Yeni Sayı Çıktı!

En son hikaye, röportaj ve yazıları şimdi tıklayıp ücretsiz okuyabilirsiniz!

Yeni Sayı Çıktı!

En son hikaye, röportaj ve yazıları şimdi tıklayıp ücretsiz okuyabilirsiniz!

B A S T O N

Diğer Yazılar

Gencoy Sümer
Gencoy Sümerhttps://gencoysumer.com/
Gencoy Sümer İTÜ İşletme Fakültesi'nden mezun oldu. Daha sonra İstanbul Üniversitesi İktisat Fakültesi'nde Master ve Doktora yaptı. www.polisiyedurumlar.com sitesini kurdu ve internette pekçok öykü ve makaleleri yayınlandı. İlerleyen yıllarda Dedektif'in kurucuları arasında yer aldı. İlk polisiye romanı Feneryolu Cinayetleri 2017 yılında, Göl Kıyısındaki Ev & Gizemli Öyküler ve Aile Sırrı & Bir Percule Hoirot macerası 2018 yılında yayınlandı. Gencoy Sümer'in polisiye dergimizde yayınlanan eserlerini bu sayfada bulabilirsiniz.

Kamile Atasoy, ihtilalle sonuçlanan 1960 yılındaki kargaşa dönemi durulur durulmaz, eniştesi Seyfi Sabuncu’yu Dragos’daki evinde ziyaret etmeye karar verdi. Bir mektup yazarak, cuma günü geleceğini, birkaç gün kalacağını bildirdi. “Aramızdaki şu eski meselenin artık kökünden çözülmesini istiyorum. Umarım buna hazırsınızdır,” demeyi de unutmadı.

Emrivaki yapmadan eniştesiyle görüşemeyeceğini biliyordu. Neredeyse bir yıldır bütün iletişim talepleri sonuçsuz kalmış, her seferinde akla uygun, mantıklı gerekçelerle nazik bir biçimde reddedilmişti. Bu gerekçelerin en başında Seyfi Bey’in sağlık sorunları geliyordu. Devrik hükümet tarafından gazetesine mühür vurulduğu günden beri adamın bir ayağının çukurda olduğunu bilmeyen yoktu zaten. Gazetenin kapatıldığı günün akşamında geçirdiği kalp krizi de gizli bir olay değildi. Kamile Hanım onu yattığı hastanede ziyaret etmiş, ne kadar bitkin ve ızdırap içinde olduğunu görerek elinde olmadan üzülmüştü.

Gerçek şu ki eniştesini hiç sevmezdi. Son yıllarda ona karşı kızgınlık ve öfke de duymaya başlamıştı. Adam hasta ve yaşlıydı ama aynı zamanda bir tilki kadar kurnaz ve açgözlüydü. Ablası Ferhunde’nin ölümünden sonra bütün malın mülkün üstüne oturmuş, söz verdiği halde kendisinin ve yeğenlerinin payını dağıtmamakta garip bir direnç göstermişti. Tam dört yıldır, karısından kalan büyük ekonomik varlığı tek başına yönetiyor, kimseye hesap vermeye yanaşmıyordu. Yatağa düşmüş, doktorsuz ve ilaçsız yaşayamaz olmuş ama gene de ipleri elinden bırakmamıştı.

Tartışılan miras bir-iki tarla ve evden ibaret olsa üzerinde durmaya bile değmezdi. Oysa, sayısız gayrimenkuller, araziler, çiftlikler, meyve ve zeytin bahçeleri ve bir sabun fabrikasından oluşan hatırı sayılır bir servet söz konusuydu. Bu büyük zenginliğin tamamı, Kamile’nin ablasına aitti. Ona da oldukça karmaşık ve koşullu bir vasiyet sonucu babaanneleri Sabahat Hanım’dan miras kalmıştı.

Dragos’taki ev, denize dimdik inen bir yamaçtaydı. Harika bir manzarası vardı. Aslında yazlık olarak kullanılmak amacıyla inşa edilmişti ama eniştesi, eşinin ölümünden beri sürekli bu evde oturuyordu. Hastalanınca, kendisiyle ilgilenmesi için İzmir’de otel işleten erkek kardeşini de yanına çağırmıştı. Zavallı Cevat, abisinin her sözünü dinler, onun her isteğini fazla sorgulamadan yerine getirirdi. Bunun nedeni abisine duyduğu sevgi ve saygıdan çok, ona olan maddi bağımlılığıydı. Seyfi Bey’in emriyle otelini satmış, tası tarağı toplayıp Dragos’a gelmişti. Zaten otelin neredeyse tamamı abisine aitti.

Kamile Atasoy, ‘Zavallı adam,’ diye düşündü. ‘Seyfi Bey’in keyfi için işini bozmak zorunda kaldı. İzmir’den kalkıp buralara geldi. Aslında o da genç sayılmaz. Abisinden sadece yedi yaş küçük. Ama sağlıklı, gücü kuvveti yerinde. Eniştem bencilin biridir. Kendi gemisi yürüsün de ne olursa olsun. Beni bile yıllardır oyalamıyor mu? Ya parasız pulsuz biri olsaydım? Kim bilir ne eziyetler edecekti bana?’

Evde hizmetçi dışında belirgin değişiklik yoktu. Emektar Ayşe Hanım, otuz yıl çalıştıktan sonra emekli olup Beykoz’daki köyüne dönmüş, onun yerini Nejla adında genç bir kız almıştı. Eniştesinin yeni hizmetçiye epey yüksek bir ücret ödediğini tahmin etmek zor değildi. Çünkü, hem yemek yapmak, hem ortalığı çekip çevirmek, hem de Seyfi Bey’in aksiliklerine, huysuzluklarına katlanmak için hamarat ve çalışkan olmak yetmezdi. Sabırlı ve sakin olmak da gerekirdi.

Kapıyı açan Nejla’ya küçük seyahat çantasını ve paltosunu veren Kamile, kendinden emin tavırlarla salona girdi. Terasa açılan pencereden Adalar’a baktı bir süre. Manzara gerçekten güzeldi ama eniştesinin Çengelköy’deki yalısı dururken gelip burada oturmasının sebebi bu olamazdı. Ketum bir adamdı Seyfi Bey. Çok konuşurmuş gibi yapıp aslında hiçbir şey söylemeyenlerdendi. Ablasının hastalığını günlerce saklamıştı yakın akrabalarından. Kamile ve kuzenleri gerçeği öğrenince çok kızmışlardı ama adama da bir şey diyememişlerdi.

Az sonra Cevat geldi yanına. Bir müddet havadan sudan konuştular.

Kamile eniştesini sordu. “Sahi, nerde o? Evde değil mi?”

“Evde,” dedi Cevat. “Odasında dinleniyor. Bilirsin, her sabah erkenden kalkıp kahvaltıdan önce yürüyüşe çıkar. Yıllardır hiç değiştirmedi bu âdetini. Ama şimdi çabuk yoruluyor. Akşama kadar inmez aşağıya.”

Kamile, “Ben de biraz dinleneyim öyleyse,” dedi. “Sarıyer’den buraya gelmem üç saat sürdü.”

“Nasıl istersen. Sana her zamanki odanı hazırladı Nejla. Akşam yemeği saat yedide.”

***

Kamile, evdeki pek çok şey gibi odasını da aynen bıraktığı gibi buldu. Bu onu biraz sevindirdi. Çiçekli perdeyi aralayıp dışarıya baktı. Bahçe duvarı alçak olduğundan, önünden geçen dar yolu rahatlıkla görebiliyordu. Onun ötesindeyse yemyeşil kırlar uzanmaktaydı. Genç kızken oraya çilek toplamaya gittiklerini hatırlayıp içini çekti.

Saat tam yedide aşağıya indi. Eniştesi ondan önce gelmiş, yemek masasındaki yerine oturmuştu bile. Baldızını görünce bastonuna tutunarak ayağa kalktı. İki ezeli düşman, alaycı bakışlarla birbirlerini tartarak kucaklaştılar.

“Hiç değişmemişsin Kamile. Hatta geçen yıllar sana yaramış.”

“Sen de öyle, enişte. Maşallah direk gibisin.”

Gerçekten de adam sapasağlam görünüyordu. Zayıf ama dinçti. Hiç de öyle bir ayağı çukurdaymış gibi bir hali yoktu.

Karşılıklı bir iki imalı sözden sonra yemeklerini yemeye başladılar. Bir süre masada sadece çatal bıçak sesleri duyuldu. Kabak tatlısının son parçasını zevkle çiğneyip yutan Seyfi Bey sandalyesini geriye doğru itti.

“Şeker hastası olmadığıma her gün şükrediyorum. Yoksa bu lezzetlerden mahrum yaşamak zorunda kalacaktım. Gene de fazla zamanım kalmadığını biliyorum.”

Kamile sesini çıkarmadı. Kabak tatlısını beğenmemişti. Masadan kalkmaya hazırlanıyordu ama eniştesi oturmasını söyleyince durakladı.

Seyfi Bey dudaklarını peçeteyle sildikten sonra “Sana bir hediyem var,” dedi.

Kamile bunu hiç beklemiyordu. Kuşkuyla eniştesine baktı.

“Aslında bunu ne zamandır yapmak istiyordum,” diye devam etti sözlerine yaşlı adam. “Araya hastalık, şu, bu girince unuttum. Sen de uzun zamandır gelmedin. Dün mektubunu alınca ilk işim onu bankadaki kasadan eve getirtmek oldu.”

Seyfi Bey, baldızının kendisine şaşkın şaşkın baktığını görünce, “Ablanın zümrüt gerdanlığından bahsediyorum,” diye açıkladı. “Daha doğrusu babaannenizin gerdanlığı. Ablan sana vermemi söylemişti. Ailenizin yadigârı. Bizim çocuğumuz olmadığı için onu sana teslim etmem gerekiyormuş. Gerisini sen halledersin. İster kızına ver, ister sat; orası beni alakadar etmez.”

Bir an ne diyeceğini bilemeyen Kamile, “Beni şaşırttın enişte,” diye mırıldandı.  Sonra hemen toparlanarak sertçe sordu.  “Gerdanlık nerede şimdi? İnşallah nereye koyduğunu unutmamışsındır.”

Seyfi Bey’in yüzüne kurnazca bir gülümseme yayıldı. “Dur bakalım Kamile Hanım. Henüz bunamadım. Odamdaki çekmecede duruyor. Yarın sabah veririm. Endişelenme.”

“Neden şimdi değil de yarın sabah veriyorsun? Madem yüce gönlünün böyle bir cömertlik yapacağı tuttu…”

Yaşlı adam soğuk bir ifadeyle baldızını süzdükten sonra, “Yüce gönlümün bir şey yaptığı yok,” dedi. “Ferhunde’ye verdiğim sözü tutuyorum hepsi o kadar. Ama daha önce halletmemiz gereken başka işler var.”

“Ya, neymiş onlar?”

Seyfi Bey cevap vermek yerine yine kurnazca gülümsemekle yetindi.

Kamile, babaannesinin gerdanlığına sahip olacağı için sevinmişti ama bunun altından bir çapanoğlu çıkacağından da emindi. Eniştesi durup dururken kimseye iyilik yapmazdı. O gerdanlığı ve daha başka bir sürü aile mücevherini yıllar önce kendisine teslim etmesi gerekirken, ondan saklamayı tercih etmişti. Sadece mücevherler değildi tabii Kamile’den kaçırdığı. Koskoca bir servet söz konusuydu.

Masadan kalkıp salona geçtiler. Nejla’nın getirdiği kahveleri içerlerken Seyfi Bey yeni projesini anlatmaya başladı.

Bir vakıf kurmaya karar vermişti. Ferhunde’nin adına okul yaptıracak, ihtiyacı olan öğrencilere burslar verecek, fakir ailelerin çocuklarını üniversiteye kadar okutacaktı. Tabii bu yüzden mirasçıların paylarında önemli bir azalma olacaktı ama böylesine soylu bir işe kalkışırken biraz fedakârlık yapmaktan kimseye bir zarar gelmezdi.

Kamile, kesinlikle aynı fikirde değildi.  Ablasından kalan mirasın kapsamı belli olmadan tek bir kuruş harcanmasını istemiyordu. Düşüncelerini yüksek sesle söyledikten sonra başlayan kısa sessizliği Seyfi Bey’in sinirli kahkahası bozdu.

“Bu vakıf kurulacak Kamile Hanım. Ferhunde’nin bana vasiyeti var. Ben bütün malımı mülkümü vakfa bağışlayacağım. Sen de ablandan gelen her kuruşu bu vakfa yatıracaksın.”

Kamile’nin gözlerinde bir anda öfke kıvılcımları oluştu. Herkesin bildiği o klasik kavga yeniden başlamıştı.

Tartışma giderek büyüdü. Eski defterler açıldı, geçmişin kapanmamış hesapları ortaya döküldü. Sonunda Kamile büyük bir kızgınlıkla ayağa kalkarak “Allah’tan tek dileğim, bir an önce ölüp gitmen Seyfi Efendi,” diye bağırdı. “Senden kurtulmadıkça bana bu dünyada rahat yok!”

Hışımla salonu terk edip odasına çıktı.

Eniştesinin tavırları, sinirlerini alt üst etmişti. Zümrüt gerdanlık rüşvetiyle bütün mirasın üzerine oturmaya kalkıştığını düşündükçe eli ayağı titriyordu.

“Neymiş efendim? Vakıf kuracakmış!..”

Sinirinden ağzına geleni söylemişti ama endişelenmiyor da değildi. Hatta bu kadar çok öfkelendiği için biraz da pişmandı.

“İster misin yarın gerdanlığı vermekten vazgeçsin? Bu vakıf işi olmazsa gerdanlığı unutmam lazım.”

Canı sıkılmıştı. ‘En iyisi yatıp uyumak,’ diye geçirdi içinden. Ama uzun süre uyku tutmadı. Üstelik yatağı da rahat değildi. Bir sağa, bir sola dönüp durdu. Tam dalacağı sırada koridordan gelen ayak sesleri uykusunu yeniden kaçırdı.

‘Eniştem daha yeni yatıyor. Bu saate kadar oturmuş. Onun da keyfi kaçtı demek… İyi, iyi… Buna sevindim…’

Kamile sonunda uyudu ama bu sefer de kötü kötü rüyalar gördü. Derken, bir gürültü oldu ve uyandı. Galiba biri evden dışarıya çıkmış, çıkarken de kapıyı çarparak kapatmıştı. Bu münasebetsizliği yapanın eniştesinden başkası olamayacağını düşündü. Pencereden bakınca yanılmadığını anladı. Seyfi Bey, buz gibi havada, kalın, ekose ceketini giymiş; pantolonunu çizmelerinin içine sokmuş, bastonuna dayanarak ağır ağır bahçe kapısına doğru yürüyordu. Kasketinin üzerinden geçirdiği yün atkısını boynuna sıkı sıkı dolamıştı.

Kamile, görünmemek için tülün arakasına saklanmaya çalıştı ama boşuna bir çaba oldu bu. Işığı yakmamasına ve havanın da alacakaranlık olmasına rağmen görüldüğünü, bahçe kapısını kapatmak için dönen eniştesinin kendisine el sallamasından anladı. O da mecburen ona karşılık verdi.

Arkasından bakarken “Bastonsuz yürüyemiyor,” diye düşündü.

Onun yaşındaki bir insanın, sabah karanlığında kırlarda dolaşması da tuhaftı. Gerçi, koru uzak bir yerde değildi ama yaşlı biri için yakın da sayılmazdı. Hatta tehlikeli bile olabilirdi. Düşebilir, yaralanabilir, başına bir kaza gelebilirdi. Oralarda kendisine yardım edecek birini de bulamazdı. Çevrede hemen hemen hiç ev yoktu. En yakın bina dört-beş kilometre uzaklıktaki bir süt çiftliğiydi. Hele sabahları ortalık büsbütün tenha olurdu. Eniştesinin başına bir kaza gelse, ona yardım edecek biri ancak saatler sonra ortaya çıkabilirdi.

Bir kaza…

Birden Kamile’nin yüzünde garip bir ifade belirdi. Uykusu artık iyice kaçmıştı. Saatine baktı, yediye geliyordu. Derhal bir plan yapmalıydı. Fazla zamanı kalmadığını hissediyordu.  Meseleyi bugün kökünden halletmeliydi.

***

Cevat, denize inen yamaçtaki merdivenin basamaklarını oflaya puflaya tırmanan Kamile’ye terastan seslendi. “Kahvaltı hazır! Çayları koydum bile!”

Kamile, “Geliyorum, geliyorum,” dedi.

Nefes nefese son basamakları çıktı, terasa gelince gördüğü ilk sandalyeye oturdu.

“Bir daha mı? Asla bu merdivenlerden ne inerim, ne çıkarım. Bittim ayol.”

Cevat, “Denize kadar indin mi?” diye sordu.

Kamile, “Yok canım,” dedi. “Merdivenlerin yarısından döndüm. İyi ki inmemişim. Yoksa kalp krizi geçirebilirdim vallahi.”

“Zaten sahilde artık bir şey yok,” dedi Cevat. “Abimin eski sandalından başka. Onu da kullanmayalı yıllar olmuştur.”

Kamile ayağa kalktı. “Eniştem nerede sahi? Döndü mü? Onunla konuşmam lazım.”

Cevat, “Dönmüştür herhalde,” dedi. Ben mutfaktaydım, kahvaltıyı hazırlıyordum.”

Kamile şaşırdı. “Kahvaltıyı sen mi hazırladın? Nejla’ya ne oldu?”

“O bugün izinli,” diye açıkladı Cevat. “Dün gece çıktı. Ümraniye’de hasta bir kız kardeşi var. Onun yanına gidiyor.”

“A, ne zaman çıktı, ben duymadım.”

Cevat bakışlarını kaçırarak cevap verdi. “O sırada hararetle tartışıyordunuz.”

Birlikte eve girdiler. Kahvaltı masası hazırdı ama Seyfi Bey ortalıkta yoktu. 

Kamile saatine baktı. “Dokuzu geçiyor. Eniştem tekrar uyudu galiba.”

Cevat, “Ben gidip bir bakayım,” dedi. “Sen kahvaltıya başla. Pastırmalı yumurta yaptım. Soğumasın.”

Kamile, Seyfi Bey’i uyandırmaya giden Cevat’ın arkasından bir süre baktıktan sonra masaya oturdu ve pastırmalı yumurtasından bir lokma alıp ağzına attı. “Mm, enfes olmuş,” diye mırıldandı kendi kendine. “Tam kıvamında pişmiş. Bu adam işi iyi biliyor. Herhalde yıllarca otelcilik yaptığı için. Sofrayı da ne güzel donatmış. Bir kuş sütü eksik.”

Çay bardağını dudaklarına doğru götürdüğü anda Cevat masanın başında belirdi.

“Abim odasında değil.”

“Yürüyüşten dönmemiş mi?”

“Galiba dönmemiş.”

“Ama iki buçuk saatten fazla oldu o dışarı çıkalı. Dönmüş olması gerekmez mi?”

Cevat düşünceli bir tavırla başını salladı. “Çoktan evde olması lazımdı. Bir saatten fazla sürmez yürüyüşleri.”

“Merak ettim şimdi,” dedi Kamile. “Başına bir şey gelmemiştir umarım.”

Cevat, endişeli bir sesle “Bilmem ki,” diye mırıldandı.

Kapının zili çalınca ikisi de birbirlerine baktılar.

Kamile, “Hah işte,” dedi, sandalyesini arkaya itip yerinden doğrularak. “Döndü galiba.”

Cevat, telaşla kapıya koştu ve açtı. Karşısında hiç tanımadığı uzun boylu, kumral tenli, mavi gözlü bir adam duruyordu.

Yabancı, “Günaydın,” dedi. “Umarım çok erken gelmedim. Adım Kerim Ülkü. Seyfi Bey, bu sabah beni bekleyeceğini söylemişti.”

***

Kamile, “Eniştem dışarıda,” dedi. “Kapı çalınca onun geldiğini sandık. Siz ne için görecektiniz eniştemi?”

Kerim Ülkü, “Hasan Ağa’nın bir kitabı için,” dedi.

Kamile ile Cevat şaşkınlıkla birbirlerine baktılar.

Kerim Ülkü, “Bu bir el yazması,” diyerek sözlerine açıklık getirdi. “Hasan Ağa, Abdülaziz döneminde sarayın Üstüdan-ı Matbah-ı Has’ıydı.”

“Öyle mi?”

“Yani baş aşçısıydı. Hasan Ağa aynı zamanda benim büyük dedem olur.”

Kamile, “A, şimdi anladım,” dedi.

Seyfi Sabuncu’nun sayısız hobilerinden biri de eski antika kitapları toplamaktı. Özellikle de el yazmalarını.

Kerim Ülkü, “Seyfi Bey yazdığı mektupta bugün saat dokuz buçukta gelmemi istemişti. Gerçi biraz erken geldim ama geç kalmaktan iyidir. Umarım rahatsız etmedim.”

Kamile gözünün ucuyla salondaki saate baktı. “Kitabı satın almak istiyorsunuz, onun için geldiniz, değil mi?”

Kerim Ülkü, “Evet,” dedi. “Fiyat konusunda anlaşmıştık.”

Cevat tam bir şey söyleyecekken kapının zili gene çaldı. Bu kez gelen üniformalı genç bir polisti.

“Seyfi Sabuncu bu evde mi oturuyor?”

Kamile, sağ elini göğsünün üzerine götürdü. Heyecanlandığı zaman hep böyle yapardı.

“Evet, ne oldu?”

Polis, kadını şöyle bir süzdü, başını uzatıp evin içine baktı. “Siz nesi oluyorsunuz? Eşi mi?”

“Hayır. Ben baldızıyım.”

Polis yeniden duraksadı. “Seyfi Sabuncu enişteniz mi oluyor? Karısı nerede?”

Kamile, dayanamayıp sesini yükseltti. “Evet, eniştem oluyor. Ablam yıllar önce öldü. Ne olduğunu söylesenize memur bey. Enişteme bir şey mi oldu?”

“Bir kaza geçirmiş. Sahilde.”

Kamile’nin arkasında duran Cevat telaşla araya girdi. “Ne kazası? Abim nerede şimdi?”

Polis, eliyle Cevat’ı durdurdu. “Sakin olun, sakin olun. Abiniz kayalıklardan aşağıya düşmüş. Ben durumu size bildirmek için geldim.”

Kamile bir çığlık attı. “Durumu nasıl peki?”

Polis üzgün bir tavırla, “Maalesef,” dedi.

***

Seyfi Sabuncu’nun cesedini sabahleyin kumsalda köpeğini dolaştıran biri bulmuştu. Cevizli karakolundan gelen polisler, ölenin kim olduğunu tespit etmekte fazla zorlanmamışlardı. Kaza, üst makamlar tarafından öğrenilince Kadıköy Emniyet Amirliği’nden tecrübeli bir komiser olayı soruşturmakla görevlendirilmişti. Ne de olsa Seyfi Bey, devrik iktidarın zulmüne maruz kalmış önemli bir adamdı. Ölümünün gerçekten kaza mı yoksa başka bir şey mi olduğu araştırılmalıydı.

Genç polis evden ayrılırken Komiser çıkageldi. Kerim Ülkü’yü görünce, “Kerim Bey!” diye hayretle bağırdı. “Bu ne tesadüf!” Hem şaşırmış hem de memnun olmuş görünüyordu.

Kerim Ülkü, sakin bir tavırla “Komiser Cevdet,” dedi. “Uzun zamandır görüşemedik. Ben de artık İstanbul’da suç işlenmediğini düşünmeye başlamıştım.”

Kamile, “Şimdi hatırladım,” diye mırıldandı Kerim Ülkü’ye bakarak. “Siz özel dedektifsiniz. Geçen yıl, Bohçacı Kadın cinayetiyle ilgili haberlerde sizden de söz ediliyordu. Mahkemede tanık olarak dinlenmiştiniz. Hatta savcıyla birlikte fotoğrafınız bile vardı.”

Kerim Ülkü, “Hep aynı fotoğrafı koyuyorlar,” diyerek güldü. Sonra Komiser’i kolundan tutarak diğerlerinden uzaklaştırdı. “Dediğiniz gibi, burada tamamen tesadüfen bulunuyorum. Kötü bir zamanda geldiğim belli. Yalnız anlamadığım şey şu. Olay bir kaza ise, siz niye buradasınız?”

Komiser, “Emir yukarıdan geldi,” dedi. “Vilayet, olayı duyunca etraflıca bir tahkikat yapılmasını istemiş. Sonradan başımız ağrımasın diye. Malum, Seyfi Sabuncu önemli bir gazeteciydi.”

Kerim Ülkü, “Peki, kaza mı gerçekten?” diye sordu.

“Öyle görünüyor. Adam hem yaşlı, hem de hastaymış. O yükseklikte başı döndü herhalde.”

“Burada ne yapacaksınız?”

“Formalite icabı evdekilere bir iki sorup Kadıköy’e döneceğim.”

İki adam yeniden salona geçtiler. Komiser, dediği gibi Kamile ve Cevat’a birkaç soru sordu, cevaplar aldı, notlar tuttu. Kerim Ülkü de onları dikkatle dinledi.

Kamile sabah saat altı buçukta, bir kapı çarpma sesiyle uyanmış, pencereden baktığında eniştesini, elinde bastonuyla bahçeden çıkarken görmüştü. Uykusu kaçtığı için yatakta bir süre oyalanmış, saat sekiz buçukta aşağıya inmiş, salonda Cevat’la karşılaşmıştı.

“Onunla bir iki kelime konuştuktan sonra, bahçeye çıktım,” diye devam etti sözlerine. “Deniz kıyısına kadar giden bir merdiven var. Eskiden oradan inip denize girerdik. Eski günlerin hatırına biraz yürüyeyim dedim ama yarısına gelmeden hem üşüdüm hem de yoruldum. Geri dönüp yukarıya çıktım. İflahım kesildi tabii. Cevat da beni çağırıyordu. Kahvaltı için. Sonra Kerim Bey geldi. Onunla konuşurken karakoldan bir polis kazayı haber verdi.”

Cevat ise sekize çeyrek kala kalkmış, hizmetçi izinli olduğu için mutfağa gidip kahvaltıyı hazırlamaya başlamıştı. Saat sekizde, Kamile’nin aşağıya indiğini anlayınca salona gidip ona günaydın demişti. Daha sonra olanlar da Kamile’nin anlattığıyla aynıydı. Abisi genellikle sabahları erkenden bir saat yürüyüş yapar, koruya gider, oradan eve dönerdi. Kayalık olan deniz tarafına gitmek gibi bir âdeti yoktu. Cevat yarım saat öncesine kadar onun evde olduğunu zannediyordu. Kahvaltıyı her zaman saat dokuzda yaparlardı. Abisi aşağıya inmeyince gidip odasına bakmış, onu göremeyince endişelenmişti.

Komiser Cevdet, bütün bu söylenenleri not aldı. Saatine baktıktan sonra, “Benim işim burada biter,” dedi. “Gidip savcı hazretlerini bilgilendireyim. Herhalde bu saate kadar kaza mahalline gelmiştir.”

“Kaza olduğundan emin misiniz sevgili Komiserim?”

Bir anda bütün başlar Kerim Ülkü’ye çevrildi.

Kısa bir sessizliğin ardından “Sizce kaza değil mi?” diye sordu Kamile.

Cevat’ın yüzünde ağlamaklı bir ifade vardı.

Kaşlarını hafifçe çatan Komiser, arkadaşının vereceği cevabı merakla bekliyordu.

Kerim Ülkü, “Buraya önemli bir alışveriş için gelmiştim,” dedi. “Bu maksatla sabah erkenden yola çıktım. Çünkü bana erken bir saatte randevu verilmişti. Beni burada bekleyen sürprizden haberim yoktu.”

Komiser, anlayışlı bir tebessümle başını yana eğdi. “Bazen olur böyle şeyler.”

Kerim Ülkü ellerini iki yana açtı. “Evet, bazen olur. Ama bugün, o günlerden değil. İçimden bir ses buraya boşuna gelmediğimi söylüyor. Kim bilir belki bugün burada olmam gerekiyordu.”

Komiser birden ciddileşti. “Ne demek istiyorsunuz?”

Kerim Ülkü, “Şunu,” dedi. “Seyfi Bey’in odasına göz atmadan bu evden ayrılmanız doğru olmaz.”

Komiser aval aval baktı. “Bunu niçin yapacağız?”

“Kafamızı tamamen rahatlatmak için Komiserim. Başka ne için olabilir ki?”

“Siz bir şeyden kuşkulandınız. Bunun ne olduğunu bana söylemeyecek misiniz?”

Kerim Ülkü, bezgin bir tavırla, “Bırakın artık konuşmayı,” dedi. “Yukarı çıkıp şu adamcağızın odasına bir bakalım.”

Komiser omzunu silkti. “Madem istiyorsunuz, bakalım o halde…”

Onları üst kata Kamile Atasoy götürdü. Koridorun sonundaki odanın önüne gelince durdu. Kapıyı yavaşça açıp yana çekildi.

“Eniştemin odası burası.”

İki adam içeriye girdiler. Komiser yüzünü buruşturdu. “İyi de Kerim Bey, burada ne aradığımızı biliyor muyuz?”

Yekpare meşeden yapılmış gardırobun kapısını açmakta olan Kerim Ülkü “Hayır,” dedi.

Büyükçe bir odanı geniş pencereleri denize bakıyordu. Pirinç karyola, karşı duvara dayanmıştı. Oldukça büyük hantal bir şeydi ama sağlam olduğu daha ilk bakışta anlaşılıyordu.

Kerim Ülkü, son derece düzgün duran yorganı ve üzerindeki pikeyi yavaşça kaldırdı. Yastıkların kılıfı ve çarşaf tertemizdi. Yeni yıkandıkları beyazlıklarından ve mis gibi sabun kokusundan belli oluyordu. Yorganı ve pikeyi yeniden düzgün bir biçimde örttükten sonra yandaki komodinin çekmecesini açtı.

Komiser de o sırada pencerenin köşesindeki konsolun üzerinde duran eşyaları incelemekle meşguldü. Mavi bir cam kavanozdaki kibrit kutuları dikkatini çekmişti. Hepsini birer birer açıp içlerine baktı. Kibritten başka bir şey yoktu. ‘Olması gereken de bu,’ diye geçirdi içinden. ‘Ben ne arıyorum ki acaba?”

“Şuna bir bakar mısınız Komiser?”

Seyfi Bey’in elektrikli tıraş makinesini kurcalamakta olan Komiser, makineyi hızla kutusuna bırakıp arkasına döndü.

Kerim Ülkü’nün elinde bir kâğıt vardı.

“Nedir o?”

“Osmanlı Bankası’ndan bir mektup.”

“Mektup mu?”

“Daha doğrusu bir teslimat belgesi. Ama ne olduğu anlaşılmıyor. Teslim edilen şeyin adının yerine sadece rakamlar yazılmış.”

Komiser, kâğıdı alıp okudu. “Ne olduğunu ben de anlayamadım. Eğer isterseniz bankayı arayıp öğrenebilirim. Neresiymiş bakayım, hah, Galata şubesi.”

Kerim Ülkü, “Önce evdekilere soralım, belki bilgileri vardır.”

Kapıda dikilmekte olan Kamile iki adamın kendisine baktığını görünce başını iki yana salladı. “Hiçbir bilgim yok. Ben zaten dün geldim. Uzun zamandır da görüşmüyordum eniştemle. Aramız biraz limoniydi de…”

Kerim Ülkü “Anlıyorum,” diye mırıldandı. “Ablanızın ölümünden sonra mı başladı kırgınlığınız?”

“Evet.”

“Yani miras konusuyla ilgili…”

“Eniştem çok sorun çıkarttı. Onunla bu meseleyi kökünden halletmek için gelmiştim buraya.”

“Bu mektubun ne olduğunu da bilmiyorsunuz doğal olarak?”

“Nereden bileyim? Diyorum size dün geldim. Son görüşmemizin üzerinden oldukça uzun zaman geçti. Gerçi, hizmetçi dışında fazla bir değişiklik yok burada. Tabii bir de eniştemi daha yaşlanmış buldum.”

“Eski hizmetçi ne oldu? Neden ayrılmış biliyor musunuz?”

“Ayşe Hanım, evin emektarıydı. Emekli olduğunu söylediler. Beykoz’daki köyüne dönmüş. Şimdi Nejla diye bir kız var. O da çok becerikli. Enişteme bakmak kolay değildir. Şey, yani zor adamdı. Aksiliği tuttu mu yanına yaklaşamazdınız.”

Hep birlikte aşağıya indiler. Cevat hâlâ bıraktıkları koltukta oturuyordu. Gözleri kızarmıştı. Belli ki tek başınayken bir hayli gözyaşı dökmüştü. Kerim Ülkü yanına gidip mektubu gösterdi. Bunun hakkında bir bilgisi olup olmadığını sordu.

Cevat, kâğıda çabucak baktıktan sonra, “Önceki gün geldi,” dedi. “Bankadan iki yetkili abimin kiralık kasasında duran zümrüt kolyeyi getirdiler. Bu onun belgesi.”

Kamile atıldı. “A, bu o mu? Eniştem onu bana verecekti. Ablamın kolyesiydi. Aslında babaannemin. Ablamın çocuğu olmadığı için bana verilmesi gerekiyordu zaten. Dedim ya, eniştem miras konusunda çok ayak sürüdü. Ablamın vasiyetini yerine getirmemek için direndi durdu. Neden böyle yaptı bilmiyorum.”

Komiser, “Kolye şimdi sizde mi?” diye sordu.

“Hayır…” Kamile sıkıntıyla içini çekti. “Dün gece tartıştık. Miras konusunda hâlâ yan çizmeye devam ediyordu. Vakıf kuracağını söyledi. Ablamdan kalanlarla birlikte bütün malını mülkünü vakfa yatıracakmış. Biz de aynı şeyi yapmalıymışız. Buna mecburmuşuz. Yapmazsak bize zırnık koklatmazmış. Bunu duyunca ben de sinirlendim. Sanırım biraz da ağır konuştum. Sonra da odama gittim. Eniştemi son görüşüm oldu bu. Dün gece, ‘Kolye senin hakkın, onu sana vereceğim,’ demişti ama ne yalan söyleyeyim pek de inanmamıştım. Şimdi görüyorum ki, gerçekten de kolyeyi eve getirtmiş. Bana verecekti galiba. Ama dün geceki tartışmamızdan sonra vazgeçtiyse buna da hiç şaşırmam.”

Kerim Ülkü sordu bu sefer de. “Kolye değerli mi? Para olarak yani. Yoksa sadece manevi değeri mi var?”

“Manevi değeri büyük tabii ki. Babaanneme dedesi vermiş. Üsküp’teyken, evlendiği sırada. O zor muhacirlik yıllarında bile satmamış. Satsaydı iyi para ederdi herhalde.”

“Kolyenin maddi değeri konusunda sizin bir bilginiz var mı Cevat Bey?”

“Kesin bir şey yok, ama abimden kolyenin çok değerli olduğunu duymuştum. Yengemin sağlığında bile bu nedenle banka kasasında saklıyorlardı, evde tutmuyorlardı.”

Kerim Ülkü tuhaf bir biçimde gülümsedi. “Çok enteresan. Bu değerli kolye, Seyfi Bey’in odasında yok. Ben her yere baktım. Acaba evin bir yerine konmuş olabilir mi?”

Kamile, ‘bilmem’ anlamında başını iki yana salladı.

Cevat, ayağa kalktı. “Bu evde kilitli tek bir dolap yok. Abimin kolyeyi odası dışında bir yerde saklayacağını sanmıyorum. Odasına iyice baktınız mı?”

Kerim Ülkü kesin bir tavırla “Evet,” dedi. “Odasında yok.”

Konuşmaları hayretler içinde kalarak dinleyen Komiser, “Yani kolye kayıp, öyle mi” diye sordu.

Kerim Ülkü başını sallayarak onu doğruladı.

“O halde kolyeyi biri çaldı.”

Bunu derken bakışları önce Kamile’ye sonra da Cevat’a yönelmişti.

Kerim Ülkü, “Bir ihtimal daha var,” dedi.

Komiser hızla ona döndü. “Neymiş o ihtimal?”

“Belki de bu sabah dışarı çıkarken, Seyfi Bey kolyeyi yanına aldı…”

***

Komiser bahçenin önünde park etmiş otomobili gösterdi. “Bu sizin arabanız mı?”

Kerim Ülkü, “Evet,” dedi.

“Tahmin etmeliydim. Kırmızı Chevrolet Impala, hem de 1960 model. İstanbul’da sizden başka kim binebilir ki bu arabaya?”

“Abartmayın Komiser. Kaza mahalli buraya uzak mı?”

“Yakın ama bizim ciple gidelim isterseniz. Yol kötü. Burası asfalt ama biraz ileride şose başlıyor. Sizin arabaya uygun değil.”

Komiser öne, şoförün yanına oturdu. Kerim Ülkü arkaya geçti. İki dakika sonra yolun kenarında, denize bakan bir yerde durdular. Önlerindeki uçurum dik, oldukça yüksekti.  Aşağıda daracık bir kumsal uzanıyordu. Seyfi Bey’in cesedi beyaz bir örtüyle örtülmüştü. Bir polis, Kerim Ülkü’nün ve Komiser Cevdet’in yamaçtan aşağıya inmelerine yardım etti.

Kumsalda bir başka polis onları karşıladı. Zaten, yukarıdaki iki-üç meraklı dışında, çevrede polislerden başka kimse yoktu. Savcı hâlâ gelmemişti ama doktor birazdan burada olacaktı.

Kerim Ülkü, yamaçtaki kayalara bakarak “Demek buradan düşmüş,” dedi.

Komiser, “Aklınızdan ne geçiyor Allah aşkına?” diye homurdandı. “Yoksa onu birinin ittiğini mi düşünüyorsunuz?”

“Olabilir.”

“Aslında sizi tebrik etmem lazım. Adamın yatak odasına bakmak aklınıza gelmese şu zümrüt kolye işinden haberimiz olmayacaktı. Sizi ne şüphelendirdi, inanın bunu çok merak ediyorum.”

Genellikle ketum davranmayı seven Kerim Ülkü, bu kez nazlanmadan açıkladı. “Seyfi Bey her sabah koruya kadar gidermiş. Ama bu sabah uçuruma kadar yürümüş. Böyle tuhaf davranışlar beni her zaman kuşkulandırır. Adamın, her zamankinden farklı davranmasının bir açıklaması olmalıydı. Bu yüzden odasına bir göz atmak istedim.”

“Haklısınız galiba. Bunu hiç düşünmemiştim. Sizce neden böyle bir şey yaptı?”

“Bunu kesin olarak bilmemize imkân yok. Ancak bir tahminde bulunabilirim.”

“Ben tahmine de razıyım. Neden buraya geldi, neden her zamanki gibi koruya kadar yürüyüp oradan geri dönmedi?”

“Çünkü burada biriyle buluşacaktı.”

“Demeyin!”

“Unutmayın, bu sadece bir tahmin.”

Komiser gözlerini kıstı. “Belki de zümrüt kolyeyi burada birine verecekti.”

“Olabilir.”

“Ya da kolyeyi yanına aldığını bilen biri onu takip etti ve burada işini bitirdi. Ama bu kim olabilir ki? Baldızının ve erkek kardeşinin kolyenin nerede olduğundan haberleri yok. Ya da öyle görünüyorlar. Belki de birlikte planladılar bu işi. Zümrüt şimdi evde olabilir. Hemen bir arama emri mi çıkartayım, ne dersiniz?”

“Kolyenin evde olduğunu sanmıyorum.”

Kerim Ülkü, cesedin üzerindeki beyaz örtüye bir süre baktıktan sonra, “Size bir şey soracağım,” dedi. “Ceset ne olacak?”

“Savcı gelene kadar burada bekleyecek.”

“Yok, onu sormadım. Cesedi buradan nasıl kaldırıp götüreceksiniz? Her taraf kayalık. Yukarıya çıkarmak kolay olmayacak herhalde.”

“Ha, o mu? Denizden taşıyacağız. Motorla buradan alıp götüreceğiz.”

“Peki, ne diyorsunuz bu işe? Kaza olduğunu mu düşünüyorsunuz hâlâ?”

“Bilmiyorum Kerim Bey. Kafamı her zamanki gibi karıştırdınız. Hele bir doktor gelsin. Cesedi muayene etsin. Ondan sonra daha sakin bir kafayla düşüneceğim bunu.”

Bu konuşmanın yapılmasından iki dakika sonra bir motor kıyıya yanaştı. İçinden üç kişi indi. Bunlardan biri adliyenin görevlendirdiği doktordu. Kerim Ülkü kayalıkların arasında dikkatle dolaşırken doktor incelemesini yapıp bitirdi. Elindeki bulguları Komiser’e açıkladı.

“Kafa kısmı başta olmak üzere cesedin birçok yerinde kırıklar var. Ölüm sebebi ise boynunun kırılması.”

“Peki, ölüm saati?”

“Onu kesin olarak söylemek zor. Sabah saat üçten önce olamaz. Saat yediden sonra olması da mümkün değil…”

Komiser, zaman kaybetmeden bu bilgileri Kerim Ülkü’ye iletti. “Ceset 7.30’da bulunmuş. Kamile Hanım da eniştesini en son 06.30’da bahçe kapısından çıkarken görmüş. Bundan da kazanın 06.30’la 07.00 arasında gerçekleştiği anlaşılıyor. Belki yediyi biraz geçe de olmuş olabilir.”

“Baston nerede?”

“Efendim?”

“Baston nerede diyorum. Kamile Hanım eniştesini evden bastonla çıkarken görmüş. Peki, baston nerede?”

Komiserin suratı bir anda allak bullak oldu. Yıldırım hızıyla cesedin başında dikilen polislerin yanına gitti. Onlara Kerim Ülkü’nün kendisine sorduğu soruyu tekrarladı.

“Baston nerede?”

Kimsenin bastondan haberi yoktu. Komiser, bütün memurları bastonu aramakla görevlendirdi. Kayalıklarda hummalı bir faaliyet başladı. Ama baston bulunamadı.

Kerim Ülkü, “Savcı gelmeden cesede bakabilir miyim?” diye sordu.

Komiser Cevdet boğuk bir sesle “Elbette,” dedi. “Ama pozisyonunu değiştirmemeye özen gösterin. Zaten cesedi bulan kişi biraz müdahale etmiş.”

“Ya, neden?”

“Seyfi Bey’in yaşadığını düşünmüş. Yardım etmek istemiş.”

“Merak etmeyin Komiser, cesede dokunmayacağım.”  

Kerim Ülkü, beyaz örtüyü kaldırıp ölü adamın kafasındaki yaraya baktı.

“Çok kan kaybetmiş ama kumda kan izi yok.”

Savcının her an gelebileceği endişesiyle iyice gerilen Komiser huzursuzca “Adam buraya geldiğinde ceset denize çok yakınmış,” diye açıkladı. “Dalgalar baş kısmına kadar ulaşıyormuş. Dediğim gibi, yaşadığını zannedip sudan çıkarmış, buraya kadar sürüklemiş.”

Kerim Ülkü, örtüyü biraz daha kaldırıp ölünün üzerindeki ekose ceketi inceledi.

“Yünden yapılmış. Oldukça kalın. Soğuk havada giymek için ideal. Islak ama bunda da kan izi yok.”

“Belki dalgalar beline kadar gelmiştir.”

Kerim Ülkü neredeyse kıpırtısızmış gibi görünen denize ve kıyıya vuran küçük, sakin dalgalara baktı. “Evet, olabilir. Ama yine de tuhaf.”

Komiser telaşla, “Savcı geliyor,” dedi. “Bana ne tavsiye ediyorsunuz?”

Kerim Ülkü, cesedin üzerini örtüp ayağa kalktı. “Ona acele etmemesini söyleyin. Seyfi Bey’in evinde kısa bir tahkikat yapmamız gerekiyor. Bu akşama kadar beklesin.”

***

“Siz gittikten sonra Nejla’yı aradım,” dedi Kamile Hanım. “Hemen yola çıktıysa birazdan burada olur. Cevat’ın durumu iyi değil. Odasında şimdi. Abisinin ani ölümü onu çok sarstı. Telefon numaralarını bulabildiğim akrabalara da haber verdim. Ama ne zaman gelirler bilmem.”

Kerim Ülkü takdirle gülümsedi. “İyi yapmışsınız. Böyle durumlarda birinin idareyi ele alması gerekir. İzin verirseniz size bir şey soracağım. Dün gece erkenden odanıza gittiğinizi söylediniz. Zamanı hatırlıyor musunuz?”

“Onu çeyrek geçiyordu.”

“Hemen uyudunuz mu?”

“Ne gezer? Uzun süre gözümü uyku tutmadı. Eniştem sayesinde tabii. Gerçi o da geç yattı.”

“Nereden biliyorsunuz? Siz odanızda değil miydiniz?”

Kamile ‘yanlış bir şey mi söyledim acaba’ diye düşünüp bir an durakladı.

“Odamdaydım tabii. Ayak seslerini duydum.”

“Cevat Bey olamaz mı?”

“Onun odası alt katta, deniz tarafında. Üst katta sadece iki yatak odası var. Biri eniştemin, diğerinde de ben kalıyorum.”

“Saat kaçtı o sırada?”

“Emin değilim. On iki olmamıştı ama on biri de geçmişti.”

Kerim Ülkü bir süre yerdeki halıya baktı.

“Sabah altı buçukta uyandınız. Pencereden bakınca eniştenizi gördünüz.”

“Evet. Uykum çok hafiftir. Bunu iyi bilen eniştemin sırf beni uyandırmak için kapıyı özellikle gürültülü bir biçimde kapatarak dışarı çıktığından eminim. Pencerede beni görmese kesinlikle demir bahçe kapısını da çarpacaktı. Çok ses çıkarır o kapı.”

“Neden yapsın ki böyle bir şeyi?”

“Uyanayım, uykum kaçsın diye… Eniştemi tanımıyorsunuz. Zararsız kötülükler yapmaktan, insanın damarına basmaktan çok hoşlanırdı. Belki de ben fesatlık ediyorum. Günahını alıyorum eniştemin.”

“Onu gördüğünüzde elinde bastonu vardı değil mi? İlk konuşmamızda öyle demiştiniz.”

“Evet.”

“Elinde bastonunu gördüğünüzden kesinlikle emin misiniz?”

“Gayet tabii eminim Kerim Bey. Evde bile kullanıyordu.”

“Eniştenizi pek sevmiyordunuz değil mi?”

“Bunun gizli saklı bir yanı yok. Aslında eskiden aramız iyiydi. Ablamın ölümünden sonra başladı aramızdaki problem.”

“Ne oldu? Ne yaptı enişteniz?”

“Ne yaptı değil, ne yapmadı diye sormanız lazım. Ablam çok zengindi. Ancak ondan bana intikal eden mirası bir türlü alamadım. Eniştem engelledi hep. Her şey o kadar karışık ki, yıllardır ne ben ne avukatım işin içinden çıkabildik. Oysa eniştem son derece düzenli ve titiz biridir. Kurduğu düzeni de bir daha kolay kolay değiştirmez. Şu ev mesela… Yıllardır aynı. Eşyaların yerinde bile milim oynama yok. Ama iş mirasa geldi mi her şey karışık, işin içinden çıkılamaz halde. Mahsus yaptığından eminim.”

Kerim Ülkü, salonun ortasına yürüdü. Pencerenin önüne geldi. Bir süre denizi seyrettikten sonra “Harika bir manzara,” diye mırıldandı.

Komiser sabırsız bir sesle “Burada işimiz bitti mi?” diye sordu. “Gidiyor muyuz?”

Kerim Ülkü arkasına dönerek “Hayır,” dedi. “Eğer müsaitse Seyfi Bey’in kardeşiyle de konuşacaklarım var.”

Kamile usulca, “Odasında hâlâ,” dedi. “Gençliğinde de hep böyle nanemollaydı. Zorluğa hiç gelemez. Onu eniştem idare ediyordu. Abisinin yokluğuna alışması zor olacak.”

Sesinden adama acıdığı belli oluyordu.

Odasına girdiklerinde Cevat’ı yatağının kenarına oturmuş, tasalı tasalı düşünürken buldular. Fakat adam Kerim Ülkü’yle Komiser Cevdet’i görünce hemen toparlanıp ayağa kalktı.

“Abimi ne zaman görebilirim?”

Bu soruya Kerim Ülkü cevap verdi. “En kısa zamanda göreceksiniz, öyle değil mi Komiser Bey?”

Komiser Cevdet başını salladı. “Tabii, tabii… Formalitelerin tamamlanmasını bekliyoruz.”

Kerim Ülkü, Cevat’ı tepeden tırnağa süzdü. “Siz iyisiniz, değil mi?”

Adam çaresizce mırıldandı. “Böyle şoke edici bir haberden sonra ne kadar iyi olunabilirse o kadar iyiyim.”

“Kazayı aydınlatmak için size birkaç soru sormak istiyorum. Abiniz gözlük kullanıyor muydu?”

“Gazete, kitap okumak için gözlük kullanıyordu. Uzak için de bir gözlüğü vardı ama onu pek kullanmazdı.”

“Peki, baston kullanıyor muydu?”

“Evet.”

“Her zaman mı?”

“Her zaman.”

“Evin içinde bile mi?”

“Evet. Kalp krizinden sonra kısmi felç geçirdi. Çabuk atlattı ve hızla düzeldi. Aslında bastona ihtiyacı yoktu. Ama kendisine güvenemiyordu. O yüzden bastonu hep elindeydi.”

“Bu durumdaki birinin her sabah yürüyüşe çıkması biraz tehlikeli değil mi?”

Cevat’ın gözleri doldu. “Gelin de bunu abime anlatın. Kaç kere dedim, bırak bu sabah yürüyüşlerini diye. En azından yanında ben olayım ya da Nejla olsun. Kabul etmedi. Ona söz geçirmek çok zordu.”

“Bu sabah dışarı çıktığını siz de duydunuz mu?”

“Duydum ama kalkmadım. İlk zamanlar çok merak ediyordum. Birkaç kez arkasından bile gittim. Bana çok kızdı. ‘Çocuk muyum ben,’ dedi. Sonraları ben de alıştım. Her sabah kendi kafasına göre erkenden çıkardı. Aşağı yukarı bir saat yürüyüş yapar, gelirdi.”

Kerim Ülkü “Anlıyorum,” diye mırıldandı. “Abiniz dün gece saat kaçta yattı?”

“Bunu kesin olarak bilemeyeceğim. Dün gece yemekten sonra… şey… Kamile’yle abim biraz tartıştılar. Kötü bir ortam oldu. Abim her zaman saat on buçukta yatağa girer. Ama dün gece… Kamile’nin o sözlerinden sonra biraz canı sıkıldı sanırım. Ben saat on bire çeyrek kala yattım. Abim o sırada hâlâ salonda oturuyordu.”

“Kamile Hanım’ın abinize ne söylediğini hatırlıyor musunuz?”

“Kelimesi kelimesine nasıl hatırlayayım?”

“Aklınızda kaldığı kadarını söyleyin.”

“Abimin bir an önce ölmesini dilediğini söyledi. ‘Sen yaşarken bana bu dünyada rahat yok,’ dedi.”

Kerim Ülkü’yle Komiser Cevdet bakıştılar.

Cevat yeniden yatağa oturdu. “Ama abim de onu kızdıracak laflar etti. Zaten yıllardır dargın                  gibiler. Kamile’yi uzun zamandır görmemiştim. En son İzmir’de karşılaşmıştık galiba.”

“İzmir’de mi yaşıyorsunuz?”

“Üç yıl öncesine kadar… Çeşme’de abimle ortak otelimiz vardı. Onun başındaydım. Abim hastalanınca mecburen buraya geldim.”

“Otel ne oldu?”

“Sattık.”

Kerim Ülkü, başka sorusu olmadığını düşünerek odadan çıkmaya hazırlanıyordu ki birden durdu.

“Az kalsın unutuyordum… Hizmetçiniz dün gece evden saat kaçta ayrıldı?”

Cevat, soruyu anlamamış gibi birkaç saniye baktıktan sonra ağır ağır konuştu. “Sekizde sanırım. Yemek masasını topladıktan sonra çıktı.”

“Bulaşıkları yıkamadan mı?”

“Şey, bulaşıkları ben yıkadım. O yokken ev işlerini ben yapıyorum.”

İki adam yeniden salona döndüler. Kamile ortalıkta görünmüyordu.

Komiser, “Gözlüğü neden sorduğunuzu anlayamadım,” dedi. “Girizgâh yapmak mı istediniz?”

“Ne münasebet? Dikkatinizden kaçmış sanırım. Seyfi Bey’in yatak odasında sadece bir gözlük vardı. O da uzak gözlüğü.”

“Odasında iki gözlük yok muydu?”

“Yoktu. Gördüğünüz gibi artık iki sorumuz var. Nerede bu baston ve nerede bu gözlük?”

“Nerede?”

“Bastonu bilmiyorum ama gözlük buralarda bir yerde olmalı.”

“Salonda mı?”

“Evet.”

Kerim ülkü etrafı araştırmaya başlamıştı bile. Komiser de ona katıldı. Bu hummalı faaliyet birkaç dakika sürdü. Sonunda gözlüğü kullanılmayan şöminenin üstündeki rafta buldular.

Komiser, sabırsız bir tavırla “Evet, şimdi ne yapıyoruz?” diye sordu.

Gözlüğü incelemekte olan Kerim Ülkü’den cevap on saniye sonra geldi.

“Bahçeye bir göz atmaya ne dersiniz?”

Sürgülü cam kapıyı açıp terasa çıktılar.

Komiser Cevdet, “Buradan güneşin batışını izlemek keyifli olmalı,” diyerek içini çekti. “Seyfi Bey rahatına düşkün biriymiş.”

Kerim Ülkü dalgın bir sesle “Haklısınız,” diye mırıldandı. “Kardeşi hakkında ne düşünüyorsunuz?”

Komiser tereddüt etti. “Cevat mı? Şey… Abisine fazlasıyla bağımlı biri gibi geldi bana. Hem madden hem de manen. Adamcağızın ağlamaktan gözleri kızarmış. Seyfi Bey ölünce kendisini sudan çıkmış balık gibi hissetmesi çok normal.”

“Sanırım başka kardeşi yok. Abisinin ölümüyle yüklü bir mirasa konmuş oldu.”

“Ne demek istiyorsunuz?”

“Hiçbir şey.”

“Aynı durum, Kamile Hanım için de geçerli.”

“Haklısınız.”

Bahçenin etrafı yüksek duvarlarla çevriliydi. Üzerlerini sarmaşıklar kaplamıştı. Ortada ve yanlarda yeni dikilmiş hercai menekşe ve begonya fidelerinin bulunduğu oval biçimli, geniş çiçek tarhları vardı. Onların arasında mermerden yapılmış küçük bir süs havuzu göze çarpıyordu.

Kerim Ülkü bahçenin ucuna kadar yürüdü. “Burası da kayalıkmış. Denize kadar yamaçtan aşağıya yürünebilir. Belki merdivenler inşa edilmeden önce öyle yapıyorlardı.”

Komiser yüzünü buruşturdu. “Yine de tehlikesiz sayılmaz. Bahçenin bu kısmına engelleyici bir çit konsa iyi olurmuş.”

“O zaman da manzara kapanırdı. Deminden beri seyrine doyamadığınız denizi görmek mümkün olmazdı.”

Komiser, uçurumun kenarında durdu. “Sakın bana buradan aşağıya yürüyeceğimizi söylemeyin.”

“Aynen öyle yapacağız.”

Denize inen taş basamakların kimisi yamulmuş, kimisi çatlamıştı.

“Bu merdivenler gözüme pek sağlam görünmedi,” diye mırıldandı Komiser. “Üstelik çok da dik. Maazallah dengemizi kaybedersek, Seyfi Bey gibi denizin içinde buluruz kendimizi. Hem bunun bir de geri dönüşü var.”

Kerim Ülkü güldü. “Evet.”

Adımlarını dikkatle atarak merdivenlerden yavaş yavaş indiler. Sahile varmaları iki üç dakika sürdü. Daracık bir kumsal ve kayaların arasına çekilmiş köhne bir sandaldan başka hiçbir şeyin olmadığı küçük bir koydu burası. Ama güzel bir yerdi. Sakin, davetkâr deniz mavi bir kadife gibi parlıyordu.

Komiser, “Keyfe bak,” dedi. “Adamın özel plajı bile varmış. Ama sefasını süremedikten sonra neye yarar.”

“Nereden biliyorsunuz sefasını süremediğini?”

“Yetmiş iki basamağı kim iner çıkar her gün?”

“Yoksa saydınız mı?”

“Gayet tabii. Çıkarken sizin de sayacağınızdan eminim. İflahımız kesilecek.”

“İflahımız kesilmeden şu sandala bakalım bari.”

İki adam kayalıkların arasında hafifçe yana yatmış vaziyette duran sandala yaklaştılar.

Komiser, “Bayağı yıpranmış,” diye mırıldandı. “Buraya inen olmayınca bunu da kullanan olmamış haliyle.”

Kerim Ülkü “Haklısınız,” dedi. “Ama sağlam olmadığı söylenemez. İsterseniz şimdi binip, denizde biraz dolaşabiliriz.”

Komiser güldü. “Aklınızı mı kaçırdınız siz? Ya batarsa? Ben iyi yüzme bilmem.”

Kerim Ülkü sandalın içini gözden geçirdikten sonra, “Batacağını hiç sanmıyorum,” dedi. “Seyfi Bey’in emektar sandalı bizi buradan Kalamış’a kadar rahat götürür.”

“Ciddi olamazsınız.”

“Haklısınız. Çünkü ciddi olmamızı gerektiren başka bir mesele var.”

“Nedir o?”

Kerim ülkü parmağıyla sandalın dibindeki bir lekeyi gösterdi. “Bakın. Bunun kan izi olmadığını bana söyleyebilir misiniz?”

Daha sonra, sandalın yan tarafını ve ıskarmozlardan birini işaret ederek konuşmasına devam etti. “Benzer lekeler buralarda da var. Bakın, burada da…”

Komiser kafasını kaşıyarak doğruldu. “Olabilir, olabilir ama…” Birden durdu. Gözü kayaların arasına sıkışmış bir bez parçasına takılmıştı. “Bu ne böyle?”

Kerim Ülkü, Komiser Cevdet’in işaret ettiği yere gitti. Kayaların arasına uzanıp oradan bir şey çıkardı. Bu kenevirden yapılmış büyük bir çuvaldı.

Kerim Ülkü, “Gelin,” dedi. “Size bir şey daha göstermek istiyorum.”

Merdivenlere doğru yürüdü. Üç basamak çıktıktan sonra çömeldi. Parmaklarının ucuyla taşa dokundu.

“Basamakları saymışsınız ama buna dikkat etmemişsiniz. Bunlar da aynı sandaldakiler gibi… Üstteki basmakta da var. Ve bence bunlar kan.”

Kafası karışmış olan Komiser, “Yani?..” diye mırıldandı. “Bu ne demek oluyor?”

Kerim Ülkü gözlerini kısmış, düşünceli düşünceli elindeki çuvala bakıyordu.

***

Dönüşte basamakları ağır ağır tırmanmalarına rağmen ikisi de nefes nefese kaldılar. Soluklanmak için eve girmeden önce bahçede birkaç dakika durup dinlendiler.

Kerim Ülkü, Kamile’yle Cevat’ın salonda olduklarını görünce yanlarına gitti. Cebinden gözlüğü çıkarıp Seyfi Bey’e ait olup olmadığını sordu.

Cevat “Abimin yakın gözlüğü,” dedi kederli bir sesle.

Kamile de onayladı. “Evet. Eniştemin okuma gözlüğü bu.”

“Dün gece bu gözlüğü kullandığına emin misiniz?”

Cevat’ın yüzü kararır gibi oldu. “Eminim tabii. O olmadan bir şey okuması mümkün değildi ki…”

Kamile “Ben de eminim,” diye atıldı. “Bunu neden soruyorsunuz? Gerçekten anlamıyorum.”

Kerim Ülkü ikisine de oturmaları için işaret etti. “Birazdan açıklayacağım.”

Sonra arkasını dönüp salonun diğer ucundaki Komisere doğru yürüdü. Yanına iyice yaklaşınca, sesini alçaltarak “Bu ikisi hakkında şu anki fikriniz nedir?” diye sordu.

Bir an duraksayan Komiser daha da alçak bir sesle “Adamın, abisinin ölümünden kendisini sorumlu tutar gibi bir hali var,” dedi. “Hem üzgün hem de endişeli görünüyor.”

“Peki ya kadın? Onu nasıl buldunuz?”

“O hiç üzgün görünmüyor. Daha çok şaşkın gibi. Biraz da gergin.”

Kerim Ülkü, havadan sudan konuşuyorlarmış izlenimi veren bir yüz ifadesiyle “Olması gereken de bu,” diye mırıldandı.

Komiser aceleyle sordu. “Birazdan neyi açıklayacaksınız?”

Cevap kısaydı. “Gerçeği.”

***

“Lafı fazla uzatmayacağım,” dedi Kerim Ülkü. “Bugün tesadüfen bulunduğum bu evde hiç beklemediğim bir dramla karşılaştığımı itiraf ederek sözlerime başlamak istiyorum. Sabahleyin yürüyüşe çıkan Seyfi Bey’in, bir kaza geçirdiğini ve uçurumdan aşağıya düşerek hayatını kaybettiğini çok kısa bir süre içinde öğrendim. Görünüşte olay kaza gibi görünüyordu. Eğer bazı tuhaflıklar dikkatimi çekmese, ben de bu ani ölümün bir kaza olduğuna kesin gözüyle bakardım. Komiser Cevdet Bey’le yaptığımız kısa bir araştırmanın sonunda artık bu olayın kaza olmadığını biliyorum. Seyfi Bey’in ölümü bir cinayet.”

Kaşları hafifçe çatılan Komiser dâhil herkes nefesini tutmuş ona bakıyordu. Kamile’nin eli göğsünün üzerindeydi. Cevat oturduğu koltukta iyice büzülmüştü.

Kerim Ülkü, “Açıkçası, cevapsız bazı sorular vardı,” diye devam etti. “Mesela; Seyfi Bey, neden yakın gözlüğünü salonda bırakmıştı? Çok titiz ve düzenli biri olduğuna göre böyle bir şey yapmaması gerekirdi. Nitekim diğer gözlüğü yatak odasındaydı. Kafama takılan bir başka soru da bastonun nerede olduğuydu. Kamile Hanım, eniştesinin bastonla dışarı çıktığını görmüştü ama olay yerinde baston yoktu. Eğer Kamile Hanım yalan söylemiyorsa bastona ne olmuştu?

Seyfi Bey’in, hiç âdeti olmadığı halde uçuruma kadar neden yürüdüğü sorusunun cevabı da belirsizdi. Oraya gitmesinin bir sebebi olmalıydı ama bunun ne olduğunu bilmiyordum. Bildiğim tek şey, bu sorunun cevabını mutlaka bulmam gerektiğiydi. Olayın karanlık noktalarının aydınlanmasının bu sayede mümkün olacağını hissediyordum.

Kafama takılan son soru ise zümrüt gerdanlığın kaybolmasıyla alakalıydı. Seyfi Bey’in ölümüyle bunun bir bağlantısı olabilirdi. Ama henüz bunun da ne olduğunu bilmiyordum.

Olay yerinde ve burada yaptığım gözlemler, bu sorulara hızlı biçimde cevaplar bulmamı sağladı. İlk olarak dikkatimi Seyfi Bey’in yatağı çekti. Yatağın düzgünlüğünden dün gece kullanılmamış olduğunu anladım. Seyfi Bey, dün gece yatağına hiç yatmamıştı. Oysa Kamile Hanım gece on birde ayak sesleri duyduğunu söylemişti. Eğer bu doğruysa, bu durumda, ya Seyfi Bey yatak odasına girmiş ama yatağına yatmadan hemen çıkmıştı ya da yatak odasına giren başka biriydi.

İkinci gözlemimi olay yerinde yaptım. Seyfi Bey’in vücudunda birçok yara olmasına rağmen giysilerinde kan yoktu. Bulunduğu kumsalda da kan izine rastlamamıştım. Komiser, ceset denize yakın olduğu için kan izlerini dalgaların silip götürdüğünü düşünüyordu ama ben buna pek ihtimal vermedim.

Nihayet son gözlemim, bahçedeki merdivenlerde oldu. Evin önündeki küçük koyda duran sandalda ve merdivenin bazı basamaklarında kan izleri tespit ettim. Akıntının sürüklediği büyükçe bir çuval da kayaların arasına sıkışmıştı. Bir de hercai menekşelerle begonyalar var tabii. Bütün bunlara dün geceki miras tartışmasını, Seyfi Bey’in kurmaya karar verdiği vakfa karısından kalanlar dâhil bütün malını mülkünü yatıracak olmasını ve hizmetçinin aniden evden ayrılışını da ekleyince resim tamamlanmış oluyordu. İşte o zaman gerçeği bütün çıplaklığıyla gördüm.”

Kamile, heyecandan sararmış bir yüzle “Yani,” dedi. “Eniştemin her zamanki yolunu değiştirip uçuruma doğru neden gittiğini anladınız, öyle mi?”

Kerim Ülkü, ona hak verircesine başını salladı. “Bütün mesele de zaten bu. Enişteniz uçuruma hiç gitmedi. Aslında Seyfi Bey, bu sabah evden dışarıya da çıkmadı.”  

Kadın birden öfkelendi. “Ama nasıl olur? Onu gördüm, kesinlikle gördüm. Neden yalan söyleyeyim?”

 “Gördüğünüz kişi enişteniz değildi Kamile Hanım. Onun gibi giyinmiş olan Cevat Bey’i gördünüz siz.”

Kamile hayretler içinde kalarak bir Kerim Ülkü’ye bir Cevat’a baktı. “Ama… ama neden böyle bir şey yapsın ki?..”

“İşlediği cinayeti gizlemek, kaza ya da intihar süsü vermek için.”

Komiser ve Kamile’nin bakışları, oturduğu koltukta tespih böceği gibi iyice büzülmüş olan Cevat’a döndü.

Adam kederli bir yüzle ne diyeceğini bilmez halde etrafına bakınıyor, bir şeyler söylemeye çalışıyordu. Ama konuşamadı, sustu ve başını öne eğdi.

Kerim Ülkü Kamile Hanım’a dönerek anlatmaya başladı. “Bu sabah, çarpan kapının sesiyle uyandığınızda Seyfi Bey çoktan ölmüştü. Cevat Bey’in bir tanığa ihtiyacı vardı. O yüzden kapıyı hızla çarparak uyanmanızı sağladı. Sizin merak edip pencereden bakacağınızı biliyordu. Eğer uyanmasaydınız, herhalde başka yöntemler deneyecek, ne yapıp edip sizin pencereden bakmanızı sağlayacaktı. Sanırım her şey dün gece siz odanıza çıktıktan sonra yaşandı. Bu miras meselesinden rahatsız olan bir tek siz değildiniz. Cevat Bey de yıllardır abisinin eline bakıyordu. Onun kaprislerine, eziyetlerine katlanmasının tek sebebi, o öldüğünde kavuşmayı hayal ettiği mirastı. Ancak dün gece Seyfi Bey’in bütün malını mülkünü vakfa yatıracağını açıklaması onu deliye çevirdi…”

 “Ona ‘Ben ne olacağım?’ diye sordum,” dedi Cevat birden. Sesi ağlamaklıydı. “Bana bir maaş bağlatacakmış. Merak etmeme gerek yokmuş. ‘Peki, bu ev, yalı, Gemlik’teki çiftlik ne olacak?’ dedim. Güldü, “Onları sana bırakacağımı mı sandın?’ dedi. Bir an kendimi kaybetmişim. Ona vurdum. Abime vurdum. Sandalyeden yere düştü. Düşerken de kafasını mermere çarptı. Panikledim. Çok korktum.”

Derin bir iç çeken Kerim Ülkü, “Çok korktunuz ve ne yapacağınızı düşünmeye başladınız,” dedi. “Bir yolunu bulup bu işten yakayı sıyırmanız lazımdı. Sonunda aklınıza parlak bir fikir geldi. Önce abinizin odasına çıkıp sabah yürüyüşünde giydiği kıyafetleri aldınız. Sonra cesedi bir çuvala koyup merdivenlerden aşağıya indirdiniz. Oradan sandalla yolun aşağısındaki kumluk alana gittiniz. Cesedi ve sandalı oraya bıraktıktan sonra kayalardan yukarıya tırmanıp eve geri döndünüz. O sırada Kamile Hanım derin uykudaydı. Hizmetçi de evde değildi. Odanızda oturup aradan birkaç saat geçmesini beklediniz. Güneşin doğmasına yakın abinizin giysilerini giyip dışarı çıktınız. Kamile Hanım’ı özellikle uyandırdınız ki sizi görsün. Tabii yüzünüz kapalıydı. Elinizde abinizin bastonu, üzerinizde giysileri vardı. Onun gibi yürüyordunuz. Kamile Hanım, bir an bile gördüğü kişinin eniştesi olmayabileceğinden şüphe etmedi. Doğruca sahile gittiniz, kayalıklardan aşağıya indiniz. Üzerinizdeki giysileri çıkarıp abinize giydirdiniz. Sonra birkaç saat evvel orada bıraktığınız sandala binip geri döndünüz. Ve ilk hatanızı çuvalı denize atarak yaptınız. Akıntının onu kıyıya doğru sürükleyeceğini düşünmediniz. İkinci hatanız ise bastonu abinizin yanında bırakmamanızdı. Herhalde evin önündeki koya geldiğinizde fark ettiniz onun sandalda olduğunu. Çaresiz, yanınıza alıp eve getirdiniz.”

Cevat, zor duyulur bir sesle, “Böyle olsun istemedim,” dedi. “Bütün bunları nasıl yaptım hâlâ inanamıyorum.” Birden kendini kaybetmiş gibi bağırmaya başladı. “Nefret ediyorum kendimden. Nefret ediyorum. Abimi öldürdüm ben. İdam edilmeyi hak ettim.”

Komiser, adamı tutarak sakinleştirmeye çalıştı. “İstemeden bir ölüme sebep olmuşsunuz. Bu yüzden ağır bir cezaya çarptırılacağınızı sanmam.”

Kerim Ülkü hafifçe kaşlarını kaldırdı. “Aynı fikirde değilim Komiser.”

Yeniden koltuğa oturan Cevat, “Kerim Bey haklı,” dedi. Sakinleşmiş, kaderine boyun eğmiş bir hali vardı. “Abim yere düştükten sonra, Kamile’nin salona gelmesini bekledim. Ama gelmedi. Gürültüyü duymamıştı. Nejla da evde değildi. Hızlı hızlı ne yapmam gerektiğini düşündüm. Sonra aklıma bu plan geldi. Zordu ama yapabilirdim. Kamile’nin tanıklığı önemliydi, onun mutlaka uyanıp pencereden bakması ve beni görmesi gerekiyordu. Bu yüzden kapıyı hızla çarparak kapattım. Daha sonra bunun çok da gerekli olmadığını düşündüm. Nasıl olsa abim her sabah yürüyüşe çıkardı. Kimse bunun aksini iddia edemezdi. Planın asıl zor kısmı onu merdivenlerden aşağıdaki kumsala nasıl indireceğimdi. Sürükleyerek götüremezdim. Buna hem gücüm yetmezdi, hem de her yerde iz bırakırdım. Bodrumdaki boş çuvalların işime yarayabileceğini düşündüm. Gidip aşağıdan sağlam olanlardan birini aldım, abimi içine koydum. Tahmin ettiğim gibi, bu şekilde taşımak daha kolaydı. Sonra… Sonra merdivenlerin başına gelince aklıma başka bir fikir geldi. Kumsala kadar götürmek yerine çuvalın ağzını sıkıca bağlayıp tepeden aşağıya yuvarlayabilirdim. Ayrıca bu, uçurumdan yuvarlandığına polisi daha kolay ikna edebilirdi. Yapacağım şey çok korkunçtu ama nasıl olsa abim artık ölüydü. Bunun ona daha fazla bir zararı olmayacaktı. Eve gidip bir ip aldım. İki dakika sonra yeniden merdivenlerin başındaydım. Çuvalın ağzını bağlamak için büzdüm. İşte tam o anda beni dehşete düşüren bir şey oldu. Çuvalın içinde bir kıpırtı vardı. Abim ölmemişti, yaşıyordu. O an kapıldığım paniği tarif edemem. Her şey bir anda oldu ve çuvalı merdivenlerden aşağıya ittim. Çuval yuvarlandı, karanlıkta kayboldu. Kumsala indiğim zaman görebildim onu ancak. Abim bu sefer gerçekten ölmüştü. Onu sandala koyup yolun aşağısındaki kumsala götürdüm. Hava karanlıktı. Kimseler yoktu…”

Yeniden tespih böceği gibi büzülmüş, sanki başka bir âlemdeymişçesine yüzünde anlamsız bir ifade belirmişti.

Komiser, “Baston nerede peki?” diye bağırdı. “Onu nereye sakladın?”

Kerim Ülkü “Size cevap vereceğini sanmıyorum,” dedi. “O yüzden ben söyleyeyim. Adamlarınıza haber verin de hercai menekşelerin bulunduğu yere baksınlar. Bahse girerim, zümrüt kolyeyi de aynı yerde bulacaksınız.”

***

Yarım saat sonra baston ve zümrüt kolye gömüldükleri yerden çıkarılırken, gözaltına alınan Cevat sorgulanmak üzere Kadıköy Emniyeti’ne götürülüyordu.

En Son Yazılar