İkinci katın merdivenlerinden aşağı inerken, bir şey unuttuğumu hissettiğim için duraksadım. Dördüncü yılını dolduran, bileklerinde küçük sıyrıkları olan yeşil montumun ceplerini yoklamaya başladım. Cüzdan, cep telefonu ve kalem… Hepsi buradalar fakat ucunda küçük maskotu olan anahtarım yok. Anahtarı almadan kapıyı çektim ve bu şimdi aklıma geliyor. Gövdemden başıma doğru olan sıcaklık hissi tüm vücudumu sardı. Mevsim kış olmasına rağmen, yazın gölgede kırk derecede gibiyim. Bu problemimi iş dönüşü mü halletsem, şu anda mı diye bütün olasılıkları düşündükten sonra, elime cep telefonumu alarak bir çilingir çağırmaya karar verdim. Çilingirin gelmesi en erken on beş dakikayı bulacağı için, dördüncü kattaki daireme çıkıp cüzdanımdan kullanmadığım bir kartla kapıyı açmaya çalıştım. En sonunda kırık bir kartla apartmanın önünde otururken buldum kendimi. Uğraşlarımın sonuç vermeyeceğini bildiğimden, ilk önce çilingiri aramakla iyi yapmıştım.
Yaşar Abi, bizim apartmanın kapıcısı, bir taraftan apartmanın önünü süpürürken bir taraftan da şarkı söylüyordu. Şarkı söylerken düşüncelere dalmış olacak ki, şarkının aynı yerlerini yineleyip duruyordu. “Kendim ettim kendim buldum. Gül gibi sararıp soldum. Eyvah, eyvah, eyyy…” Aklı kim bilir neredeydi? Çocukların okul masrafı, ev kirası, elektrik, su, eve giden ekstra masraflar sanki etrafında bir çember oluşturmuşlar, oradan çıkmasına geçit vermiyorlardı. Bu sırada birinci kattaki yaşlı teyze, elinde leyleğin gagasını andıran plastikten yapılmış sürahiyle balkondaki çiçeklerini suluyordu. Birden kendi kendine konuşmaya başladı, “Bu sene de açmadın. Kızayım mı şimdi sana? Bak, etrafındakilerin hepsi açtı. Bir tek sen açmadın…” Demek ki kendi kendine konuşmuyormuş. Açmayan bir çiçeğe ne kadar kızılabilirse, kızdıktan sonra içeriye girdi. Bu sırada beklediğim çilingir geldi. Acelem olduğunu, işe geç kalacağımı, biraz hızlı olması gerektiğini söyledim. Dördüncü kata asansörle çıktıktan sonra iki dakika bile sürmeden kapıyı açtı. Vestiyerde unuttuğum anahtarı yeşil montuma atıp kapıyı çekmek üzereydim ki, banyonun ışıklarının açık kaldığını fark ettim. Yeterince zaman kaybetmiştim. Ayakkabılarımı çıkarıp banyonun ışığını kapatmaya gidemezdim, kapıyı hızlıca çekip çıktım. Çilingir bu emeğinin karşılığında elli lira istedi. Cüzdanımda da altmış lira vardı, elli lirayı elim titreyerek çilingire verdim, on lira da bana kaldı. Saygı duyuyorum yaptığı zanaata ama iki dakikaya elli lira vermek, boğazımda kalmış olan son tükürüğü yutkunmama sebep oldu. Bugün işe gidebilirsem çilingire çalışacağım. Bu durumda eski çözüm metotları işe yarayabilir; paspas altına yahut kapı üstüne yedek anahtar bırakmakta fayda var…
Bugünün iyi bir gün olmadığına karar verdim. Otobüse yetişme çabasıyla koşturarak durağa varmak isterken, köşeden çıkan kırmızı bisikletli, sekiz-dokuz yaşlarında bir çocukla çarpıştım. Çocuk yere düşünce dizini tutarak, feryat figan ağlamaya başladı. Ben ise bir süre onu sakinleştirmeye çalıştım. Ben konuştukça o daha çok ağladı, çabalarım sonuç vermiyordu. Dizinin kanı pantolonuna çıkmıştı, bunu görünce daha da fazla bağırdı ve ağladı. Onu sakinleştiremeyeceğimi anlayınca ve de otobüsün geldiğini görünce durağa doğru koşturdum. Otobüse binen sonuncu kişi olmak, otobüste ayakta gitmekten daha kötü bir durumdu. Otobüs tıklım tıklım doluydu, nefes alacak hava kalmamıştı. İçerinin ağır havasını ben de solumaya başlamıştım. Bir sonraki durakta inenlere yol vermek adına inip tekrar bindim. Bir sonraki durakta yine aynı şekilde; önce ben indim sonra gerçekten inecek olanlar indi ve ben daha inecek olanı beklerken, otobüs hareket etti. Arkasından koşmaya başladım. Bir taraftan da, “Dur, bekle,” diye bağırıyordum fakat beni fark etmeden gaza basıp gitti, arkasından bakakaldım.
Şu anda işbaşı yapmam gerekirken, bu soğuk havada bir sonraki otobüsün gelmesini bekliyorum. Duraktaki banka oturmuş etrafı izlerken bazı tıkırtılar duydum. Nereden geldiğini öğrenmek için sağa sola bakındım ve bankın altında ters dönmüş bir kaplumbağa gördüm. Tüm gayretiyle çırpınıyordu fakat böyle çırpınmanın ona bir sonuç getirmeyeceğini anlayamazdı. Oldum olası kaplumbağa, kurbağa gibi sürüngen hayvanlardan, hatta insanlara zarar vermeyen süleymancıktan bile korkmuşumdur. Bu hayvancağızı nasıl ters döndüreceğimi düşünürken otobüs geldi ve binmek zorunda kaldım.
İkinci kez bindiğim otobüs, ilkine göre daha boştu. Yine ayaktaydım ama çok kalabalık değildi. İşe tam bir saat sekiz dakika geç kalmıştım. Bankanın genel müdürü beni görmek istemişti. Genel müdürün odasından içeri girdiğimde, bir telefon görüşmesi yapıyordu. Geldiğimi görünce eliyle otur işareti yaptı ve ben de oturmak için masanın solundaki ikinci koltuğu seçtim. Ne kadar uzak oturursam iyiydi. Telefon görüşmesi bittiğinde neden geç kaldığımı sordu. Sabahtan beri başıma gelen talihsizliklerden bahsettim. Yüz ifadesi anlattıklarıma pek inanmamış gibi duruyordu. Elindeki telefonu alarak, “Buna telefon denir, haberleşmek için kullanılır. Neden haber vermediniz?” diye sordu. Aklıma gelmediğini söylemem yine onu tatmin etmemiş olacak ki, bugünü maaşımdan keseceğini, istersem yarın işbaşı yapabileceğimi söyledi. Ben ise çareyi “Anlıyorum,” diyerek odadan çıkmakta buldum. Çilingirin parasını bile çıkartamadığım için, bankadan çıkana kadar kendime kızdım.
Bugünüm boşalmıştı. Nereye gideceğimi bilmeden yürüdüm. Bu olay beni epey yıpratmıştı. Soğuk havaya dayanamayıp damarlanan ya da sonbaharda sararan yapraklar gibiydim, dökülüyordum. İnsanların gittiği yönü takip ederek, önüme çıkan üç katlı bir alışveriş merkezine girdim. Zemin katta birkaç farklı stant vardı; kitap, oyuncak ve makyaj stantları. Giriş olduğu için iki tane de mağaza vardı. Bir çocuk, yerde olanca gücüyle debeleniyordu. Annesi ise hemen yanı başında hiç tepki vermeden oturmuş, yerde kıvranan çocuğunu izliyordu. Bu yüzden de, tıpkı benim baktığım gibi insanların bakışlarına maruz kalıyordu. Bir sonraki kata çıktığımda giyim mağazaları oldukça fazlaydı. Kendime bir şey almayalı uzun zaman olduğu aklıma geldi. İnsanlar ise kendilerinden geçmiş bir şekilde iki-üç tane hayatları varmış gibi alışveriş yapıyordu. Üst katta market ve çocuklar için oyun alanları, en üst katta restoranlar ile bir tane sinema vardı. Restoranları görünce sabahtan beri bir şey yemediğim aklıma geldi. Cebimdeki on lira ile bir mercimek çorbası içebildim. Yine insanlar iki-üç kişilik yemek yiyorlar. Kimisi vücudunda israf, kimisi tabağında israf yapıyor.
Alışveriş merkezinden çıktığımda akşam olmuş. Zamanın saçı olsa çeksem saçından ya da kolu olsa tutsam kolundan oturtsam ama ikisi de yok işte. Geçen zamanı tutamıyorum. Ancak evin yolunu tutabiliyorum. Eve varmadan önce biraz parkta oturup dinlenme gereği hissettim. Soğuk hava yüzüme çarptıkça, uyuyan hücrelerim ayıldı. Eve girdiğimde kötü bir koku vardı, dünden kalan mutfaktaki çöpü, kapıcının alması için kapının önüne çıkartmayı unutmuşum. Hemen mutfağa girip çöpün ağzını bağladım, kapının önüne koydum. Televizyonun kumandasını kanepenin üzerinden alıp açtım. Bir tartışma programı var. Tartışan iki erkek beyefendi tartışmanın dozunu aşmış olacak ki, bayan sunucu ikide bir araya girip, “İsterseniz sesimizi daha fazla yükseltmeyelim,” diye uyarılarda bulundu. Sunucunun ikazına aldırış etmeyen beyefendileri susturmak ancak bir reklamla mümkün oldu. Taraflar, reklamdan sonra gözüme biraz sakinleşmiş göründü. İzlemeye devam ettim. İzledikçe uyku bastırdı ve gözlerim kapandı. Gözlerimi açtığımda, saat gecenin üçüydü. Cep telefonumun saatini normalde yedi buçuğa kurarken, yaşadığım günün etkisiyle bu kez yediye kurup yattım.
Alarm çalmadan gözlerimi açtım ve hemen saate baktım; saatin yedi olmasına daha on dakika vardı. Telefona dokunarak, “Alarm, kalk hadi sabah oldu,” dedim. Sabah sabah eşi benzeri bulunmayan espriler yapabiliyordum. Bu on dakikalık süreyi de yatakta sağa sola dönerek geçirdim. Lavaboya gidip elimi yüzümü yıkadım. Sabah kahvaltı yapma gibi bir alışkanlığım olmadığından, kapıyı çekip çıktım. Yukarı çıkarken asansörü tercih ettiğimden dolayı, merdivenlerden inerken dünkü hissin aynısını yine ikinci katın merdivenlerinde yaşadım. Unutmuşluğun verdiği o hisle ceplerimi yokladım; küçük maskotu olan anahtarım yine yok… İnsan aynı hatayı üst üste yapar mı hiç? Üstelik cüzdanımda para da kalmadı. Buna rağmen cüzdanıma açıp bakma ihtiyacı hissettim. Şaşılacak şey doğrusu, altmış lira para cüzdanımdan bana göz kırpıyor… Dün elli lirayı çilingire verip kalan on lirayla da mercimek çorbası içtim. Bankamatikten falan da para çekmedim. Bugün altmış lira param cüzdanımda yine duruyor. Hayretler içerisinde dünkü çilingiri tekrar aradım, “Abi, ben yine anahtarı almadan kapıyı çektim, sen dünkü adrese yine geliversen,” dedim. Adam sanki beni hatırlamamış gibi, “Hangi adres? Adresi alabilir miyim?” diye sordu. Ben de daha fazla üstelemeden adresi verdim. Sonuçta insanların günlük kaygılarla kafası meşgul oluyor, hatırlayamaması normal. Dünkü tecrübeme dayanarak kartla falan uğraşmadım. Direkt apartmanın önüne çıktım. Yaşar Abi, bir taraftan apartmanın önünü süpürürken bir taraftan da şarkı söylüyor, “Kendim ettim kendim buldum. Gül gibi sararıp soldum. Eyvah, eyvah, eyyy…” Şarkı söylerken yine düşüncelere dalmış. Hatta aynı şarkıyı söyleyip, şarkının aynı yerini yineleyip, aynı yeri süpürüyordu. Tıpkı dünkü gibi… Acaba her gün bu saatlerde aynı şeyi mi yapıyordu? Ben Yaşar Abiyi izlerken, birinci kattaki yaşlı teyze elinde yine aynı sürahiyle balkondaki çiçeklerini sulamaya başladı ve çiçekleriyle yine aynı konuşmayı yaptı. “Bu sene de açmadın. Kızayım mı şimdi sana? Bak etrafındakilerin hepsi açtı. Bir tek sen açmadın…” Bu yaşlı kadın niye her gün aynı konuşmayı yapıyordu? Ya ben dejavu yaşıyordum, ya da bu yaşlı teyzede bu çiçeğe kızmak alışkanlık olmuştu. Ben bunları düşünürken çilingir geldi. Bugün de anahtarı içerde unuttuğumu, tekrar nasıl böyle bir hata yaptığımı anlayamadığımı söyledim ama adamın söylediklerime anlam veremediği yüz ifadesinden okunuyordu. Beni ilk defa görüyor gibiydi, sanki hiç karşılaşmamıştık. İki dakika bile sürmeden kapıyı açtı. Ben de vestiyerdeki anahtarımı alırken banyonun ışığının açık kaldığını fark ettim, yine kapatmadan kapıyı çekip çıktım. Çilingir yine elli lira istedi ve altmış lira olan paramın elli lirasını verdim.
Otobüse yetişmek isterken, köşeden çıkan kırmızı bisikletli çocukla yine çarpıştım. Çocuk yine olanca gücüyle ağlamaya başladı. Benim konuşmalarım yine sonuç vermedi ve gelen otobüsü gördüğüm gibi durağa koşturdum. Otobüs yine hınca hınç doluydu. Sanki bu yüzleri ikinci kez görüyordum. İnenlere yol vermek adına inip bindim. Bir sonraki durakta tekrar inip binecekken otobüs hareket etti. Arkasından ne kadar bağırıp koştursam da otobüs gaza basıp gitti. Durakta otobüsün gelmesini beklerken tıkırtılar duydum. Bu kez direkt bankın altına baktım ve ne göreyim? Ters dönmüş bir kaplumbağa. Kaplumbağanın sonuç vermeyecek olan hareketlerini izlerken otobüs geldi ve ben otobüse bindim. İşe yine geç kalmıştım. Konuşurken ağzından tükürükler saçan genel müdür, bu kez beni işten atacaktı. Genel müdürün odasının kapısını iki kez çaldıktan sonra odaya girdim, telefon görüşmesi yaptığı için eliyle otur işareti yaptı. Ağzından çıkan tükürüklerin yüzüme isabet etmemesi adına ikinci koltuğu seçtim. Telefon görüşmesi bittiğinde neden geç kaldığımı sordu. Dünkü yaşanan talihsizliklerin aynısının bugün de başıma geldiğinden bahsettim. Bu kez yüz ifadesi anlattıklarıma pek inanmamış gibi değil de, “Bu ne saçmalıyor?” der gibi duruyordu. “Hep dünden bahsediyorsunuz, pazar gününüzün nasıl geçtiği beni ve bankamızı ilgilendirmez. Haftanın ilk iş gününde geç kalmak da ne demek oluyor? Buna telefon denir. Haberleşmek için kullanılır. Neden haber vermediniz?” diye sordu. Ben ise bir gafletle, “Müdürüm bugün günlerden pazartesi mi?” diye sorma cesaretini gösterdim. O ise daha da sinirlenerek, “Bir de bugün günlerden pazartesi mi diye soruyor! Daha hangi gün olduğundan haberi yok, biz de böylelerine bankayı emanet ediyoruz,” diye esip gürledi. Ne vardı bu kadar kızacak? Alt tarafı bugünün hangi gün olduğunu sormuştum. Bu kadar sinir iyi değildi, insanın sağlığına zararlıydı. İşe geç kalmak değil de, sırf şu adamla yüz yüze gelmek beni geriyordu.
Sahi bugün günlerden neydi? Yolda birisini durdurup bugünün hangi gün olduğunu sordum. Beklemediği anda yumruk yiyen boksör gibi yüzüme baktı ve “Pazartesi,’ dedi. Bu kez ben yumruk yemiş gibiydim. Daha dün pazartesiydi, bugün nasıl oluyor da pazartesi oluyordu? Hemen akıllı telefonumu çıkarıp bugünün tarihine baktım; dünün tarihiydi, yani pazartesiydi. İnanılmaz bir şeydi bu! Dün nasıl oluyor da hiç yaşanmamış gibi oluyordu? Rüya falan değildi, yaşadıklarım bugünün aynısıydı. Dünkü gittiğim alışveriş merkezine gittim. Aynı çocuk olanca gücüyle aynı yerde debeleniyordu. Annesi de onu izliyordu. Sonuncu kata kadar çıkıp indim. Hiçbir yerde oyalanmadan evin yolunu tuttum. Televizyonu açtım. Dün tarihli haberleri izledim. Sonra dünkü izlediğim program başladı. İki erkek beyefendi yine programın konuklarıydı. Tartışmaya başladılar. Bayan sunucu ikide bir araya girip uyardı. Aklıma birden dün attığım çöp geldi. Mutfağa girip baktığımda çöp sanki hiç atılmamış gibi yerinde duruyordu. Tüm bu şaşkınlıklar beni yormuştu, olanları tekrar zihnimden geçirdim ama değişen bir şey yoktu. Kesin deliriyordum, bu hayat bana yavaş yavaş kafayı yediriyordu ya da ben bir süper kahraman falandım da, bugüne kadar haberim yoktu. Soğuk bir duşa girip kendime gelmek istedim ama o da kâr etmedi. Bu kez de bir esrime hali almış başını gidiyor, gözyaşlarıma engel olamıyordum. Güç toplamak isteyen bir duvar örücüsünün deliksiz hafta sonu uykusuna yattığı gibi, ben de pazar uykusuna yatıyorum.
Uyuyup uyanınca geçecek hissiyle yataktan fırladım. Odanın penceresini açıp kendime gelmeye çalıştım. Lavaboya gidip elimi yüzümü yıkadım. Elbise dolabını açtım, özensizce bir şeyler seçip giydim ve kapıyı çekip çıktım. Merdivenlerden inerken ikinci katta yine anahtarı unuttuğum aklıma geldi ve bu kez sanki başımdan aşağı kaynar sular döküldü. Kendime söylene söylene, nasıl bunu yaptığıma şaşırdım. Bu kez çilingir falan çağırmadan apartmanın önüne indim. Cüzdanımı çıkarıp baktığımda altmış liranın durduğunu gördüm. Yaşar Abi yine apartmanın önünü süpürüyor ve yine o şarkı, “Kendim ettim kendim buldum. Gül gibi sararıp soldum. Eyvah, eyvah, eyyy…” Sonra birinci kattaki yaşlı teyze, yine aynı konuşmalar… Koşturmaya başladım. Köşede yine aynı çocukla çarpıştım. Otobüse yetiştim yine aynı insanlar… Sonra ikinci durakta bankın altında kaplumbağa var mı diye baktım, hâlâ orada. Bir sonraki otobüse binip bankaya gittim. Direkt genel müdürün odasına çıktım. Kapıyı çalıp içeri girdiğimde yine aynı tavrı vardı. Telefon görüşmesi bittiğinde yine aynı azarlamayla karşılaştım. Ama ben bunları yaşamıştım zaten. Oradan çıkıp alışveriş merkezine gittim, yine debelenen çocukla annesi. Telefona baktım; pazartesi günü. Alışveriş merkezinde birisini durdurup sordum. Cevap, “Pazartesi.” Eve gidip pazartesi günkü haberleri izledim. Sonra o tartışan iki erkek. Kronik hale gelen bir pazartesi ya da kapana sıkışmış bir fare ya da delirmek üzere olan ben. Ertesi sabah direkt telefondan ve televizyondan tarihe baktım. Tarih pazartesinin tarihi… Nasıl oluyor da aynı günü defalarca yaşayabiliyorum? Bu kez evden çıkarken anahtarı unutmadan çıktım. Kapıcı aynı yerindeydi sonra yaşlı teyzeyi balkona çıkarken gördüm ve yürümeye devam ettim. Bu kez, yürürken kafasının üzerinde meyveler taşıyan Afrikalı bir kadın kadar dikkatliydim. Köşeden çıkan kırmızı bisikletli çocukla çarpışmadan durağa gittim. Tam otobüse binecekken kendi kendime, “Ben niye işe gidiyorum ki?” dedim. Ya da bankaya gidip şu genel müdürü görmeliydim. Genel müdürün odasında bilmiyorum kaçıncı kez aynı azarı yerken bir dakika deyip konuşmasını yarıda kestim, “Şimdi yüzüme bakın, iyi bakın,” dedim ve hemen bir nanik işareti yapıp dil çıkardım. Madem pazartesiden çıkamıyorum, madem yarın yine bugün, bunu yapmamın da bir sakıncası yok bence… Şu güvenliği severim, sağ olsun beni kapı önüne kadar geçirdi. Lüks bir restorana gidip menüdeki en pahalı şeyleri söyledim, masayı donattım. Sonra da azar azar hepsinden afiyetle yedim. Nasıl olsa yarın hiç harcamamış gibi olacaktım. Param vardı, yemek de yemiştim ama mutlu değildim. Yine düşünceler silsilesiyle fikirler girdabının içine girmiş, bilinmezlik çemberinde patinaj çekiyordum. Benden üstün bir güç beni mi yönetiyordu? Ya da uzaylılar falan mı kaçırdı beni? Oynadığım oyunlardan birisinin içine hapsoldum… Yahut bir simülasyonun içindeyim… Neredeyim ben? Ne yapıyorum? İyi değilim ben… Nasıl iyi olayım? Sokağın ortasına oturup ağıt yakmaya başladım, “Bugün kalktım pazartesiii, yarın yine pazartesiii, ondan sonraki gün pazartesiii, zaten dün de pazartesiydiii, hep pazartesiii… Napıcam ben şimdiii, pazartesiii…”
Ağlamaktan gözlerimin şiştiğini, başımın dayanılmaz bir şekilde ağrıdığını hissedebiliyorum. Bir karınca sürüsü kafamın derisini aynı anda ısırmış gibi uyuştuğunu, seslerin uğultu şeklinde kulağıma gelip kulak kepçemde bir-iki tur atıp geri çıktığını ve ancak etrafıma toplanan kalabalığı bir müddet sonra fark edebildiğimi söyleyebilirim. Herkes bana deliymişim gibi bakıyor ve bunda da haksız sayılmazlar. Ama kalabalığın içinden bir kadın bana doğru geliyor sanki sıcacık ellerini alnıma koyarak ve belli belirsiz fısıldayarak, “Durakta bekleyen diğer iki yolcuyu kaybettik,” diyor.
Başka bir ses şöyle diyor, yine aynı kesik kesik cümlelerle: “Hızlı ve Öfkeli’yi aratmayan kaza anı gibiydi güvenlik kamerası görüntüleri, iyi mücadele ediyor.”
Burnuma keskin, aynı zamanda da mide bulandırıcı o hastane kokusu ve kulaklarıma, kalabalığın arkasına saklanmış gibi yapan ve ortaya çıkıveren o bip bip bip sesi misafir olarak geliyor.
Gözlerimi hafif aralıyorum ve ilk gördüğüm şey, yoğun bakım ünitesinin kapısı oluyor. Hayatla ölüm arasındaki o kapıya bakarken göz kapaklarım ağırlaşıyor ve derin bir uykuya dalmadan önce şu cümleleri işitiyorum: “Bugün on üçüncü günü, günlerden pazartesi…”