Agatha Christie’nin Beklenmeyen Şahit adlı oyununun geçen yıl Londra’da yeniden sahnelenmeye başlanacağının duyulmasıyla birlikte, benim gibi Christie ve polisiye meraklılarını saran heyecanın derecesini herhalde tahmin edebilirsiniz. Heyecanımı daha da katmerlendiren ise, ünlü oyunun bu kez tiyatro yerine, düpedüz bir mahkeme salonunda oynanacak olmasıydı. Eski Londra Belediye Meclisi (London County Hall), Agatha Christie’nin bu ilginç oyununda “salon” görevi üstlenmek üzere, ünlü Old Bailey mahkeme salonuna dönüştürülmüştü.
Bilmeyenler için, Old Bailey’i biraz anlatayım. Burası Londra’nın merkezi ceza mahkemesidir. Adından da anlaşılacağı gibi, cinayet, hırsızlık, kundakçılık, isyan ve vatana ihanet gibi ağır cezalık davalara bakar. 1674’te kurulmuştur. 1834’te adı Merkezi Ceza Mahkemesi olarak değişitirilse de halk arasında bugün hâlâ Old Bailey olarak söylenegelmektedir. Yargılama kapsamına Büyük Londra Metropolitan alanına dahil bütün ilçeler girer. Bu Middlesex’in tamamını, Essex, Kent ve Surrey’in bir çok bölümünü kapsar.
Old Bailey’deki Mahkeme salonu, tarihin derinliklerinden gelen ürkütücü görünümüyle İngiliz hukuk geleneğinin bütün özelliklerini yansıtır. “My Lord” veya “My Lady” diye hitap edilen yargıçlar kendileri için ayrılan ve salonun tam karşısında bulunan yüksek bir bölmede otururlar. Sanık yeri, onların tam karşısındadır. Savunma makamı ile iddia makamı, birbirleriyle karşı karşıya gelecek şekilde yargıç kürsüsünün iki yanında yer alırlar. İçeriye dinleyici olarak girmek serbesttir. Dinleyiciler, tıpkı sinemalardaki localar gibi yanda ve sanığın arkasında bulunan dinleyici sıralarına otururlar.
Old Bailey’in ünü, ülkedeki önemli ve aynı zamanda sansasyonel cinayet davalarının görüldüğü mahkeme olmasındandır. Dr. Crippen, Ruth Ellis ve Yorkshire Ripper diye tanınan Peter Sutcliffe gibi birçok kötü şöhretli katil burada yargılanmış ve pek çoğu Londra’nın merkezinde, bugün de hâlâ faal olan Pentonville hapishanesinde idam edilmişlerdir.
South Bank’daki Londra Belediye Meclisi (London County Hall), Old Bailey’i aratmayan görkemli bir bina. Thames nehri kıyısında ve parlamento binasının karşısında konumlanmış. Oyunun sergilendiği yer ise, yapının Konsey Salonu. Yani, belediye meclisinin toplandığı ve önemli tartışmaları yaptığı yer. Bir nevi küçük bir parlamento.
Salon bir sekizgen şeklinde. Meclis üyelerinin oturacakları yerler yarım ay biçimindeki bir anfiteatır olarak düzenlenmiş. Tam karşıda başkanlık divanı var. Salona dört ayrı kapıdan giriliyor. Dinleyiciler için ayrılan kısım ise, başkanlık divanının her iki yanında yer alan balkonlar.
Tabii, salon, oyun için Old Bailey’e uygun bir şekilde tanzim edilmiş. Başkanlık divanı yargıçların, stenografın, mübaşir ve diğer görevlilerin bulunduğu kürsüye dönüştürülmüş. Jüri üyeleri, yargıçların sağında, şahitlerin dinlendiği bölüm ise solunda. Belediye meclisi üyelerine ayrılan koltuklara ise seyirciler oturuyor. Yani, bir tür açık hava tiyatrosu düzenindeyiz. Keza, yukardaki balkonlarda da seyirciler oturmakta. Avukat ve savcının yeri, seyircilerin oturduğu koltukların ilk sırasında ve her iki yanda. Sanık ise, ortadaki meydanın tam ortasında. Arkasında da, elinde copuyla iri yarı bir polis.
Salonunkaranlığa gömülmesi ve sahne ışıklarının yanmasıyla birlikte, artık bulunduğumuz zamandan kopuyor ve 1930’ların Londra’sına, Old Bailey’in karanlık ve soğuk mahkeme salonuna doğru bir geçiş yapıyoruz. İlk olarak bir elinde terazi, diğerinde kılıç tutan gözleri bağlı bir kadınla temsil edilen devasa bir adalet heykelinin altında Başyargıç beliriyor. Kırmızı pelerini, uzun peruğuyla ve boşlukta yankılanan gür sesiyle o kadar heybetli ve ürkütücü ki anlatamam. Bize nerede olduğumuzu ve ne amaçla toplandığımızı söyledikten sonra sanığa yöneltilen suçlamayı okuyor. Ardından, salon yeniden karanlığa gömülüyor ve oyun başlıyor.
Beklenmeyen Şahit, bir mahkeme polisiyesi. Oyun boyunca bir cinayet davası yargılaması izliyoruz. Oyunun sonunda jüri üyeleri bir karar veriyorlar. İşin ilginç yanı, jüri üyeleri de bizim gibi bilet alıp oyunu izlemeye gelmiş kişiler. Birbirleriyle konuşmaları yasak. Ama bir soru sormak isterlerse, bunu bir kağıda yazıp mübaşir vasıtasıyla Başyargıca iletebiliyorlar.
Yargılanan kişi Leonard Steven Vole adında temiz yüzlü bir genç. Temiz yüzlü ifadesini özellikle kullandım, çünkü, tavırlarından ve konuşmasından, oyun boyunca onun katil olamayacağını düşünüyorsunuz. Ama aleyhindeki kanıtlar çok güçlü. Emily Jane French adındaki bir kadını öldürmekle suçlanıyor. Bayan French, zengin bir kadın. Vole’dan da yaşlı. Ama bir şekilde bu delikanlıya aşık olmuş gibi. Vole da evli olmasına rağmen sık sık Bayan French’I ziyarete gitmekte bir mahzur görmemiş.
Kadının öldürülmesi, Vole’un onu ziyaret ettiği gece oluyor. Vole, cinayet saatinde -kadının ölüm saati kesin olarak tespit edilmiş- kendi evinde olduğunu iddia ediyor. En önemli tanığı ise karısı Christine. Ancak Bayan French’in bütün mirasını Vole’a bıraktığı ortaya çıkınca, delikanlı tek şüpheli durumuna geliyor. Bunun yanı sıra Bayan French’in hizmetçisi de aleyhte şahitlik yapınca tutuklanması ve hakkında dava açılması kaçınılmaz oluyor.
Vole’u savunan Sir Wilfrid Robarts -ki, zor cinayet davalarını kazanmasıyla ünlü bir avukattır- yargılama boyunca çeşitli ince taktikler ve akıl oyunlarıyla savcının bütün şahitlerini bertaraf etmeyi başarıyor. Biz seyirciler de aman şu çocuk kurtulsun diye dua edip seviniyoruz.
Şimdi diyeceksiniz ki, sanığın karısı Christine en önemli şahit olduğu halde neden savunma onu mahkemeye çıkartmıyor? Çıkartmıyor, çünkü zanlının birinci dereceden yakını olduğu için şahitliği güvenilir değil. Ama daha kötüsü, kadın, avukatta iyi bir izlenim bırakmıyor. Şahit kürsüsüne çıktığınde müphem birtakım ifadeler kullanabileceğinden endişe ediyor. Bunun da nedeni, Christine’nin İngiliz olmayışı. İngilizce’ye hakim olmadığı için, savcının şaşırtmacalı soruları karşısında bocalayabileceğinden korkuyor.
Mahkemenin gidişatı da Christine’nin şahitliğini gerekli kılmıyor açıkçası. Savcının kanıtları, ikinci dereceden dediğimiz tali kanıtlar. Cabbar avukatımız da şahitlerin hakkından gelmeyi başardığı için Christine’ye gerek yok.
Amaaa… İddiasını ispatta zorlanan iddia makamı, son bir şahit çağırıyor kürsüye. Ve ortalık karışıyor.
Bu son şahit, Vole’un karısı Christine’den başkası değil!
Tabii, savunma derhal itiraz ediyor. Hem de çok haklı bir gerekçeyle. Yargılanan kişinin eşi (ana baba ve çocuklar da buna dahil) sanık aleyhine şahitlik yapamaz!
Britanya adasında yasalar bizimkinden çok farklı…
Ancak, Savcı, Christine ile Leonard’ın evliliklerinin geçersiz olduğunu gösterince, Başyargıç, kadının şahitliğine izin veriyor. Christine, kocasının geç bir saatte eve geldiğini, üstünün başının kanlı olduğunu ve cinayeti işlediğini kendisine itiraf ettiğini söylüyor.
Avukat, Christine’yi çok sağlam argümanlarla yalancılıkla itham etse bile, savcılık makamının bu beklenmeyen şahidi, mahkemenin seyrini değiştiriyor.
Oyunda söylendiği gibi, jüri, Leonard’a sempati duyuyor ama ona inanmıyor; Christine’den ise nefret ediyor ama ona inanıyor.
Sadece jüri üyeleri değil, biz seyircilerin durumu da aynı. Leonard, kurtulsun istiyoruz ama karısının alyhteki şahitliği karşısında yapacak bir şey yok gibi.
Oyunun İngilizce adı The Witnes of Prosecuation. Yani, Savcılık Makamının Şahidi.
İkinci derece kanıtlar ve avukatın becerikliliği sayesinde sanık lehine gelişen ve büyük ihtimalle Leonard’ın masum yüzü ve inandırıcı tavırlarının etkisiyle beraatle sonuçlanabilecek olan dava, Christine’nin şahitliği yüzünden çıkmaza giriyor.
Leonard’ın kurtulması için bir mucize gerekli artık.
O mucize gerçekleşecek mi?
Ben de bütün seyirciler gibi mucizenin gerçekleşmesini, Leonard’ın kurtulmasını istiyorum.
Ve sonunda mucize gerçekleşiyor. Ama bu bir Agatha Christie mucizesi. Olay öyle bir hale bürünüyor ki, finalde büyük bir sürprizle karşılaşıyoruz.
Son sahnede sadece avukat değil, bütün seyirciler, hepimiz şoktayız.
Kendimize gelemeden bir şok daha…
Ee, oyunun yazarı Agatha Christie olunca, finalin de finali oluyor haliyle.
Oyun bittiğinde, oyuncuları ayakta alkışlıyoruz. Son yarım saatte tutulan nefesler, yerini coşkulu bir “bravo”ya bırakıyor.
Mahkeme atmosferine öyle bir girmişim ki, dışarıya çıktığımda, kendimi hâlâ 1930’ların Londra’sında hissetmeye devam ediyorum. Yüzyılın en büyük cinayet davalarından birini izlemek beni zihnen yormuş, bitap düşürmüş. Thames kıyısında biraz yürümeye karar veriyorum. Hafiften yağmur çiseliyor ama umurumda değil. Aklım hâlâ Old Bailey’de yaşanan büyük dramda.