İşte tam bu satırları okurken kapıda pirinç posta kapağının hafif kımıldadığını, kristal avizeden yansıyan ışıktaki oynamadan hissettim. Malum 221B Baker sokağı adresinde oturan komşumun ayak sesini henüz duyan olmamıştır. Mahallede kendini kimseye göstermeden dolaşabilen tek kişidir…
Mektubu okumayı bitirdiğimde yerimden usul usul kalkarken insiyaki olarak pencereden sokağa baktım. Bizim binadan başında “deerstalker” yani o ünlü geyikavcısı şapkası olduğu halde, üzerinde yün bej bir süveter, yün bej pantalon, ince, uzun boylu, sırtı hafif kambur bir adamın çıktığını gördüm. Adam, yüzünü hiç göstermeden, hızlı adımlarla karşıya geçti ve başını bir kere bile çevirmeden, 221B’nin önünden, Baker sokağını tren istasyonu istikametinde yürüyüp gözden kayboldu. Bu sokakta geyikavcısı tipi şapka giyen tek kişi ki, o da hepimizce malum. Ama bir de ona o şapkayı yakıştıran ressam var tabii. Zaman zaman Sherlock Holmes’ü ziyarete gelir. Adı Sidney Paget’dir.
Paget, Sherlock Holmes’ün maceralarını yayınlayan Strand dergisinde, 1891’den itibaren Holmes’ü geyikavcısı şapkası ve ünlü İnvernes pelerini ile resimlemiştir. Sherlock’un, bütün maceralarında okurların zihnine yerleşen manzaraların altında onun imzası vardır. Ren nehri şelalerinde Moriarty ile meşhur mücadelesi dahil Sherlock’un 356’dan fazla resmini yayınlanmıştır.
Sidney ile Baker sokağında, elinde geyikavcısı şapkası kutuları, yanında Doktor Watson’la birlikte Sherlock’a geldikleri sırada bir kaç kez karşılaştım. Bir kaç gün önce de… evet sahi, bir kaç gün önce onu yanında ağabeyi Henry Paget ile gelirken gördüm. Hatta agabeyi Henry’i uzaktan Sherlock sandım. Sidney’den çok daha bohem, çok daha yakışıklıydı. Hali ve tavrında, hani Sherlock’a o çok yakışan, yapmacıktan uzak, düşünceli, kendine güvenle hareket eden, dünyalılık, duyarlılık, enerji ve uyanıklık hemen göze çarpıyordu. Birlikte konuşa konuşa geldiklerinde, Sidney’in,hem savaş gazetecisi hem de ressam olan ağabeyi Henry’e hayranlık dolu bakışlarından, Sherlock’u büyük ölçüde ağabeyine benzeterek çizdiğini farkettim.
Boy pos olarak Sherlock’la aynı ebatta olduklarını söyleyebilirim. Sidney daha çocuk yüzlü sarışın. Ağabeyi Henry ise, Sherlock gibi koyu renk saçlı, alnı geniş, burnu kemikli, gözleri keskin bir tip. Dolayısıyla biraz önce bizim kapıdan çıkan,yüzünü ısrarla benden saklayan geyikavcısı şapkalı tip Sidney’de olabilirdi.
Aklım bu sorularla dolu olarak kapıya gittim. Kapının önünde halının üzerinde tahmin ettiğim gibi posta kapağından atılmış bir zarf bekliyordu beni. Ellerim titreyerek ve biraz da endişe ile zarfı aldım. Şimdiye dek komşumdan, değil selam sabah, merhaba, bir çift laf, komşuluk zerafeti herhangi bir tanışma bir yana kısa bir bakış dahi görmediğimden, doğrudan ondan geldiği belli bir zarfla karşılaşmak beni heyecanlandırmıştı açıkçası. Onun mektuplarını postacıdan adres yanlışlığı bahanesiyle alıp da üstelik ondan sonra fütursuzca, arasıra Sherlock imzasını kullanarak cevaplayan karşı komşum Nikki sayesinde o İstanbul pullu, Halid imzalı mektup elime geçtiğinden beri komşumun gözünü her an üstümde hissettiğimi itiraf etmeliyim. Keşke hiç şu mektubu açmadan ona teslim etseydim pişmanlığı içinde, zarfı elime aldığımda, üzerinde hiç bir isim, hiç bir işaret olmadığını farkettim. Bir ara acaba bana değil mi diye yine şüpheye düştüm. Bir süre açıp açmamakta tereddüt ettim.
Sonunda tabii merak galip geldi. Zarfı açtım. Zarfın içinden iki fotograf çıktı. Üsteki fotografta bir balkonda poz veren üç kişiye bakmadan önce, gözüm ilk, arkada fonda görünen İstanbul boğazına, kız kulesine, gemilere, ve Anadolu yakasına çarptı. Kalbim hasretle hızlandı. Gözlerim dolu dolu, boğazımda bir düğüm… Odak dışı buğulu manzara içimde, iyice derinde bir yerlere dokundu sanki, yüzyılları uyandırırcasına geçmişten.
O an, tam bu duygular içindeyken, bu duyguları körükleyen boğaz manzarasına hakim balkonda resimlenen üç kişi arasında, kameraya daha yakın duran, zeki ve düşünceli yüzüne İstanbul’un kış güneşi yansımış bu adamı önce Sherlock sandım. Ama kısa bir bocamaladan sonra onun Sherlock’a çok benzeyen demin sözünü ettiğim ressamı Sidney’in agabeyi Henry’i olduğunu anladım. Şaşırılacak bir şey değildi.
Henry’de kardeşi gibi Royal Sanat Akademesi okullarından yetişmiş bir ressamdı. Ama kardeşinin gülen şansı sayesinde resimlediği ünlü dedektif yerine Osmanlı’nın yıkılma döneminde Nazım paşanın komutanlığında kaybettiği Balkan savaşlarını izlemiş, resimlemiş iyi bir savaş muhabiriydi. Ressamlığını muhabirken şahit olduğu manzaları kayda geçirerek gazetecilik için kullanmıştı. Hem resimlerini, hem de haberlerini Sphere ve Graphic dergilerinde yayınlamıştı. Fotoğraf sanki 1913’de Ocak ayı civarı, güneşli bir kış öğle üzeri çekilmişti.
Fotografta yanındakiler ise, o tarihte Galata kulesine yakın mevkiide, ünlü Doğan Apartmanında oturan, Alman filolog, doğu dilleri uzmanı, o dönemde yazdığı makaleler ve haberlerle, İstanbul’daki Alman temsilcileri ve Alman politikalarını, Anadolu halklarına karşı ırkçılıkla suçlayan, gerek ekonomik gerek askeri çıkarlar ve sömürüyle Anadolu kültürlerinin yokedildiğine işaret ederek sert eleştiriler yönelten Friedrich Schrader ve eşi.
Henry’nin üzerinde, Sherlock’un şehirde konsere filan gittiği zamanlarda giydiği tip, yün siyah palto var. Gözleri düşünceli, uyanık. İçinde bulunduğu ortamın onu takip edecek süreçte büyük kayıplar, acılar getireceğinin farkında. Beyaz gömleği, tek elini cebine sokarak yaslandığı balkon taşı, profili, koyu renk saçları ve alnı ile aynı Sherlock’a benziyor.
İşte tam bu sırada, zarftaki ikinci belge dikkatimi çekti. Aynı tarihlere ait ikinci belge bir resimdi. Hem de Türkiye’yi, paramparça ederek, büyük bir yıkımı getirecek hadiselerin peşpeşe sıralanacağı tarihi bir yola sokan cinayetin resmi. Nefesim kesildi. Bir süre donakaldım. Komşuma yollanan Halid imzalı mektubun anlattığı 1908’de yaşanan olayların devamı ve nasıl noktalandığını gösteriyordu resim.
23 Ocak 1913’de, Enver Paşa liderliğinde jöntürklerin Bab-ı Ali’yi basarak Balkan savaşının yenik komutanı Nazım Paşa’yı nasıl öldürdüklerini resimliyordu. Ressamı cinayetin tek görgü tanığı, gazeteci ressam Henry Paget’ydi. Henry, hadise anını neredeyse bütün hareketleriyle canlandırmıştı.
O tarihte, Goltz Paşa lakablı, Mareşalleri Colmar von der Goltz’un Balkan stratejisine başkaldırdığı için Almanlar Nazım Paşa’ya kızgındı.
Nazım Paşa, belki ki o gün böyle bir girişim olacağından haberdar olduğu için, Balkan savaşlarından tanıdığı gazeteci ressam Henry Paget’yi oraya çağırmıştı. İngiliz büyükelçisi muhtemelen Henry’den duydukları üzerine oraya gelmişti. Alman büyükelçisi de, tarihin ondan sonraki akışının kanıtladığı şekilde, girişimi daha başından itibaren bizzat Enver Paşa’yla görüştüğü için oradaydı.
Böylece Henry, cinayetin görgü tanığı ressam gazeteci olarak olayı kayda geçirdi. Cinayet anını son derece net bir şekilde resimledi.
Hiç bir ayrıntıyı kaçırmadan. Hareketi havada yakalamışçasına canlı. Kimin kim olduğunu tartışmaya gerek kalmadan gösteren, gerçekçi resim, hem bir cinayetin, hem de çok önemli bir tarihi anın belgesi.
Resimde hükümet odasının baskın anındaki hali bütün dehşeti ve ölümcüllüğüyle ortada.
O ufak tefek, korkak kılıklı Enver Paşa, gögsünü kabartarak zafer kazanmış küstah bir komutan edasıyla sol eliyle pelerinini tutmuş, sağ elinde ise sanki yeni ateşlemiş silahı indiren katilin hareketi. İşini bitirmişçesine dinelirken silahını indiriyor. Karşısında taze vurulmuş Nazım Paşa sendelemiş yere düşüyor. Enver paşanın yanında Ömer Naci silahını doğrultmuş onu vurmaya yeltenen komiser Celal Bey’i tehdit ediyor. Hemen arkada Harbiye Nazırı Kıbrıslızade Tevfik Bey silahını ateşlemiş, Enver paşanın arkasındaki Mustafa Necip’i vurmuş. Mustafa Necip’de Nazım Paşa ile aynı anda yere düşmekte. Bu manzarada nedense tek bir eksik var. Cinayeti üstlenerek, yıllarca şantajla Enver paşa’ya her istediğini yaptıran çerkes Yakup Cemil.
Henry bu sahneyi tarihe kayıt ederken, tarih de, bu hadiseden bir yıl geçmeden rütbesine üç yıl kıdem eklenen Enver paşa’nın hem Harbiye nazırı, hem Genelkurmay başkanı olmasını, Osmanlı’yı Almanya ile birlikte savaşa sokmasını, bu arada Abdülmecit’in oğlu Şehzade Süleyman’ın kızı Naciye Sultan’la evlenerek Saray’a damat ve Padişah yaveri olmasını kayda geçirdi. Ondan sonra yıkım Osmanlı’nın peşini paramparça oluncaya dek bırakmadı.
Artık komşumun, ona gönderilen Halid imzalı mektubun elime geçtiğini gayet iyi bildiğine şüphem kalmadı. Sherlock, yazarı Doyle’un İstanbul ziyaretinden bir yıl sonra, İstanbul’da gelişen hadiselerle ilgili olarak onu bilgilendiren, Halid imzalı hayranının mektubunu, kendi yöntemleriyle, her zamanki gibi geyikavcısı şapkasını da bahane ederek böyle cevaplamıştı. Bir an mektuplarını onun yerine açan Nikki’nin de onun bir düzmecesi olduğunu düşünmedim değil.
Geyik avcısı şapkayı ona giydiren Sidney’nin, onu pek benzettiği ağabeyi Henry’nin fotografı Bab-i Ali baskını sırasında İstanbul’da olduğunu bana gösterdiği gibi, Nazım paşa cinayetinin görgü tanığı olduğunu da böylece kanıtladı. Bana da ona şapkamı çıkartırken, bir vaybe! demekten başka yapacak bir şey kalmadı.
www.sebnemsenyener.com