Algan Sezgintüredi; babasının yedek subaylık görevi nedeniyle 1968 yılında Erzurum’da dünyaya geldi. Önce Saint Benoit Lisesi, sonrasında Mimar Sinan Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi Grafik Bölümünden mezun oldu. Yazarlığının yanı sıra çevirmenlik de yapan Sezgintüredi, 1995 yılından beri eşi ve oğlu ile birlikte İzmir’de yaşamaktadır. Türk polisiye edebiyatı içinde kaleme aldığı eserleri; Katilin Şeyi (2006), Katilin Meselesi (2007), Katilin Uşağı (2010), Katilin Şahidi (2013), Maktulün Şansı (2014), Süperben (2017) şeklindedir.
Merhaba Algan Bey. Dedektif Dergi okurlarına ve bize zaman ayırdığınız için öncelikle teşekkür ederiz.
Merhaba, ben de ilginize teşekkür ederim.
Algan Bey, çizerlik eğitimi almışsınız. Babanız Ertan Sezgintüredi ise 2001 sigarası üzerindeki Tekel yazısını düzenleyen kişi olarak biliniyor. Eğitimini aldığınız meslek üzerine sizin de bir çalışmanız oldu mu?
Öncelikle belirteyim: 2001 logosunun babama ait olduğu bilgisi doğru değil. Babam o sigaralar piyasaya çıkmadan çok önce, 1983’te hayatını kaybetti. Haraç mezat satılmadan önce dünyanın en büyük üçüncü devlet kurumu olan Tekel’in reklam şubesinde çalışıyordu. Yeni Rakı’nın eski, kahverengi üzerine yaldızlı etiketi ve Tekel Birası logosu başta, bugün hemen hiçbiri kullanılmayan birçok Tekel görsel tasarımı ona ve o dönemlerdeki çalışma arkadaşlarına aittir. Sorunuza gelince: Evet, oldu. 1989-96 arasında birkaç reklam ajansında grafikerlik yaptım.
Türkiye Polisiye Yazarları Birliği’nde (POYABİR) yönetim kurulu başkanısınız, polisiye romanlar yazıyorsunuz, çevirmenlik yapıyorsunuz ve aslında grafikerlik eğitimi almışsınız. Bunların hangisi iş ya da hobiniz ya da hepsi birden mi?
Sanatın herhangi bir dalıyla sanatçı sıfatına layık olmaya çabalayarak uğraşmak, sevmeden, zevk almadan yapılmaz ama sonuçta hobinin çok ötesinde bir şey. Dolayısıyla yazmak benim için hobi değil. Ama iş de değil çünkü yazdıklarımla geçinmiyorum. İşim eskiden grafikerlikti; şimdi çevirmenlik, çeviri editörlüğü ve editörlük yapıyorum. Güzel yanı, işim dediklerim, severek yaptığım şeyler. O konuda şanslıyım herhalde. Polisiye Yazarları Birliği yönetim kurulu başkanlığımsa yazar arkadaşlarımın teveccühüdür. İş değil, elbette. Dar anlamda polisiyemize, geniş anlamda kültürümüze karşı bir görev, bir borç ödeme demek daha doğru.
Çevirmenlik demişken, çeviri yapmak zor bir iş midir? Çevirmenler ne gibi sorunlarla karşılaşabiliyor?
Dil, coğrafya ve iklimle birinci derecede bağlantılıdır. Çölde doğup gelişen bir dilin sahip olacağı kavramlar, yemyeşil, su sıkıntısı çekilmeyen bir yerdeki dilin sahip olacaklarından çok farklı olmak durumundadır. Coğrafyaya ilaveten tarihsel süreçler, ticaret, savaşlar, keşifler ve daha pek çok etken var. Binlerce yıl dış dünyayla hiçbir ilişkisi olmamış bir adada konuşulan dilin kavramları, aynı süre içinde farklı medeniyetler tarafından defalarca işgal edilmiş bir yerde konuşulanlarla aynı olamaz. Dolayısıyla herhangi bir dilde yazılmış bir metnin, bir diğerini konuşanlar tarafından anlaşılmasını sağlamak, günümüzde teknoloji sayesinde bilgiye erişimin çok kolaylaşması sayesinde eskiye göre biraz daha kolaylaşmış olsa bile hâlâ son derece zordur. Bir de bunun üzerine fiziksel zorluğu eklemek gerekiyor: çevirmenlik, yapanın “oturduğu yerde aşırı yorulduğu” bir iştir. Daha ileri gideyim: çeviri, ölüm tehlikesi içeren meslekler haricinde dünyanın sağlığa zarar verme ihtimali bakımından en tehlikeli mesleklerinden biridir. Çevirmenlerin bunlar dışındaki sorunlarıysa esasen bulundukları ülkelerin yapılarıyla ilgili. Bizim ülkemizde kitap çevirmenliği yasalarla tanımlanmış bir meslek değil. Haliyle yasal güvenceleri yok. Bunun getirdiği sıkıntıların dışında kalanlarsa ülkenin genel sıkıntılarıyla aşağı yukarı aynı.
Bir roman ne kadar iyi olursa olsun, çevirisi kötü yapıldıysa tatsız tuzsuz bir his bırakıyor okurken. Örneğin benim çok sevdiğim bir Arsen Lüpen romanının, ünlü bir yayınevinden çıkan çevirisi o kadar kötüydü ki, adeta kitaptan soğuttu beni. Bir romanın çevirisinde de şive kullanıldığını anımsıyorum. Sizce; önünüze gelen eserlerden yola çıkarak bunu soruyorum, yazarlarımız çeviri yaparken Türkçeye ne kadar hâkimler? Yani yabancı dil bilen herkes çeviri yapabilir mi, bu işin ölçüsü nedir?
Son sorunuza cevap vermemin yeterli olacağı kanaatindeyim: Herhangi bir yabancı dili bilmek, teknik, anında çeviri ve diğer dalları dâhil, çevirinin hiçbir alanında çalışmaya yetmez. Çeviri, yabancı bir dilden önce kişinin anadilini, imlasından sözdizimine çok iyi bilmesini gerektirir. Bunun üzerine, çevirenin çeviri yaptığı konuyu, eğer bildiği bir konu değilse öğrenmesini de şart koşar. İlaveten, edebiyat metni çevirenin, yazarın dilini, melodisini yakalamaya çalışması gerekir. (Kimi noktada evet, şive de kullanılabilir, küfür de.) Dikkat, özen, işe saygı ve benzeri diğer profesyonel gereklilikleri saymaya gerek yoktur herhalde.
Çevirmenlerin yanı sıra editörlerin işi de çok zor. Bir kitapta karşılaşılan bir hata, romanın yazarından ziyade editörün omuzlarına yüklenebiliyor. Sizce de bu böyle midir?
Editörlerin özellikle dil ve genel kültür açısından donanımlı olmaları gerekir, evet ama ürün olarak kitap, toplu bir çabanın sonucudur. Sorumluluk yazar veya çevirmenden başlayıp editöre, düzeltmene, son okumacıya hatta sayfa tasarımcısına kadar gider. Bir kitapta rastlanabilecek herhangi bir hata, bu saydığım kişilerin herhangi birinden kaynaklanıp diğerlerinin dikkatinden kaçmış olabilir. Bir kitabı yayına hazırlamak, yazmak, çevirmek veya düzenlemek kadar meşakkatlidir ve dolayısıyla hata ihtimali daima vardır. Mümkün en doğru halini ortaya çıkarmak amacıyla okumakla zevk için okumak bambaşka şeylerdir.
Üretim sektöründe son kalite kontrolcü vardır, ürünün en son aşamasında tüm kontrol ve onay ondadır. Bu işi yapanlar bir hayli önemlidir. Peki, Türkiye’de editörlere yeteri kadar değer veriliyor mu? Bu husus hakkında siz ne düşünüyorsunuz?
Ülkemizde herhangi bir fikrî üretim alanında (sanat, felsefe, bilim) kimseye yeterince değer verildiğini zannetmiyorum. Daha da ötesi, istisnalar dışında, genel anlamda kimseye yeterince değer verilmediği kanısındayım.
Geçmiş yıllara kıyasla, Türk polisiye romanlarına karşı okurların ilgisi bir hayli artmış görünüyor. Ancak yine de en çok yabancı polisiye yazarları tercih edilmekte. Üstelik bizim, istikrarla devam eden bir polisiye dizimiz de yok. Bunun birçok nedeni olabilir tabii ama okurların en çok dile getirdiği şey, kurgudaki hayal gücümüzün eksikliği.. Siz bu konuda ne düşünüyorsunuz?
İstikrarla devam eden polisiye diziden kastınız seri romanlarsa Suphi Varım’a, Armağan Tunaboylu’ya, Ahmet Ümit’e, Çağatay Yaşmut’a, Alper Canıgüz’e, Alper Kaya’ya, Mehmet Murat Somer’e, Celil Oker’e, Esra Türkekul’a, Deviş Şentekin’e ve daha pek çok yazar ve bana haksızlık ediyorsunuz derim. Televizyon dizilerini kast ediyorsanız onu, içlerinde “Polisiye roman yazanlar polisiye senaryo yazamaz” diyeninden “Seyircimiz polisiye dizi takip edemiyor, polisiyeler reyting almıyor” diyenine kadar her türlüsü bulunan TV yapımcılarına sormalısınız. Kurgudaki hayal gücü eksikliğinden yakınan okurlara, başta hayal gücünden neyi kast ettikleri, hangi eserleri yüksek hayal gücüne sahip gördükleri, kaç yerli yazarın kaç eserini okudukları, edebiyat bilgi ve görgülerinin ne olduğu olmak üzere tonla soru sormak gerekiyor. Kafadan yahut sınırlı bilgiyle böyle bir yargıya varmak, kusura bakmamanızı rica ediyorum, bence hadsizlik. Ben, yazardan önce bir okurum ve Tanpınar’ın, Güntekin’in, Karaosmanoğlu’nun, Atay’ın, İki Kemal’in, Tahir’in, Nesin’in, Atılgan’ın, Abasıyanık’ın ve daha nicesinin çıktığı bir ülkede kurguda hayal gücünün eksikliğinden bahsetmek aklımın ucundan geçmez. Bu tür şikâyetlerde bulunanlar polisiye edebiyatı edebiyattan ayırarak konuşuyorlarsa gene ayıp ediyorlar. Kendilerine başta saydıklarıma ilaveten Gencoy Sümer’i, Doruk Ateş’i, Ercan Akbay’ı, Günay Gafur’u, Cenk Çalışır’ı, Banu Akeloğlu’nu, Piraye Şengel’i, Ulaş Özkan-Emrah Poyraz ikilisini, Yaprak Öz’ü, Ayfer Kafkas’ı, Jake W. Stephenson mahlasıyla yazan Ahmet Sönmez’i, Ayşe Erbulak’ı, Çağan Dikenelli’yi, Gökçe İspi Turan’ı, Tuğba Sarıünal’ı, Başak Sayan’ı, Akif Toktaş’ı, Nuray Atacık’ı, Necati Göksel’i, Ekin Açıkgöz’ü, Burcu Argat’ı, Fatih Şahin Işık’ı, Musa Polat’ı, Ayla Koca’yı, Verda Pars’ı, Nurhan Işkın’ı, Sibel Köklü’yü bir denemelerini öneririm. Bir çırpıda sayamadığım için özür dilediğim daha fazlası için www.poyabir.com adresine bakabilirler. Okusunlar, ondan sonra kalemi kırsınlar, lütfen.
Kahramanlarınız Vedat ve Tefo’nun başrolde olduğu 5 adet seri polisiye kitabınız yayımlandı. Kitaplarınızda polisiyeyi mizah ile gayet güzel harmanlamışsınız. Bu da okunmasını oldukça zevkli ve akıcı bir hale getiriyor. Peki, birçok okur ya da yazar, seri polisiye roman yazmanın, yazarı için kolaycılık olduğu görüşünde. Okur bir süre sonra sıkılabilir, sürekli aynı isimlerle karşılaşmaktan dolayı sürmenaj olduğunu düşünebilir. Ki çoğu okurdan aldığımız tepkiler de bunu doğruluyor. Örneğin Ahmet Ümit’in en son kitabı hatırı sayılır bir okur kitlesinde (Ben dâhil olmak üzere) hayal kırıklığı yarattı. Bir marka gibi göründüğü için sadece meraktan alıp okuyanlar var artık. Böyle bir durumla karşılaşmak sizi de korkutuyor mu? Yani aynı kahramanlarla, sadece zaman ve mekân isimlerini değiştirip seri polisiye roman yazmak sizce sıkıcı mı, zor mu, yoksa kolaycılık mı?
Bir veya birkaç karakterin maceralarını işleyen seriler derken TV dizilerini kastetmediğinizi umarak işin kitap kısmını cevaplayayım: Bugün dünyada satılan ve okunan kitapların üçte biri polisiyedir. Bu polisiyelerin ne kadarı seri, bilmiyorum ama azımsanmayacak sayıda olduklarını biliyorum. Bir veya birkaç karakterin maceralarını birden fazla eserde okumaktan sıkılanlara önerim basit: Okumasınlar. Sonuçta okumanın, özellikle roman okumanın birinci amacı zevk almaktır. “Hoşça vakit geçirmek”tir. Sherlock Holmes ve Doktor Watson, Harry Bosch, Kurt Wallander, Bernie Rhodenbarr, Matthew Scuder, Rizzoli ve Isles, Philip Marlowe, Nero Wolfe ve Archie Goodwin, Arsène Lupin ve daha nicesi okur sıkıntısı çekmiyor, sorun edeceklerini zannetmiyorum. Sorunuza gelince: Korkutmuyor ve kolaycılık, roman yazmakla uğraşan herkesin hemfikir olacağını umduğum üzere, kesinlikle değil. Bilakis, devamlılık başta, pek çok öğeye özellikle özen gerektirdiğinden bence daha da zor. Sıkıcı da değil; sıkıcı olsa büyük bir kazanç sağlamayacağım bir şeyle neden uğraşayım? Bir de sonuçta kitaptan, insanın belki en harika, en güzel yaratımından bahsediyoruz. Bir yazar, bir kitap yazmış; bir okur beğenmiş, bir başkası beğenmemiş. Bunun kötü bir tarafı yok ki.
Agatha Christie de bu durumu sıradanlık olarak görmüş olacak ki, romanlarında sık sık başka kahramanlar yaratmış. Örneğin çok sevdiği Hercule Poirot’yu erken öldürerek, Miss Marple, Harley Quin, Mr. Pane, Mr. Satherwite, Albay Race, Tommy ve Tuppence gibi başka kahramanlar oluşturmuş. İleride sizin de Vedat ve Tefo dışında başka kahramanlar yarattığınız romanlarınızı okuyabilecek miyiz?
Agatha Christie’nin ne düşünerek farklı karakterler yarattığını bilemem elbette ama olabilir, belki dediğiniz gibidir. Yalnız Hercule Poirot’yu erken öldürmediğini belirteyim: Poirot’nun öldüğü son macera, meşhur hafiyenin ilk sahneye çıktığı kitaptan elli beş sene sonra, Christie’nin ölümünden bir yıl önce yayınlanmıştır. Aynı yolu izleyip başka kahramanları başrole oturtacak polisiyeler yazacak mıyım, bilmiyorum. Olabilir.
Türkiye Polisiye Yazarları Birliği’nden bahsetmek istiyorum, bu yıl ilk defa verilen ödül sonrasında okurlarımız merak ediyor çalışmalarınızı. Son genel kurulda ise, birliğin faaliyetlerine dernek olarak devam edeceğini öğrendik. Bize biraz bu süreçten bahsedebilir misiniz? Birliğin çalışmaları içinde yazarlara ve Türk Polisiyesine ne gibi katkılar sağladınız?
Birlik 2017 yılının Mayıs’ında yirmi polisiye yazarının bir araya gelmesiyle kuruldu. Bugün üye sayımız yüzü aşmış durumda ki polisiye edebiyatımız için gurur verici bir başarı olduğunu düşünüyorum. İlk genel kurulumuzda yönetim kurulu ve alt gruplar belirlendi. Bu gruplar, özellikle üyelerimizin ve eserlerinin tanıtımı üzerinde çaba sarf ettiler. Okurların ilgisini çekme, satış artırma konusunda bir etkimizin olduğunu biliyorum ve daha fazlası için elbette çabalayacağız. Bunlar dışında da planladığımız etkinlikler, vesaire var. Dediğiniz gibi, son genel kurulumuzda tartıştık, artı ve eksilerini tarttık ve dernekleşme, yani resmileşme kararı aldık. Dernek olmanın getireceği avantajları polisiye edebiyatımız yararına kullanmaya çalışacağız. Ancak unutmayın, Türkiye Polisiye Yazarları Birliği henüz bebek sayılır. Aramızda birkaç kişi haricinde daha önce bu tür bir çalışmada yer almış hiç kimse yok. Yapılanların büyük kısmı, tabiri caizse “el yordamıyla” yapıldı ve kazanılan deneyimler ışığında yapılmaya devam edecek. Ayrıca hiçbirimiz birlikle ilgili işleri profesyonel anlamda yapmıyoruz. Herkes gönüllü çalışıyor. Herkes vaktinden ve cebinden harcıyor. Örneğin, ödül gecesinin düzenlenmesi ve ödüllerin yaptırılması gibi masrafları yönetim kurulu karşıladı. Kristal kelepçe değerlendirmesine sunulan eserlerin (on altı ayrı tarihte yollanan on altı kitap) jüri üyelerine iletilmesini bir üyemiz gönüllü olarak üstlendi. Hatalarımız elbette oldu ve aramızda tartışıp çözüm yolları aradık ve bulduk. Hataları görüp bir daha yapmayacak denli kafası çalışan bir grup olduğumuzu söylesem herhalde hayır demezsiniz.
Birlik olarak bu yıl bir ilk gerçekleştirdiniz ve en iyi polisiye roman ödülü verdiniz. Polisiye roman kategorisi dışında en iyi polisiye öykü, polisiyeye katkıda bulunan en iyi kitap şeklinde başka kategoriler de görebilecek miyiz? Yoksa sadece en iyi roman ile sınırlı mı kalacak?
Elbette, olmasını çok istiyoruz. Ama farklı kategorilerde ödül vermek için farklı kategorilerde değerlendirmeye alınacak miktarda ürün gerekiyor ki şimdilik böyle bir durum söz konusu değil. İlaveten, Birlik, en azından şimdilik, üyelerinin eserleri arasında, üyelerin değerlendirmeye sunduğu eserlere ödül veriyor. Belirttiğiniz gibi, Kristal Kelepçe, kendi alanında (polisiyede yazarların yazarlara ödül vermesi anlamında) ülkemizde ilk defa verilen bir ödül. Ülkemiz şartlarında örgütlenmenin, meslek erbabını bir araya getirmenin zorluklarını takdir edersiniz. Bir kültürün oturması, gelenekleşmesi uzun zaman alır ve sabır ister. Gelecekte çok daha iyisinin olacağından kuşkum yok.
Kristal Kelepçe En İyi Polisiye Roman ödülünü kadın bir yazarımız aldı, sevgili Yaprak Öz. Kendisini tekrar tebrik ediyorum. Polisiye roman yazmanın daha çok erkek işi olduğunu düşünenlere de güzel bir örnek oldu. Bu ödülü verirken hangi kıstaslara göre değerlendirdiniz? Ödül oy birliği ile mi verildi?
Polisiye roman yazmanın erkek işi olduğunu düşünenler ciddi yanılıyorlar. Dünyadaki polisiye yazarları arasında kadın/erkek oranı, kadınların lehine 60’a 40 civarındadır. Kristal Kelepçe için araştırdık ve dünyada geçerli edebi değerlendirme kıstaslarını temel alan on iki kıstas belirledik. Ancak bir sanat eserinin asla sadece nesnel kıstaslarla değerlendirilemeyeceği de açık. Sonuçta sanattan haz almak, kişisel birikimden tutun, kişinin karakterine dek uzanan pek çok iç ve dış etkenin devreye girdiği, öznel bir meseledir. Dolayısıyla jüridekilerin kişisel beğenilerinin de değerlendirmede, söz konusu kıstaslarla birlikte doğal olarak rol oynadığını tahmin edersiniz. Oylamada her üye, değerlendirmeye alınan her kitaba, toplam kitap sayısı olan on altı üzerinden puan verdi. Bu puanlar toplanıp veren üyelerin sayısına bölünerek sonuca ulaşıldı.
Ödülü aldığına göre, aday olan diğer romanlardan belli ki bir farkı olmalı. Kazanan Farahnaz’ın Çiçeği romanını, diğerlerinden ayıran özellik ne oldu peki?
Kapağındaki çiçeklere bayıldık. Şakası bir yana, hemen belirteyim: değerlendirmeye sunulan eserlerin geneldeki yüksek kalitesi nedeniyle yapılan oylamada elde edilen sonuçlar için rahatlıkla “kıl payı” terimi kullanılabilir. On altı eser arasında birinci gelen Farahnaz’ın Çiçeği’yle ikinci gelen eser ve en düşük puanı alan arasında muazzam puan farkları yoktu. Farahnaz’ın Çiçeği’ni diğerlerinden ayıran neydi sorusuna her jüri üyesi farklı cevap verecektir. Kendi adıma öne çıkan yanının kurulan atmosfer ve ayakları yere basan muamma olduğunu söyleyebilirim.
Kristal Kelepçe ödülü, ilk yılı olması nedeniyle bazı yazar ve okur çevrelerinin de eleştiri ve merak konusu oldu. Tabii ki böyle güzel bir organizasyonla ilgili birçok soru geliyor. Örneğin, en merak edileni de jüri üyelerinin seçimi konusu. Jürideki isimler elbette ki değerli insanlar, lakin madem edebi konuda bir değerlendirme yapılacak, karar verici jürinin de bu konuda kendisini kanıtlamış, tecrübeli roman ustalarından seçilmesi daha doğru ve objektif bir karara varılmasında etkili olmaz mıydı?
Sorunuz, seçimin “doğru ve objektif” olmadığı imasını taşıyor. Jürinin belirlenmesinden başlayayım: Kristal Kelepçe ödülünü verme kararı başta olmak üzere, tüm kararlarımızı genel kurulumuzda, oylamayla alıyoruz. Dünyadaki diğer benzer oluşumları, verdikleri ödülleri, jürileri nasıl belirlediklerini araştırdık, bize uygun olan şekli bulmaya çalıştık. Öneriler getirildi, oylandı, ret veya kabul edildi. Sonuçta jürinin, yönetim kurulu ve okuma grubu üyelerinden oluşturulmasına karar verildi. Hazırladığımız şartname uyarınca, jüride bulunan ama değerlendirmeye eseri sunulanların jüri üyelikleri düştü. Değerlendirme sürecinde jüriye yönelik hiçbir üyemizden itiraz gelmedi. Gene değerlendirme sürecinde jüri üyeleri, aralarında hiçbir görüş alışverişinde bulunmadılar. Sonunda kararlaştırılan günde bir araya gelindi ve kazanan, o gün her üyenin yanında getirdiği puanların orada açıklanması, kıstasların tartışılması ve daha önce anlattığım şekliyle nihai puanların hesaplanmasının ardından belli oldu ve sonuç, ödül töreninde ödülün verildiği ana dek gizli tutuldu. Değerlendirmemizin olabilecek en adil şekilde gerçekleştiğine eminiz. Önümüzdeki yılın ödülleri için jüri, bu sefer genel kurula katılıp jüride yer almak istediklerini belirten üyelerimize ilaveten yönetim kurulundan jüride yer almak isteyen üyelerden oluştu. Tüm jüri üyeleri Genel Kurul tarafından oybirliğiyle kabul edildi. “Kendisini kanıtlamış, tecrübeli roman ustaları” derken kimleri kastettiğinizi, neyi kıstas aldığınızı bilemiyorum. Polisiye roman yazarlarının neredeyse tümü üyemiz. Dolayısıyla söz konusu “kendisini kanıtlamış, tecrübeli roman ustalarının aramızda olmaları gerekiyor. Eksik gördüğünüz, jüride mutlaka olmalıydı dedikleriniz varsa illa kongreye katılıp oy kullanmışlardır. Öte yandan, polisiye dışındaki roman üstatlarından bahsediyorsanız iki şey söyleyeceğim: birincisi, adından anlaşılacağı üzere, Polisiye Yazarları Birliği’yiz. Yazarlar birliği değil. İkincisi, polisiye dışında yazan üstatlarımız arasında polisiye eser değerlendirebilecek bilgi ve birikime sahip çok fazla kimsenin bulunduğundan kuşkuluyum.
Polisiye yazarlarının birçoğu, kitaplarının -ellerinde olmasına rağmen-, kitapevlerinin raflarına konulmamasından şikâyet ediyor. Bu durum yayınevlerinin performansına bağlı olmakla birlikte, POYABİR’in bu konuda bir çözüm önerisi var mı ya da gelecekte olabilir mi?
Bahsettiğiniz durum maalesef sadece yayınevlerinin yahut eser tanıtımıyla uğraşan diğer kurum ve kişilerin performanslarına bağlı değil artık. Ülkenin en büyük kitap satıcısı, alımlarını ve raf yerleştirmelerini, yazarların eserlerinin geçmiş satış performanslarını değerlendirerek gelecekteki satış olasılıklarını belirleyen yahut öngören diyelim, bir algoritmaya dayanarak yapıyor. Dolayısıyla mesela ilk iki romanı mağazanın belirlediği kârlılık oranına uzak kalmış bir yazarın üçüncü kitabını, kitap bir başyapıt, ne bileyim, mesela yeni bir “Suç ve Ceza” olsa bile vitrine, yeni çıkanlar rafına koymuyor. Hatta hiç almayabiliyor. Tam tersi durumun geçmişte çoksatar seviyesine ulaşmış yazarların yeni eserleri için geçerli olacağını tahmin edebilirsiniz. Satıcı açısından kâr amacı, bu düzen içinde anlaşılır bir şey elbette. Ama kitap, beyaz eşya veya (bir açıdan öyle olmasına rağmen) temel gıda değil. Dolayısıyla aynı zihniyetle satmaya çalışmak edebiyata, sadece edebiyata değil, eğitimden kültüre, her şeye zarar veriyor. Öte yandan bu durum, kitap satışları özelinde konuşuyorum, sürdürülebilir bir durum değil. Değişecektir. Şartlar, ülkenin ve dünyanın hali göz önüne alındığında kolay değil elbette. Sadece Poyabir değil, konuyla ilgili diğer kurumların da önerileri, çabaları var ama değişimin bugünden yarına olabileceğini düşünmek, had safhada hayal kırıklığına yol açabilir.
Peki, mevcut yayıncılık sektörünün durumu hakkında ne düşünüyorsunuz? Artık çok iyi kitapların değil, kötü yazılmış bile olsa çok satan kitapların yazarlarına önem verildiği bilinen bir gerçek. Kalitenin değil de, ticaretin işlediği bir anlayış hakim. Yazarlıkla alakası olmayan herkes kitap yazıyor, parası olan da kitabını bir şekilde bastırıp tanıtımını yapıyor. Polisiye kitaplar için de aynı eleştiri var. Buna katılıyor musunuz?
Parası olan kısmına kadar söylediklerinizin hepsine katılıyorum. Kitap bastırma meselesinde bir durup düşünmek lazım: Ülkemizde, hele muteber sayılan bir yayınevinden kitap bastırmak hiç kolay değil. Bunlar dışında kalanların çoğunluğu ya yazara telif ödemiyor ya da kitabı basmak için para istiyor. Başka, ülkenin durumuyla doğrudan bağlantılı can sıkıcı şeyler de var. Dolayısıyla “parasını verip” kitabını bastıranların tümünü hakir görmek bence mümkün değil. Sırf polisiyede değil, tümünde durum bu.
Dünyada kitap okuma oranları ve Türkiye’nin istatistiklerdeki yerine baktığımızda, ülke olarak ne yazık ki alt sıralarda bulunuyoruz. Örneğin; Japonya’da 1 kişi yılda ortalama 25 kitap okurken, Türkiye’de 6 kişi 1 kitap okuyor. Hal böyleyken, insanların kitap yanında bir de dergi satın alıp okumalarını bekleyemiyoruz. Alışverişten tutun, televizyon sektörüne kadar hemen her alanda dijitale döndük artık. Dedektif Dergi olarak biz de web platformu üzerinden okurlarımıza ulaşmaya çalışarak, özellikle yeni yazarları ve hikâyelerini okurlarla buluşturuyoruz. Bu sayede polisiyeci birçok yeni yazar kazandık. Peki, dijital yayıncılık hakkında siz ne düşünüyorsunuz? Polisiye yazarı ve POYABİR başkanı olarak Dedektif Dergi’nin yayınları hususundaki düşüncelerinizi merak ediyoruz. Beklentileriniz ve/veya tavsiyeleriniz varsa bizimle paylaşır mısınız?
Dijital yayıncılık yakından bildiğim bir konu değil maalesef. Ama polisiyeye hizmetin her türlüsünün hem şahsen hem Poyabir nezdinde baş tacı olduğunu gönül rahatlığıyla söyleyebilirim. Bizlerin, polisiye için çabalayanların en önemli işlevlerinden biri, eğitmek, öğretmektir. Dedektif Dergi, edebiyatın yanı sıra bu alanda da çok önemli bir boşluğu dolduruyor bence. Emek veren herkesi (ki yanılmıyorsam tamamı değilse bile çoğunluğu birliğimizin üyesi zaten) yürekten kutluyor ve ne olursa olsun yılmadan devam etmelerini diliyorum.
Biraz da magazine dönelim, Algan Sezgintüredi nasıl biridir, çabuk mu sinirlenir, gerçekçi mi yoksa hayalci biri midir, burcu nedir mesela? Ne yer ne içer, yazmak dışında başka nelerden hoşlanır? Kitaplarını okuduğu yazarın bu yönlerini de merak eden, tanımak isteyen okurlarımız var çünkü.
Gülmeyi, sohbeti severim. Gerçekçi olacak kadar hayalperestim. Haksızlığa tahammül edemem; o tip durumlar dışında sakinimdir. Bir faydasını görüyor muyum veya bir etkisi var mı, bilmiyorum ama burcum Koç, yükselenim Yay. Dereotu, pırasa ve bakla yemem. Nadiren kahve, çok değilse bile çay içerim. Sanatın istisnasız her dalını ve futbol ile basketbol başta, her tür spor müsabakasını izlemeyi severim. Beşiktaş taraftarıyım. Mümkün her ânımda müzik vardır.
Polisiye roman yazarlarının korkusuz oldukları düşünülüyor. Mesela karanlıktan korkmazlar, katillerden korkmazlar, vahşi cinayetler onları ürkütmez gibi şeyler.. Sizin korktuğunuz bir şey var mı peki? Ya da sizi en çok korkutan ne olabilir?
İnanır mısınız, ilk defa duyuyorum bunları. Başka yazarları bilemem ama korkularım var elbette. En büyük korkumsa korkularımın neler olduklarının başkaları tarafından öğrenilmesidir.
İzmir’de yaşıyorsunuz, ancak kitap tanıtımı, yayın ve kültür faaliyetlerinin büyük bölümü İstanbul’da gerçekleşiyor. Bu sizin için bir dezavantaj olmuyor mu? Sonuçta yazarlık, editörlük ve çevirmenlik yapıyorsunuz. POYABİR’de İstanbul’da olduğuna göre, hepsini birden takip etmek zor değil mi?
Olmaz olur mu, elbette oluyor. Ama hem gerekli olduğundan, hem severek yaptığımdan ve ayrıca, başka seçenek olmadığından, zor da olsa bir şekilde, becerebildiğimce hepsine yetişmeye çalışıyorum. Ayrıca, Erzurum doğumluyum ama sonuçta İstanbulluyum; annem ve pek çok akrabam, yakın arkadaşım orada. Üstelik İstanbul’daki bir yayınevinin editörüyüm. Dolayısıyla bir ayağım zaten hep İstanbul’da.
Sizin polisiye roman dışında yazdığınız, Süperben isminde farklı bir kitabınız daha var. Yapay zekâ, paralel evrenler, sicim teorisi gibi üzerinde çok konuşulacak bilimsel konulara değiniyorsunuz. Hepsi de bilimsel bir alt yapı gerektiren şeyler. Yazarken zorlanıp zorlanmadığınızı merak ettim. Tüm bunları bir araya getirip yazmak kolay şey değil doğrusu. Bize bu süreçten bahseder misiniz?
Doğru bilgiler aktarmak, doğru soruları sormak gibi hassas hususlar bir yana, diğer romanlarımdan daha fazla zorlanmadığımı söylersem yalan olur. Zorlandım, evet. Farklı bir anlatım tarzını yahut tadını denediğim için. Büyük hayranlık duyduğum Kurt Vonnegut’ı taklide veya isterseniz anıştırmaya da diyebiliriz, çalıştığım için. Bilimkurguyu çok sevdiğim için. Daha büyük sorumluluk hissettim açıkçası. Kitabın basılan halinin, yazdığım yirmi ikinci hali olduğunu söylesem inanır mısınız?
Süperben kitabının yazarına sormak istiyorum, sizin de bir süper kahramanınız var mı?
Süper kahraman kavramının altında insanın hayat karşısındaki çaresizliği yatıyor. “Kaçış edebiyatı” dedikleri şeyin bir parçası, bir tezahürü denebilir belki. Şudur diyebileceğim kahramanlarımın hiçbiri süper güçlere sahip değil. Üç tanesini hemen sayayım: Sherlock Holmes, Komiser Columbo ve Mister Spock. Bunlar hayali kahramanlar elbette ama ortak noktaları aynı. Hatta son ikisi, ilkinden türemiş karakterler ve Süperben’de söylemeye çabaladığım üzere, süper gücün “gri hücrelerimizde” yattığına inanıyorum. Ortaya çıkarılması öyle sihirli yüzük bulmakla, radyoaktif örümcek tarafından ısırılmakla, laboratuvar patlatmakla olmuyor. (Sihirli yüzük yok ve diğer ikisi muhtemelen canınıza mal olur.) Emekle, çabayla, çalışmakla, okumakla, öğrenmekle, cesaretle, istekle, fedakârlıkla oluyor. Sonuçta gerçek ortada: hepimiz insanız. Süper kahraman mı dediniz? Nutuk’un yazarı orada duruyor.
Beğendiğiniz yabancı polisiye yazarlar kimler, en çok kimleri okursunuz?
Arthur Conan Doyle ve Agatha Christie klasiğiyle başlayıp aklınıza gelebilecek Altın Çağ yazarlarının çoğunu severek okudum, okuyorum. Raymond Chandler ve Dashiel Hammet’ı severim. Daha yakındakilerden Maj Sjöwall/Per Wahlöö ikilisini, Michael Connely’yi, Eduardo Mendoza’yı, Petros Markaris’i, Henning Mankell’i, Lawrence Block’ı, Tess Gerritsen’i, Patricia Highsmith’i, Leo Malet’yi sayabilirim. Yakın dönemin gözdeleri İskandinav yazarları, çevirisini yaptığım biri haricinde şimdiye dek okumadım.
Sizce polisiye roman mı yoksa polisiye hikâye yazmak mı daha zor? Profesyonel diye tanımlayabileceğimiz polisiye yazarlarının büyük bölümü polisiye hikâye yazma konusunda tabir caizse tembeller. Sizce bunun sebebi nedir?
Sadece polisiye değil, hikâye yazmak zor bence. Ayrı bir beceri, ustalık gerektiriyor. Ben yazamadığım için yazmıyorum, diğer meslektaşlarımın sebeplerini bilemem ama tembellikle ilgisi olduğunu zannetmiyorum.
Romanlarınızda mizahi üslup hâkim ve kitaplarınızda yaşanan maceraları kahramanınız Vedat’ın ağzından öğreniyoruz. Bu bana, sevgili Armağan Tunaboylu’nun seri polisiye kitaplarını hatırlattı. Onda da bolca mizah var ve roman kahramanı Metin Çakır’ın ağzından dinliyoruz her şeyi. Sizce bir polisiye de mizah unsurunun bu kadar ağır basması, onun polisiye roman olma özelliğini geri planda bırakmış olmuyor mu? Sonuçta mizah ögesine fazlaca ağırlık verilmesi, polisiye unsurları da gölgede bırakabiliyor.
Tanıyıp arkadaşım diyebilme onuruna eriştiğim Armağan Tunaboylu’nun anlatım tarzının, hiçbir şey değilse bile sırf neleri yapabileceğime ışık tutması açısından, kendisine de söylediğim üzere, beni etkilediğini rahatlıkla söyleyebilirim. Mizah kısmına gelince: Polisiye roman, ne açıdan bakılırsa bakılsın hayata ayna tutar. Gülmeden yaşanan hayat, bilemiyorum katılır mısınız, pek katlanılacak şey değildir. Şöyle bakın: Oku atmak için önce yayı gerer, bir noktaya ulaştığınızda bırakırsınız. Bırakmayıp germeye devam ederseniz ya yay kırılır ya ip kopar. Dolayısıyla gerilim yüklü polisiye romanların iyileri mizahla bezelidir. Mesela Hercule Poirot, huylarını, kendi başına zaten bir karikatür olan Hastings’e dediklerini falan bir yana bırakın, sırf tipiyle bile komik bir karakterdir. Öyle olmasa başrol oynadığı öyküler ne kadar beğenilirdi, şu anki kadar beğenilmezdi bence. Keza Holmes’ün abartılı üstünlüğü karşısında Doktor Watson’ın adeta ayaklarına kapanır hali de gülünçtür. Gülünçtür çünkü özelliklerine bakarsanız (doktor, asker, cesur, dürüst, mert, vesaire) Watson, pek çok polisiye roman karakterinden daha sevilesi, daha sayılası bir kahramandır. Ama öte yandan gülünç değildir çünkü Conan Doyle’un Watson’a yaptırdığı şey, esasen aklın önünde eğilmek, yani bildiğiniz hümanizmdir. Nero Wolfe’un oturduğu yerden muamma çözmesi, Mike Hammer’ın “yumruklarıyla sevişmesi” ve diğer sert kahramanların bitirim hazırcevaplıkları, yaşlı bir kız kurusunun dedikodulara kulak vererek suçluları ortaya çıkarması, kanlı katillerle uğraşıp mütevazı aile hayatı süren komiserler, sürekli koka kola aşeren akıl hastanesi kaçkını dedektif, beş yaşında hayatın sırrını çözmüş bir çocuk ve daha pek çoğu mizah değilse nedir, bilemiyorum. Ama evet, elbette doz önemli: mizahta da gerilimde de.
Yeni çalışmalarınız var mı? Roman, çeviri, ya da farklı bir proje?
Çeviri ve editörlükle geçindiğimi söylemiştim. Dolayısıyla o tarafta yeni proje sürekli var. Biri bitiyor, yenisi başlıyor. Roman da var ama ne zaman fırsat bulup yazabileceğimi bilmiyorum şimdilik.
Algan Bey; bu keyifli, dolu dolu sohbetimize ve bize ayırdığınız zaman için tekrar teşekkür ederiz. Son olarak, buraya bir cümle bırakmanızı istesek bu ne olurdu?
Ben de ilginiz için teşekkürümü bir kez daha, sepetimdeki tek yumurtamla sunayım öyleyse: “Okuyun.”