Eğri büğrü peynir tenekesinde ateş yanıyordu.
Isınmaya uzanan ellerin gölgeleri dar sokaktaki duvar resimlerinin üstüne düşüyor, şekiller olduğundan daha korkunç, sokağa bakan metruk binalar daha karanlık, pencereleri daha ilgisiz görünüyordu. Bu için için küflenen binalarda yaşayan, kireç beyazı, çoğu çocuk insanlar, kapılardaki paslı posta kutuları kadar umutsuzdular. Karanlık Bakkal sokakta tenekeye yansın diye konanlar, kimsenin aldırmadığı acımsı ekşimsi bir koku yayıyordu. Siyah, kadidi çıkmış bir kedi geldi, kıçını yere koyup ateşin çevresinde karton parçalarına bağdaş kurmuş sokak çocuklarına gözlerini dikti. Konuşmaları öksürükler, yana savrulan balgamlarla kesiliyordu. Hava soğuk, karınları yarı açtı.
“Bugün beton buz lan kopiller.”
“Kim, abim mi?”
“Beton diyorum, betoon, dibim dondu saloz.”
“Beton benim abimin takma adı. Aha şu karşıdaki.”
“Yok ya?”
“Çok yüksekten düştü, betona çakıldı, adı Beton kaldı.”
Sokağın karanlığına dolan bir bağırtı onları susturdu. Gelenlerin yüzleri seçilmiyordu ama Solucan Nuri’nin, “Valla billa, iki gözüm önüme aksın ki kodesteydim,” dediğini duydular. Ateşin yanına gelip boş yerlere oturmalarını beklediler.
“Nerelere aktın lan Solucan Nuri? Ne yaptın da enselediler seni?”
“Solucan işte, mantar atıp duruyor.”
Solucan Nuri parmağını burnuna sokup düşünceli düşünceli karıştırdı. Onunla alay etmelerine sinir olmuştu ama az sonra anlatacaklarını duyunca…
“Hadi lan hırtapoz, ne mantar atması, kodesteydim çünkü ifade verdim.”
“Seeen?”
“Bilezik de taktılar mı he?”
Çocuklar birbirlerini dirsekleyip gülüştüler.
“Ne bileziği? Ben tanığım.”
“Yok, ananın örekesi.”
Ama yine de ağızları açık, kendini Kenan İmirzalıoğlu zanneden Solucan Nuri’yi dinlemeye hazırlandılar. Tenekeden yayılan alevler Solucan’ı daha da çirkinleştiriyordu.
“Tıkıntı arıyordum. Te nikâh salonunun oraya gittim. Parkın oralarda dolandım. Büfenin çöplerine baktım, ı-ıh. Birden aklıma geldi, nikâhlardan sonra ikramlar olmaz mı? Biraz kapıyı dikizleyip içeri daldım. Yedek sandalyeleri dizdikleri bir kuytu buldum; salonun içini gösteren bir aynanın karşısına saklandım. İçeriden sesler geliyor. Aynadan kot pantolonlar giymiş, üstlerinde kazaklarla bir kızla bir oğlan.”
“Fasarya lan, hiç kot pantolonlu gelin olur mu?”
“Ne fasaryası? Kot pantolonlu diyorum sana, gören de onları binaya yanlışlıkla girmiş iki turist zanneder. Ne diyordum? Cüppeli bir nikâh memuru, iki de kadın. Nikâh masasının üstünde kalın bir kitap mı defter mi ne, çantalar, poşetler. Hemen alıp gidivermek için yani. Son nikâh ya akşam oluyor, dükkânı kapatacaklar. Bendeki de şans işte, konuk monuk yok, bana da kayıntı yok, anlaşıldı. Cüppeli nikâh memuru diskur çekiyor ya çabuk çabuk söylüyor lafları. Onların işi bitmeden tabanları kaldırdım. Ama belki damattan bahşiş koparırım da nikâh salonunun karşısındaki büfeden bir peynirli patlatırım diye oyalandım. Çıktılar. Hava kararmak üzere, insanlar aceleci, soğuk feci. ‘Abi, hayırlı olsun, evlendiniz mi?’ dedim. Saygılıyım inan bana. ‘Sana ne lan,’ dedi damat. ‘Kızma abi, ne dedim ki?’ dedim. O sırada kot pantolonlu gelin onun kulağına eğildi, ‘Tatlım, ver birkaç kuruş, adettendir,’ diye fısıldadı. Ama andavalın kaşları düzelmedi. Yüzüme bir bakışı var, sanki nefesini tutuyor. ‘Balici bu şerefsiz, kafa yapmak için istiyor, siktir git,’ diye haydalamaz mı? ‘Yok abi,’ falan diyorum, durmadan ‘siktir git, eşekoğlueşek, sana verecek param yok…’ Nasıl tepem attı. Sanki asıntı olduk puluça, efendi gibi hayırlı olsun dedik. Alırdım façasını aşağıya ama… Akşam akşam başımı derde mi sokcam?”
“E, oğlum, senin gibi sudan hoşlanmayan kopili kim ne yapsın? Şu hâline baksana, keçi.”
Solucan Nuri ona kısa bir bakış atmakla yetinip sözüne devam etti.
“O ibneyi boş verdim, kot pantolonlu geline döndüm, dedim ki, ‘Onunla evlendin ama o kötülüklere karışmış, haberin olsun.’”
Dinleyenlerden bir gürültü koptu.
“Hadi lan, ner’den duydun bu lafı?”
“Benim lafım lavuk, nerden duy’cam? Öyle içime doğdu laf…”
“Ya bırakın anlatsın.”
“Ben yürüdüm gittim parka. Belki tostçuda yenmemiş bir şeyler vardır. Varmış harbiden. Sota bir karanlığa girdim, başladım tıkınmaya. Derken…”
Lafın burasında deneyimli bir masalcı gibi duraksayıp meraklanmalarını bekledi.
“Eee? Derken?”
“Derken, bizimkiler gelmez mi?”
“Kim bizimkiler?”
“Canım, salondaki geçmişi kınalıyla manitası yok muydu? Kot pantolonlu gelin işte. Onlar. Neyse, burnumun dibine bir banka oturmazlar mı? Beni görmüyorlar ama. Haydaaa… Yol tenha, etrafta kimsecik yok, mecbur kulak kabarttık. Bunlar üniversiteye gideceklermiş. Kız, ‘Benim daha çok işim var, iyi ki senin okulun bitti,’ falan, konuşuyorlar. Herifin kaşı gözü kayıyor, elleri ahtapot olmuş, nerdeyse orda düdükleyecek. Kot pantolonlu gelin dedi ki, ‘Sevgilim, sana bir armağanım var.’ Damadın aklı başka armağanda, belli, başka bir şeyler de dedi kız ama aklımda kalmaz böyle uzun laflar. Zaten o andaval da, ‘Bilmece gibi konuşma,’ dedi ona. Herifin öküz gibi solumasını kot pantolonlu gelin görmezden gelip sesine acayip bir hâl verdi. ‘Bir bebeğimiz olacak sevgilim,’ dedi…”
Nuri gözünü ateş yanan tenekeye dikip bekledi.
“Hadi bee!” dediler bir ağızdan. Uzaktan cankurtaran sesleri geldi.
“Damat, bu tenekeye dokunsan nasıl sıçrarsın, öyle geri sıçradı. Yeşillenme o dak’ka bitti tabii. ‘Ne dedin sen?’ dedi, kulaklarına inanamamış keçi. ‘Hamileyim.’ Kız işin farkında değil tamam mı, o hediyede hâlâ. Derkeen…”
“Ya, böyle anlatırsan bak gözüne bi’ tane patlatıcam, haberin olsun.”
“Derken, tam onların önünde bir kalantor araba cart diye fren yapmasın mı? Öyle bir durdu ki sanki oradan geçerken aniden görmüş… İçinden inen adam bir koşu yanlarına geldi, arabayı uzaktan kilitledi öyle acele. Damada, ‘Ne arıyorsun sen burada?’ demesin mi? Allah film şimdi mi başladı, dedim içimden. ‘Ne o,’ dedi zengin herif. ‘Hortlak görmüş gibisin.’ Baskın yaptı ya, seviniyor sazan. Damat denen keçi, ‘Hamileymiş,’ dedi küt diye, iyi mi? ‘Ne!’ diye bağırdı herif. Valla öyle bir bağırdı, kafayı öyle bir çevirdi ki tostu ısıracağım diye dilimi ısırdım korkudan… Kot pantolonlu gelinin yüzündeki gülüş de o dak’ka donuverdi. Beni görürler mi diye ödüm bokuma karışıyor, tostu yemeyi bıraktım, dilimin acısını unuttum, röntgenliyorum diye… Adam önce bankın önünde bir gitti, bir geldi, sonra ‘Bak,’ dedi. ‘Evlenme planları yapıyormuşsunuz.’ İçimden dedim, ohoo, o iş bitti. ‘Oğlum sana anlatmayı beceremiyor galiba. Bu imkânsız. Şimdi durum daha bilmem ne…’ Yani boka girdik demeye getiriyor. Uzun uzun diskur çekti, sonra ‘Kaç yaşındasın sen?’ dedi kıza. On sekizmiş. Adam demesin mi, ‘Maşallah, yaşın küçük ama aşüfteliği erken öğrenmişsin.’”
“O ne lan?”
“Bilmiyorum. Fena bir şey olmalı. Çaça falan demek herhâlde. Çünkü kot pantolonlu gelin bozuldu, ‘Rica ederim,’ dedi. Ama herif coşmuş. ‘Rica edermiş,’ diye kızın taklidini yaptı. ‘Bu kenar mahalle kızı numaralarını yer miyim? Şu kılığına bak, oğlanı yakala, hamile kal, oh hayatın kurtulsun. Daha liseyi bile bitirmemişsindir Allah bilir.’ Bitirmiş kız. Hem de sınıf atlamış, üniversite okuyormuş lan. Ama adam ‘Neyse ne!’ diye bağırdı. ‘Benim oğlum yurt dışına gidecek, sonra işin başına geçecek. Kesesi keseme denk bir kızla evlenecek. Seninle işi olmaz. Ama madem bir halt etmişsiniz, işte teklifim. Tanıdık bir klinik var, tüm masrafları karşılarım, sonra herkes yoluna.’ Adamın kenef gibi açılmış ağzına doğru kız bir çığlık patlattı. ‘Bu da ne demek oluyor? Benden ve torununuzdan nasıl böyle söz edersiniz? Çocuğu doğuracağım, okulu dondurup doğuracağım, sonra okulu bitireceğim, bu bizim hayatımız, birbirimizi seviyoruz!’ diye bağırdı. Adam, ‘Yanılıyorsun küçük fahişe, senin hayatını bilmem ama oğlumun hayatı benimdir. Ben ne dersem o,’ dedi. Kız meğerse ailesine söylemiş. Hamoş olduğunu biliyorlarmış. Karnın büyümeden nikâh, demişler. ‘Bak sen… Sen kim oluyorsun da karnındaki piçin oğlumdan olduğunu iddia ediyorsun? Klinik, doktor moktor yok, defol!’ Sonra sus pus oğluna döndü, ‘Götür bu şırfıntıyı buradan!’ dedi. Oğlandan kekeme bir ses çıktı, ‘Baba yapma lütfen.’ Derken kot pantolonlu gelinin sesi çınladı. ‘Nasıl böyle korkak olabiliyorsun?’ Manitasına diyor, yani. ‘Hayatımı rezil edip çekip gidecek misin? Bu bir Yeşilçam filmi değil!’ diye bağırdı. ‘Memlekette kanun var. Babalık testi yaptıracağım. Rezillikse hep birlikte rezil oluruz.’ ‘Ne!’ dedi adam gene. Der demez de kızın üstüne yürümesin mi? Kot pantolonlu gelin de ona doğru yürümesin mi? Korkmuyor valla, yaman kız. Tam, ‘Söyle babana,’ diye konuşmaya başlamıştı ki adam suratına bir tokat aşk etti. Eyvah, kızın canına ezan okudu, dememe kalmadı, kız düştü mü, başını da oturdukları bankın demir kolçağına vurdu mu?
“Aaa, yapma yaa!”
“Sonra ne oldu?”
“Ne olacak, bildiğin cavladı, ben orda donuma yaptım yapacam. Damat olacak andaval, ‘Baba ne yaptın, baba ne yaptın?’ dedi durdu. Kızda tık yok. Cavladı lan, bildiğin cavladı… Hay sikeyim böyle işi, diye düşündüm. Adam, babası yani etrafı kolaçan etti, hava iyice kararmış, sokak lambası da uzakta, zor görüyorum olup biteni. Her neyse, herif gitti arabadan koca bir naylon torba getirdi.”
“Ceset torbasıdır o.”
“Bilmiyorum artık. Hiç konuşmadılar, tamam mı?”
“Öldü diyorsun,” dedi çocuklardan biri, kafasını hatır hatır kaşıdı.
“Ne kaşınıyon lan, filolu.”
Kaşınan çocuk ona tükürdü, sonra da sunturlu bir küfür savurdu. Herkes birden onun bitleriyle alay etmeye başladı. Solucan Nuri sabırla bekledi.
“Ya bırakın biti miti, sonra ne oldu lan Solucan?”
“Anlatmıycam oğlum, dinlemiyorsunuz.”
“Tamam ulan anladık, senin de bokundan kemik çıktı. Solucan gibi kıvranıp durma, anlat, bozma adamın kafasını!”
Onu tehdit eden çocuk, ne zamandır oynadığı yüzündeki yaranın kabuğunu kopardı, sanki komik olan kafası bitli çocuk değil de yara kabuğuymuş gibi gülüyordu, inceleyip attı, parmağına tükürüp kanayan yere sürdü. Ötekiler gülmeyi kestiler.
“Kızı soydulaar,” dedi Solucan Nuri.
Hepsi birden nefesini tuttu.
“Kot pantolonlu gelinin her bir şeyini başka bir poşete koyup yanlarına aldılar. Sonra torbadaki kızı yüklendiler, nikâh salonunun arkasında hurdaların konduğu bir yer var ya, oraya bıraktılaaar.”
“Sen görüyor musun onları olduğun yerden?”
“Yok, çevreyi iskandil ettim, kimsecikler yok, peşlerine takıldım, oğlum. Cızlamı çekeceğim de meraktan da gebereceğim. Sonra birden aldı mı beni bir korku, ya beni gören olduysa, büfeci de biliyor buralara takıldığımı ya bu iş meydana çıkar da benden bilirlerse? Tostum hâlâ elimde, salak oldum, iyi mi? Bitirirken karar verdim, iyisi mi gideyim tıpış tıpış aynasızlara… Of çok üşüyorum lan, kuyruğu titretecem sanki…”
“Korkudandır lan dümbük, anlat hadi, geçer birazdan. Atın şu ateşe bir şeyler daha. Güzel miydi kız?”
“O sırada aynasızlar geçmesin mi? Güzel olmaz mı, deliksiz inci. Koştum, ‘Durun!’ dedim aynasızlara, anlattım. İlkten inanmadılar ama ben yemin billah ettim, gittik baktık tabii orası karanlık, fenerdi, olmadı arabanın farlarıydı, üstüne de bir sürü eşya yığmışlar ama buldular. Bir sürü aynasız da damladı mı, haydi beni ekip arabasına… İfadeye.”
“Aynasızlara ifade mi verdin?”
“Ne sandın? O göt herifi de bugün yarın tutuklarlar bak, görürsün.”
“Asarlar mı herifi?”
“Kimi? O ibneyi mi? Bilmem.”
“Yok lan, hapse atarlar. Asmazlar.”
“E, kız hamoş dedin, iki kişiyi öldürmüş olmuyor mu o zaman?”
“Ulan sazan, senin sözüne bakıp bir zengini hapse atarlar mı? Çocuk zaten suç ortağı. Asıl babası…”
“Niye atmasınlar? O herif nasıl kıydı o kıza, atsınlar zaten!”
“Gidelim bakalım hurdalığa.”
“Artık yok ki orda, götürdüler.”
“Olsun, gene de bakalım.”
Önce birbirlerini dirseklediler, sonra bir itiş kakış başladı. Gülüşüyor, şakadan kavga ediyormuş gibi yapıyorlardı. Yangın ne zaman başladı, nasıl başladı kimse hatırlamıyor. O kara kedi bile Karanlık Bakkal sokaktan kaçmış…
***
Bu mevsimde tümüyle ıssızlaşan adada tek tük yanan ışıklar parlak delikler gibiydi. Her adımda onlar titreşiyor, ayakları yerinde duruyor hissi veriyordu insana. Karaltı çukurlara girdikçe ışıklı delikler hızla yer değiştiriyordu. Tarif edilen evin perdeleri açık penceresinden dalların gölgeleri odanın duvarlarında titreşiyordu. Sobada çatlayan kozalakların sesi dışarıdan duyuluyor, yarattığı güvenli sıcak alanda yaşlı bir adamla bir kadın oturuyordu. Kafeste bir kanarya uyukluyordu. Bu görüntüye bakınca odayı reçine kokusunun kapladığını hayal edebiliyordun.
“Sobaya biraz daha odun atsa mıydım?” dedi yaşlı kadın gözlüklerinin üzerinden. “Şu çatıdan sarkan boruyu da yaptırmadın tak tak vuruyor, uyutmaz şimdi. Rüzgâr arttı…”
“Bırak şimdi boruyu odunu, haberi dinle, hani bir cinayet işlenmişti geçen yıl, reşit olmayan kızı iğfal eden zengin bir çocuk vardı.”
“Şu sosyete davası. Önce evlenmiş kızla, sonra öldürmüş ya da babasıyla birlikte öldürmüşler, cesedi de hurdalığa poşetleyip atmışlardı. Hurdalıkta yangın çıkmıştı yanlış hatırlamıyorsam. Yanmış cesetten araştırıp bulmuşlardı katili. Ceza almadı mı o oğlan?”
“Almıştı, hapishanedeydi, bugünkü gazete ne yazıyor bak; çocuk hücresinde intihar etmiş.”
Kadının örgü şişlerinin tıkırtısı durdu, ilmiklerin hesabını yaptıktan sonra “Vicdan azabı mı diyorsun?” dedi kocasına, hiç şaşırmamıştı.
“Hayır, öç diyorum. Hapishanede böyle şeyler olduğunu duymuştum. Bir insan kendi kendine başını poşete sokup öldüremez Suna.”
“Bence vicdan azabından başını duvarlara vura vura bile öldürür insan kendini.”
Sözün tam burasında bir vuruntu sesi duydular.
“Kapı mı, çatıdaki boru mu bu şimdi?”
“Kapı, kapı. Hayırdır inşallah,” dedi kadın.
Yaşlı adam, elindeki gazeteyi katlayıp sehpanın üzerine koydu. Bu soğuk kış gününde, Bozcaada’da kimse kimsenin kapısını böyle çalmaz, diye düşündü. Gıcırdayan döşemelerde acelesiz yürüdü. Girişteki dış aydınlatmanın düğmesine bastı. Kapıyı açar açmaz rüzgâr, temiz yüzlü bir genç adamın yağmurluğunu şişirdi, onun ayakları dibinde birikmiş yaprakları içeri doldurdu. Evden bahçeye kapı kadar ışık yürüdü. Yalnızdı.
“Affedersiniz, bu saatte rahatsız ettim, birkaç gece kalmak için oda arıyordum, kahveci sizi tarif etti de… Boş odanız var mı acaba?”
“Bu mevsimde hazır bir odamız yok, dalgıç falan mısınız?”
“Hayır, hayır, bir iki gün içinde arkadaşım teknesiyle buraya yanaşacak, onunla Akdeniz turuna çıkacağız da… Buluşmak için Bozcaada’yı düşündük. Tabi havanın bu kadar bozacağı hesapta yoktu. Ben de bu mevsim nasılsa pansiyon bulurum diye…”
“Anlıyorum. Girin, girin, yalnız ayakkabılarınızı… Karım bu konuda biraz titizdir de.”
“Affedersiniz, elbette.”
“Size oda hazırlamak için biraz bekleteceğiz, beklersiniz değil mi? Karnınız aç mı?”
“Kim gelmiş Fatih Bey?”
“Bir turist.”
“Bu mevsimde?”
Misafir, kocasının arkasında beliren yaşlı kadına gülümsedi. Onun söylediği konaklama koşullarını dinledi. Öğle ve akşam yemeği isterse ek ücret alıyorlardı.
“Tamam, sorun değil,” dedi uysallıkla.
“İyi, ayakkabılarınızı orada çıkarın lütfen. Malum kış düzenine geçtik, yollukları serdik. Misafir beklemediğimiz için…”
“Valiz yok mu?” dedi yaşlı adam dışarıya tekrar bir göz atarak. Genç adam sırt çantasını işaret etti.
“Anlıyorum,” dedi yaşlı adam. Onun çökmüş yüzüne dikkatlice baktı.
Yabancı sessizce odasının hazırlanmasını bekledi, erkenden yattı.
“Parası yok,” dedi Suna Hanım, bunu duyunca. “Allah vere de ödeme yapmadan kaçıp gitmese.”
Ama öyle olmadı, ertesi gün pansiyoner öğlen yemeğini henüz bitirmişti ki limana yanaşan bir yatı pencereden görür görmez konaklama ücretini, öğle yemeğini eksiksiz ödedi, yata gitmek için nasıl motor kiralayacağını öğrenip aceleyle ayrıldı. Eh, bu mevsimde böyle müşteri can sağlığıydı…
Oturma odasındaki eski gazeteleri toplarken Suna Hanım’ın gözüne o turist çocuk gelmeden önce kocasının okuduğu haber ilişti. Poşete koyarken, “Bu kadar haber izleyip okuyunca televizyonda gazetede kim var kim yok tanıdık gibi hissediyor insan,” diye mırıldandı. Şu intihar eden katil çocuk mesela, o kadar uzun süre haşır neşir olunmuştu ki o cinayet davasıyla, tanıdık gelmeye başlamıştı yüzü.
Kocası ellerini kurulayarak mutfaktan çıktı.
“Mutfağı topladım, çöpleri de attım,” dedi.
“Sağ ol, o turist çocuğa nasıl da hemen dört başı mamur sofralar kurdun öyle. Evde mantar var mıymış, hiç farkında değildim.”
“Vardı,” dedi adam, yüzünde garip bir ifadeyle. “Ormandan topladımdı geçende.”
“Yanlış mantar seçmişim, atacağım, demiştin, başka da mı vardı?”
Adam lafı değiştirdi,
“Şu gazeteyi ne yaptın sen? Hani kendini hücrede öldüren katil delikanlıyı yazıyordu.”
Kadın poşetin içinden gazeteyi buldu, pansiyonerin boşalan odasını temizlemeye gitti.
Yaşlı adam, katilin fotoğrafını dikkatle inceledi sonra pencereden bakıp, ‘Herifçioğlu bizi de keriz yerine koymaya kalktı,’ diye düşündü. ‘Şu Allah’ın işine bak. Yolu buraya düştü işte. Tanışmış olduk(!)’ Yatın artık limanda olmadığını gördü, dudakları yavaşça yayıldı, sararmış dişleriyle pis pis sırıttı. Ada Sahillerinde Bekliyorum, şarkısını ıslıkla çalmaya başladı. Hay aksi, aklında yalnızca bir iki dizesi kalmıştı:
“Ah, her zaman sen yalancı, ben kani / Her zaman orta yerde bir mâni / Her zaman sen uzakta, ben müştak…”