsun!” dedi İhsan. “Sakin ol! Bakıp çıkacağız.”
Sessizce koridorda ilerlediler. Hızla mahzenin olduğu kapının önüne geldiler. İhsan kapıyı açıp içeri girdi, duvardaki elektrik düğmesini açtı. Yeşim girip kapıyı kapattı. İhsan ileri doğru yürüdü.
“Sence büstler burada mı?” diye fısıldadı Yeşim.
“Bilmiyorum,” dedi, sinirle güldü İhsan. “Öyle mi değil mi göreceğiz. Sadece büstler de olmayabilir.”
“Bilmece gibi konuşmasana!” diye çıkıştı Yeşim.
“Hocanın sadece çömlekle uğraştığına inanmıyorum. Mutlaka devam ediyordur heykel yapmaya. Kolay kolay bırakamaz o. Etrafı iyice araştıralım.”
Yeşim etrafında döndü. Duvarları baştan aşağı taradı gözleriyle. “Ama burada sadece şarap şişeleri var, baksana.”
“Öyle görünüyor. Haydi çıkalım.”
Yeşim, duvardaki oyuklara, oyukların içindeki şarap şişelerine teker teker baktı. “Bir dakika” dedi. Eliyle duvarı gösterdi. “Şu duvara bak!”
“Ne gördün?
“Boyası diğer duvarlara göre daha taze değil mi?”
“Işıktandır.”
“Hayır! Bak! Işık ters tarafta.” Parmağıyla gösterdi. “Az ışık alan şu duvar. Ama bu duvarın boyası daha yeni.”
İhsan duvara dokundu, sonra elini yumruk yapıp hafifçe vurdu. “Haklısın. Taş değil bu duvar.” Ellerini dayayıp bütün gücüyle itti. Duvar ileriye doğru kayıp döndü, altındaki rayla birlikte yana doğru dairesel olarak dönüp açıldı. “Aman Tanrım!” diye fısıldadı. “Aradığımız yer burası.”
Aralıktan içeri girdiler. Duvarın arkasında en az mahzen kadar geniş başka bir oda vardı. İhsan cep telefonunu duvarlara tutarak elektrik düğmesini buldu. Çevirdi. Oda aydınlanınca nefesleri kesildi. İçeride geniş masalar, masaların üzerinde, üzerlerinde beyaz örtüler olan yükseltiler vardı. İhsan bir masaya yaklaştı. Tümseğin üstündeki örtüyü elleri titreyerek kaldırdı.
“Haklıymışsın,” dedi Yeşim.
Masanın üzerindeki yarım büste nefeslerini tutarak baktılar. Bronz blok içinde bir kadın büstü vardı, kadının yüzünün yarısı blok içinde kalmış, dudakları acıyla aralanmıştı. Gözü, büstün yarım kısmına doğru dönmüş, kafasını kendi yarımlığından kurtulmaya çalışırcasına geriye atmış; çaresizlikle yüzünün diğer yarısının gömülü olduğu bloğa bakıyordu.
“Muhteşem!” dedi İhsan.
“Bunları neden saklıyor ki?” dedi Yeşim.
“Benim de aklım almıyor” diye cevap verdi İhsan. Diğer masaya doğru gidip, örtüyü kaldırdı. Küçük bir köpek yavrusu heykeliydi. Sandalyenin yanına oturmuş, kafasını ön ayaklarının üstüne koyup kıvrılmıştı yavru köpek.
Yeşim başka bir masaya doğru yürüdü. Masanın üzerinde bir defter duruyordu.
Defteri açtı. Cemal’in adını gördü ilk sayfada. Sayfaları rast gele açıp karıştırmaya başladı. Telaşlı bir el yazısıyla hızlıca alınmış notlar vardı defterde. Cemal notlar karalamıştı çalışırken.
“23. Gün.
Gelen giden yok. Sözleşmiştik oysa. Ekeceği belliydi. Büst yarım kaldı. Sanki böylesi daha iyi. Tamamlansa, bu kadar güçlü olmayacaktı.”
24.gün. Gitti. Artık kesin. Elleri gözlerimden gitmiyor. Ellerini… Ellerini… Tabii ya! Elleri kaldı bende.
35.Gün. Günleri saymayı bırakmalıyım… Ya… Yapamıyorum. Ellerine baktıkça… Elleri kaldı bende.”
El yazısı daha da telaşlanmış, yazılar karışıyordu sayfalar ilerledikçe.
“50.Gün. Yas 40 gün sürerdi hani… Aklımı işgal etti. Kafamda yer kalmadı.
Yüzü… Teni… Saçlarının kokusu… Gözleri… Gözleri gözlerimden ayrılmıyor.”
Yeşim, sayfaları atladı.
“51.Gün. Büste başladım. Başlamasaydım şimdi tımarhanede olurdum eminim.”
Hızlıca okuyup çevirdi sayfaları.
“63.Gün. Çalışırken fark ettim. Taş yumuşuyor elimde….
Yok artık! Daha neler!”
Arka arkaya çevirdi Yeşim sayfaları. Birkaç sayfa boş bırakılmıştı. Sonra tek bir cümlenin olduğu sayfaya takıldı kaldı. Yazı iyice karışmıştı, güçlükle okunuyordu.
“Artık kabul etmeliyim ki, kafayı yedim!”
“54. Gün. Salı. Son bir defa daha.
Artık emin oldum! Ama bu imkânsız!
Ellerini gözlerini, yüzünü, tenini, sonsuza kadar böyle capcanlı! Hayır! Olmaz! Olamaz!”
Yeşim defteri kapattı. Yükseltinin üstündeki örtüyü yavaşça kaldırdı. Örtünün altından başka bir büst çıktı. Yeşim dehşetle geriye çekildi. Başka bir kadın büstüydü bu. Tamamlanmamıştı. Ağzı, bir şey söylemek ister gibi açılmış, yüzünde sessiz bir acı ifadesi. O kadar canlı görünüyordu ki. Cemal büstlerin bu inandırıcı gerçekliğinden ürkmüş olmalıydı.
“Sanat eseri birazcık da olsa kusur taşır; ki onu tanrısal olandan ayıran da bu olmalıdır. Aynı zamanda sanata devam etme dürtüsü veren de bu kusurluluk, bu bitmemişlik duygusu değil midir?” diye mırıldandı İhsan.
“Sanat Tarihi 101,” dedi Yeşim alaycı bir sesle. İhsan cevap vermedi.
Yeşim, büstün yanında duran küçük örtüyü kaldırdı. İki zarif kadın eli, mermer bloğun içinden yukarıya doğru havaya kalkmış, dua eder gibi, yardım ister gibi açılmışlardı. Yeşim, örtüyü tekrar üstüne örttü ellerin. Elektrikle çarpılmış gibi sıçradı. Kendi elleri çok soğuk olduğu için, heykel ona sıcak gelmişti. Örtüyü kaldırıp tekrar baktı. Oda çok soğuktu zaten. Neden bu kadar sıcaktı heykel? Eller o kadar sahici görünüyorlardı ki… Tekrar dokunmaktan vazgeçti, örtüyü örttü ellerin üzerine yeniden.
Kadın büstüne, gözlerine, yanaklarının pürüzsüz tenine baktı. Pürüzsüz ten! Aklından geçene şaştı. Elini uzatıp usulca dokundu kadının çenesine. Yumuşacıktı. Canlı gibi. Dehşetle çığlık attı. Örtüyü büstün üstüne kapattı. İhsan’a doğru koştu titreyerek. İhsan, korkuyla ona bakıyordu.
“Hadi gidelim buradan,” dedi Yeşim.
“Gidelim,” dedi İhsan. “Bu gördüğüm şeyden sonra artık burada kalamayız zaten.”
“Ne gördün ki?” diye sordu Yeşim ama o sırada İhsan, masada duran tümseğin üstündeki bezi kaldırıyordu.
Yeşim, örtünün altındakini görür görmez çığlık atmamak için dudaklarını ısırdı.
İkisi de tanımışlardı.
Masanın üstündekiler Yeşim’in yüzü ve elleriydi.
Hiç konuşmadan birbirlerine baktılar. İkisinin gözlerinde de aynı korku büyüyordu. Sözleşmiş gibi fırlayarak odadan çıktılar, koridoru geçip merdivenlere ulaştılar. Yukarı çıktıklarında Cemal hâlâ uyuyordu. Ona doğru dürüst bakmadan çabucak terk ettiler binayı.
Ertesi gün, atölyedekilere haber vermeden, kimseye veda etmeden otelden ayrılıp havaalanının yolunu tuttular. Daha sonra bir bahane uydurup neden öyle apar topar ayrıldıklarını anlatırlardı bölümdekilere nasıl olsa.
Sessizce anlaşarak, olanlar hakkında fazla konuşmamışlardı. Bazı şeyleri didiklemeyi ikisi de istememişti. Kapadokya’da kaldıkları süre içinde olağan dışı hiçbir şey olmamıştı. Böyle düşünmek en iyisiydi.
Uçak havalandığında, ikisi de rahatlamıştı artık.
İhsan, yanında oturan Yeşim’e baktı. Kafasını arkasına yaslayıp gözlerini kapatmış, uyuyordu. Öpmek için uzandı. Dudakları, Yeşim’in mermer kadar sertleşmiş ve soğumuş yanağına değince donakaldı.
“O büstü orada parçalamalıydım!” diye mırıldandı. Pişmanlık kalbine keskin bir bıçak misali saplandı. Gayriihtiyari pencereye döndü.
Masmavi gökyüzü bulutsuz, aşağıda manzara apaçıktı.
Kolsuz bacaksız bedenleri, çıplak başlarıyla peri bacaları giderek uzaklaşıyordu.