Yeni Sayı Çıktı!

En son hikaye, röportaj ve yazıları şimdi tıklayıp ücretsiz okuyabilirsiniz!

Yeni Sayı Çıktı!

En son hikaye, röportaj ve yazıları şimdi tıklayıp ücretsiz okuyabilirsiniz!

AVCININ AVCISI

Diğer Yazılar

KOLOKAS

OZAN ILGIN 17: İNFERNO

YAPAY ZEKÂ

-I-

Hayvanlarımı beslemem lazım!

Hem içimdekini hem de beni dört gözle bekleyen, kanlı canlı olanı.

İstanbul’un sisli, puslu caddelerinde yürüyorum. Nereden çıktığı belli olmayan bir duman kaplamış ara sokakları. Soğuk bir kasım gecesindeyiz, ondan herhalde.  Yağmur sonrası ana yollar ışıl ışıl parlıyor, şehrin ışıklarını yansıtıyor. Fakat asfalt emmiyor dumanı, dışarı üflüyor sanki. Köşede bucakta saklanan, alenen gezinen, telaşla yürüyen insanlar var. Sarhoşu, hayat kadını, işten yeni çıkmışı… Her türlü insanı toplamış gece. Bense avımın peşindeyim. Çünkü Bruno’yu doyurma vakti geldi. Sıcak ete hasret günlerdir, dumanı üstünde tüten, metal kokan ete hasret. Bir görseniz, kötülüğü hissediyormuş gibi dişliyor eti. Pençesiyle düzeltiyor, alıyor çarpıyor yere, güreşiyor onunla resmen. Alt ettikten sonra hırsla, büyük lokmalar koparmaya başlıyor. Seyrediyorum Bruno’yu, büyük bir zevkle seyrediyorum.

Bruno, bir Bengal Kaplanı. Sırtı dik, yürüyüşü vakur, bir oturuşta bir adamı yer bitirir. Adama alıştırdım hayvanı, daha yavruyken aldım ve hep adam etiyle besledim. Arsız adamları avlıyorum, avlayıp avlayıp Bruno’ya getiriyorum. Keyifle tüketişini, arsızlığı çiğneyişini izliyorum.

Bugünlerde çıkmıyorlar karşıma arsızlar!   

***

Erken konuşmuşum çünkü birden onu görüyorum. O… Tek eli kulağına tuttuğu telefonla dolu, diğer eliyle bir kadını çekiştiriyor. Telefondakine “Sen bekle, yarım saate ordayız,” diyor. Kadın telaşlı, kurtulmak istiyor adamın demir bir prangaya dönüşmüş ellerinden. “Gitmek istemiyorum bu gece,” diyor.

Anladığım şu: O bir hayat kadını ve yanındaki onu zorla pazarlamaya çalışan ‘aracı’sı. Daha iyi anlamak için yaklaşıyorum yanlarına. Arsızlığı hakkında emin olmak için… Kimseyi sebepsiz yere Bruno’ya yem etmem!

“Abicim, sen rahat ol, kız yarım saate koynunda,” diyor aracı ve ben katı bir kesinliğin içinde buluyorum kendimi. Hemen de nasıl anladım! Yıllarımı gecelere ve kanı kirli adamlara verdim ne de olsa. Çok uzaktan da olsa tanıyorum onları. Gündüz kimlerle karşılaşacağımı bildiğim gibi gece kimlere toslayacağımı da çok iyi biliyorum. Gecenin dili ayrı gündüzün dili ayrı… Bir yerde aynı mahur bestenin farklı tınılarda çalınmış halleri, dert aynı, tasa aynı, sadece dil farklı…

Aracının ölümüne aracılık edeceğim. Kesinleşti bu! Kabarttığı Amerikan kesimi saçlarının, gür sakalının durduğu kafasını yerinden sökmek niyetim. Dar pantolon giymiş bir de, İtalyan kesimi! Ayakları kırk beş numara olmalı, kısa ve dar paçalarının altında sırıtıyor. Ayakkabıları palet gibi görünüyor. Her haliyle piyasa adamı, her haliyle paspal ve bayağı! Bruno’nun midesine layık. ‘Bu görüntünün altında mı kötü bir insan olur yoksa kötü olduğu için mi böyle giyinmiştir,’ diye düşünüyorum bir süre. Aklım bir sürü ihtimalin içinde boğuşuyor. Bunları düşünmenin vakti değil, yanındaki kadına nasıl davrandığını gördüm. Bruno’nun midesine giden bileti kazandı çoktan. Biletin bir an önce kesilip trenin yola çıkması lazım.

Çuf çuf yapacağız seninle, trencilik oynayacağız!

***

“Pardon birader!” diyerek yaklaştım, bunlar bu dili kullanırdı herhalde. Telefonu kapatmış, kollarından sımsıkı tuttuğu kadınla birlikte taksi bekliyordu. Boş boş baktı yüzüme, sonra, “Ne var?” dedi kabaca.

“Bu gece gönlüm hoş olsun istiyorum,” dedim kadına bakarak. “Cebim para dolu, benim gönlüm hoş olmasın da kiminki olsun?”

“Kadının sahibi var, hadi işine bak,” dedi. Tam da beklediğim cevaptı. Çantamdan bir tomar yüz doları çıkarıp yüzüne doğru salladım. Bakışları değişti bir anda. “Bir gecelik mi?” diye sordu. Yumuşamaya başlamıştı.

“Evet, bir gecelik,” dedim.

“O desteden bir tane daha varsa kız senindir!”

“İki deste daha var…”

“Yani?”

“Yanisi şu: iki deste daha var. Tüm para senin olabilir. Yalnız benim bir şartım var.”

“Neymiş o?”

“Sen de geleceksin ve… Bizi izleyeceksin.”

“Neyi izleyeceğim?”

“Canım iş üstündeyken, anlasana!”

 Anlayacağınız üzere bu bir tuzaktı. Aracıyı başka bir bahaneyle eve götürsem inandırıcı olmayabilirdi. Fantezi peşinde koşan paralı adam rolüne büründüm. Gözlerimdeki ciddiyetten anladı her şeyi. Yalan söylemediğime emin oldu. Nasıl oluyorsa böyle durumlarda bu kadar net ve rolüme kendim de inanmış olarak bakabiliyorum.

“Anladık!” dedi, “Yalnız bizim mekâna gideriz. Bir gecelik kirayı da verirsin!”

Elimdeki yüz dolarları gösterip “Bir deste daha versem de bana gitsek?”

Aracının yüzü değişti bir anda. “Oyun mu oynuyorsun lan sen benle?”

“Oyun diyorsan öyle olsun. Fantezi işte! Bu kadar parayla satın alınabilecek bir fantezi gibi geldi bana.”

“Evin nerede?”

Aracı yumuşamaya başlamıştı. Sakince tarif ettim adresi.

***

Girdiğimiz anda sapladım bıçağı boynuna. Kız şaşkına dönmüş, bir süre sessiz kalmıştı fakat şaşırması geçince bastı çığlığı. Kanlı ellerimle ağzını kapadım hemen. “Sana bir şey olmayacak,” diye fısıldadım kulağına. “Tabii, sessiz durursan!”

Kızı bağladım, feryat figan etmemek için zorluyordu kendini. ‘Vık’lıyordu iki de bir. Bütün kaslarının, özellikle boynundakilerin kasıldığını, damarlarının kabardığını görebiliyordum. Şah damarı ilişti bir anda gözüme. Şişmiş, üç buçuk atıyor. Bıçağımın ucuyla bir kesik atmak geçti içimden fakat tuttum kendimi. Günahsız birinin kanını bulaştıramazdım yerdeki İran halısına. Aslında gözüm gibi baktığım bu halıya kimsenin kanını bulaştırmazdım. Çoğundan daha değerliydi.

Salona, adamımın yanı döndüm. Bıçak darbesi koca bedenini çoktan yıkmıştı yere. Kan gölü başının altında toplanmıştı. Dili sarkmıştı dışarı bir fazlalık gibi. Önce koparıp onu aldım. Duvar tarafındaki perdeyi sıyırdım. Bruno çıktı ortaya bütün heybetiyle. Kafesinde dört dönüyordu. Dili attım önüne, bir lokmada, çiğnemeden yuttu. Daha fazlasını istiyordu. Et yığını yanımdaydı, azıcık azıcık parçalar kopararak sabaha kadar doyuracaktım yine hayvanımı. Hep yaptığım gibi.

Sabah olunca kızı kafasına siyah bir çuval geçirip şehir merkezine götürdüm. Serbest bıraktım orada. Bana bulaşmayacağına, evimi polislere tarif edemeyeceğine emindim. Evim, benim mabedim,  ormanın içinde zaten, bulması neredeyse imkânsız.  Bulunduğum bölgede üç dört ev var sadece. Gizli bir vaha gibi, pek kimsenin haberi yok bu evlerden. Birkaç şanslı insanız işte! Genelde yazın kullanıyorlar burayı diğer ev sahipleri. Av merakı olanların kışın uğradığı da oluyor. Onlar geyik avlıyor, tavşan avlıyor. Benimse ne avladığım belli.

-II-

Birkaç gündür takip ediyorum onu. Belirli bir ahlak anlayışı var, takdire şayan. Fakat tutunduğu incecik bir dal, koptu kopacak. Karnının genişliği iki adımda kat edilecek dar bir oda kadar. Ona kalsa herkes ölmeyi hak ediyor. Ölüm hak edilir mi hiç? Ölüm bir zorunluluktur. Hepimiz öleceğimize yemin ederek gelmedik mi bu dünyaya?

Her neyse, adamımın sonu intihar, ben baştan söyleyeyim. Dediğim gibi incecik bir dala tutunuyor, kıstasları, kıyaslamaları çok zayıf argümanlara dayanıyor. Bir adam kadın satıyorsa ölmeli, hele ki kadını çalışmaya zorluyorsa kesin ölmeli!

Ben de öldürüyorum. Benimki daha çok bir tanrıcılık oyunu… Kendimi iyi hissediyorum. Daha ötesi yok, sayfa sayfa, kelimeler dolusu açıklama yapacak halim yok. Ben kendimi böyle kabullendim. Avcının avcısıyım ben. Daha doğru bir ifadeyle, kendini avcı zanneden, kendince adalet dağıtan avcıların avcısıyım.

En büyük kozum bir av gibi davranmayı çok iyi becerebilmem.

Adamımız son avını kaplanına yem etmiş, şimdi aylak aylak geziyor İstanbul sokaklarında. Peşinde olduğumun hiç farkında değil. Biraz sonra görüş alanına gireceğim, beni avlamak için peşime düşecek. Ava giderken avlanacak aslında.

Bir torbacı rolü iyi gider bugün. Torbacılardan nefret ettiğine eminim. Alkolik bir annenin ve uyuşturucu bağımlısı bir babanın ellerinde büyümüş yedi yaşına kadar. Anne ve babası kafaları güzel olduğu bir gün arabaya binince yalnızlık başlamış adamımız için. Yalnızlık güzel şey aslında, kıymetini bilenlere tabii. Ben de yalnız büyüdüm. Geldiğim noktadan hiç de şikâyetçi değilim. Fakat adamımız öyle mi? Her öldürdüğü adam, suyun dibinde biriken tortu gibi çöküyor vicdanına. Sürekli onların çok kötü olduklarını söylüyor kendisine. Eylemine haklı gerekçeler arıyor.

***

Fark ediyor beni hemen. Yağmurlu bir havada bir durağa sığınmışız. Durağın bir ucunda ben diğer ucunda o. Arada birkaç insan silueti var, saydam görünüyorlar. Kanlı canlı olan biziz, ben ve o. Şapkanın üzerine geçirdiğim kapüşonumun altından bakıyorum ona. Bakışlarımdaki hastalığı yakalıyor hemen. Yanına gidiyorum, “Çok iyi mal var elimde, ister misin?” diye soruyorum. Şaşırıyor, öylece bakıyor yüzüme, ne diyeceğini bilemiyor. İlk defa avı onun ayağına gelmiş. “Ne malı?” diye soruyor. “Anla işte! İyi bir mal için öleceğini hissettim,” diyorum. Birkaç saniyelik bekleyişin ardından, beni ve hastalıklı bakışlarımı iyice bir tarttıktan sonra, “Fena olmazdı aslında,” diyor. Ava başladığını anlıyorum, ağıma düştüğünü de aynı zamanda.

Evine davet ediyor beni. Öyle ulu orta olmazmış. Kabul ediyorum. Eve girer girmez bıçağı saplıyorum boynuna. Gözleri iri iri açılıyor, ölüme giderken şaşkınlıkla bakıyor yüzüme. Av olduğunu o an anlıyor. Bruno’nun homurtuları geliyor içeriden.

Kafesin kapısını aralayıp çıkıyorum evden.

Önceki İçerik
Sonraki İçerik

En Son Yazılar