Yeni Sayı Çıktı!

En son hikaye, röportaj ve yazıları şimdi tıklayıp ücretsiz okuyabilirsiniz!

Yeni Sayı Çıktı!

En son hikaye, röportaj ve yazıları şimdi tıklayıp ücretsiz okuyabilirsiniz!

DENEYİMLİ GAZETECİ / POLİSİYE YAZARI ÖNAY YILMAZ İLE KEYİFLİ BİR SÖYLEŞİ

Diğer Yazılar

Emel Aslan
Emel Aslanhttp://www.onkajans.com/emel-aslan/
Yazar, çevirmen ve editör. 1975 yılında Antalya’da doğdu. ODTÜ’de Çevre Mühendisliği okudu. Uzun yıllar Ankara’da farklı disiplinlerde çalıştıktan sonra kurumsal hayata veda ederek serbest çevirmenlik yapmaya başladı, yazı-çizi işlerine bulaştı. Ankara’da bir dönem EskiYeni bünyesinde yayımlanan Mahalle Baskısı dergisinin kurucusu, editörü ve yazarlarından biriydi. ODTÜ Yayıncılık için çeşitli kitaplar çevirdi. ONK Ajans’a bağlı olarak Devlet Tiyatroları, Şehir Tiyatroları ve özel tiyatrolar için tiyatro oyunları çevirmeye ve yazmaya başladı. Bir gün yolu Türkiye’nin ilk polisiye e-dergisi Dedektif ile kesişti ve kendisini suç, gizem ve gerilim öyküleri yazarken buldu. Dedektif Dergi ve Herdem Kitap / Polisiye Serisi için editörlük yapmaya başladı. Türkiye Polisiye Yazarları Birliği (POYABİR) üyesi oldu ve ülkenin önde gelen polisiye yazarlarıyla birlikte birçok kolektif öykü seçkisinde yer aldı. İlk şahsi kitabı Suç ve Bela Öyküleri, 2023 yılı sonunda İthaki Yayınları etiketiyle yayımlandı. Yazarın öyküleri, deneme ve incelemeleri Dedektif Dergi’de ve çeşitli öykü seçkilerinde düzenli olarak yayımlanıyor. Türkçeye kazandırdığı tiyatro oyunları sahnelenmeye devam ediyor. Yazmaya, çevirmeye ve düzeltmeye aklı yettiğince devam etmeyi planlıyor.

Bu sayıdaki röportaj konuğumuz, Dedektif Dergi okurlarının polisiye öykü ve denemelerinden aşina olduğu, deneyimli gazeteci-yazar Önay Yılmaz…


DENEYİMLİ GAZETECİ / POLİSİYE YAZARI ÖNAY YILMAZ İLE KEYİFLİ BİR SÖYLEŞİ 1

Sevgili Önay Yılmaz, hoş geldiniz! Öncelikle birbiri ardına yayımlanan üç yeni kitabınız için sizi tebrik ederim. Yaklaşık altı aylık bir süreç içerisinde polisiye öykü kitaplarınız “Öğleden Sonra Cinayetleri”, “Matematik Cinayetleri” ve polisiye dışı romanınız “Cemre Düştü” okurlarla buluştu. Nedir bu üretkenliğinizin sırrı?

Çok teşekkür ederim. İnsanın işi sadece yazmak olunca ve bu işi sevince üretmek pek sorun olmuyor. Ancak bu kitapları ardı ardına yazmadım. Öyküleri zaten yazmıştım. “Matematik Cinayetleri” uzun öykü olduğu için onu ayrı bir kitap yaptık. Yani öykülerden, “Öğleden Sonra Cinayetleri” ve “Matematik Cinayetleri” olmak üzere iki kitap çıktı. “Cemre Düştü” romanını ise yeni yazdım. Uzun zamandır üzerinde düşündüğüm ve bir türlü yazamadığım bir kitaptı. Sonunda yazabildiğim için mutluyum.

Bize kendinizden biraz bahseder misiniz? Gazetecilik ateşi gönlünüze nasıl düştü? Oradan polisiye yazarlığına uzanan süreç nasıl gelişti?


Okurken değil ama çalışırken gazeteciliği daha çok benimsedim ve çok sevdim. İyi ki gazeteci olmuşum. Bana çok şey öğretti. Sorgulamayı, kuşku duymayı, insanlarla ilişki kurmayı, bir bilgiyi teyit etmeyi ve daha birçok şeyi…

Tamamen tesadüf, önceden gazeteci olmak gibi bir düşüncem hiç yoktu. Üniversite sınavlarına girince yanlış bir sıralama yaptım. Sosyal bir tercih yapayım dedim ve gazetecilik tercihinde bulundum. Nedenini bilmiyorum; o an için heyecanlı ve ilginç geldiği için olabilir belki. Aslında fen-matematik alanında daha başarılı bir öğrenciydim. Ancak sıralamanın azizliğine uğradım. Gazetecilik bölümünü bir de sosyal bölüm olsun diye eklemiştim. Ama demek ki gazeteciliğe karşı da bilinçaltımda bir istek varmış ki onu tercih etmişim. Sonra da değiştirmedim. Okurken değil ama çalışırken gazeteciliği daha çok benimsedim ve çok sevdim. İyi ki gazeteci olmuşum. Bana çok şey öğretti. Sorgulamayı, kuşku duymayı, insanlarla ilişki kurmayı, bir bilgiyi teyit etmeyi ve daha birçok şeyi… Oysa ben utangaç, mahcup, içine kapanık, kısaca asosyal bir tiptim ama gazetecilik beni 180 derece başka bir insana dönüştürdü. Ama ülkemizde gazetecilik zor bir meslek her açıdan. Ancak bu konu başlı başına ayrı bir röportaj konusu olur. Gazetecilik üzerine sayfalar dolusu bir kitap yazabilirim. Ama yazarsam pek olumlu bir kitap olmaz. Onun da nedeni Türkiye’de gazeteciliğin patronaj ve yönetim açısından sorunlu olması. Şimdilerde ise tamamen siyasetin emrine girmiş durumda. Objektif, bağımsız, evrensel ölçülerde bir gazete bir yayın organı bulmak pek mümkün değil.

İlk kitabım bir belgesel romandı. “Nazilerle Beş Yıl”. Eşimin babasının ve arkadaşlarının Nazi Almanyası’nda eğitim görürken ailelerine bıraktığı mektuplardan, belgelerden ve fotoğraflardan yola çıkarak hazırladım. Önce gazetede seri yazı olarak yer aldı. Bu seri yazı bana gazetecilik ödülü kazandırdı. Sonra da bu seri yazıyı belgesel bir romana dönüştürdüm.

Polisiye konulara ise mesleğim gereği yabancı değildim. Gazeteciliğimin ilk yıllarında polis muhabirliği yaptım. Öte yandan polisiye kitaplar okumayı da seviyordum. Bir gün, “Neden ben de polisiye roman yazmayayım?” dedim kendime. Öyle başladı bu merak ve ilgi. Ve sonra keyif alınca devam ettim. Gazeteciliğe biraz erken veda etmemin bir nedeni de bu roman yazma tutkusuydu. Tabii en önemlisi, gazeteciliğin artık özgürce yapılamaması beni arayışlara itti. Zaten hiçbir zaman özgür değildi ama son yıllarda iyice bağımsızlığını ve özgürlüğünü yitirdi. Eskiden gündemi büyük ölçüde muhabirlerin getirdiği haberler belirlerdi; son zamanlarda ise haberler sipariş olarak masa başında üretilmeye başlandı. Böylece gazetecilik mesleğine olan güvenim ve inancım sarsıldı. Bırakma zamanının geldiğini düşünüp ayrıldım.

DENEYİMLİ GAZETECİ / POLİSİYE YAZARI ÖNAY YILMAZ İLE KEYİFLİ BİR SÖYLEŞİ 2

Son derece üretken bir yazarsınız. Takip edebildiğim kadarıyla yayımlanmış on üç kitabınız var. Gazetecilik yaptığınız dönemlerde bilim, çevre ve tarih alanlarında başarılı haberlere imza atmış, hatta ödüller almışsınız. 2005 yılında kaleme aldığınız “Nazilerle Beş Yıl” adlı belgesel romanı takiben 2008 yılında “Türkler” adlı araştırmanız, hemen ardından da “Bandırma Yolcuları” adlı tarihsel anlatı okurlarla buluşmuş. 2009 yılından itibaren sanki dümeni polisiyeye doğru kırmışsınız ve “Poseidon’un Laneti”, “Ölüm Deltası”, “Heybeliada Cinayetleri”, “Günbatımı Cinayetleri”, “Senin de Canın Yanacak” ve “Av” adlı polisiye romanlarınız birbiri ardına gelmiş. Bir de “Seni Hiç Aldatmadım” adında polisiye dışı romanınız var. On sene içinde yedi roman yazmak hayli ciddi ve meşakkatli bir iş. Bunu nasıl başardınız? Hikâyeler, içinizde bir yerlerde kâğıda dökülmek için doğru zamanı mı bekliyordu?

Sanırım öyle. Gazetecilikte yüzlerce olaya tanık oluyor ve yüzlerce insanla tanışıyorsunuz. Bu ister istemez büyük bir birikime neden oluyor. Ayrıca gazetecilik bir yazar için iyi bir alt yapı oluşturuyor. İnsanları tanımak, toplumu tanımak, olaylara yakından tanık olmak, olayların içine girmek, insana müthiş bir deneyim kazandırıyor. Bugün yazar olarak donanımımı gazetecilik mesleğine borçluyum. Konu bulmak, karakterleri yaratmak, kurguyu oluşturmak o nedenle benim için daha kolay olabiliyor. Çünkü haberi oluştururken bunların hepsini yapıyorsunuz. Konuyu buluyorsunuz ya da konu sizi buluyor. O konunun karakterleriyle konuşuyorsunuz. Sonra haberinizi yazarken kurguyu oluşturuyorsunuz. Aslında her haber, küçük bir öyküdür. İsterseniz bunu geliştirip romana dönüştürebilirsiniz. Zaten dünyada da polisiye gerilim romanlarında gazeteci kökenli yazarlar başı çekiyor. İlk aklıma gelenler; Jean Christophe Grange, Henning Mankell, Stieg Larsson, Michael Connelly, Simon Beckett, Glenn Meade…

“Türkler” kitabı benim gazetelerde yer alan bilimsel haberlerimden derlediğim soru yanıt şeklinde bir çalışma. “Bandırma Yolcuları” da önce gazetede seri yazı olarak çıktı. Hatta bunun için bir gazete eki yapmıştık. Bandırma yolcularının, yani Mustafa Kemal ile birlikte Samsun’a Bandırma vapuru ile giden ve kurtuluşun ilk kıvılcımını yakan askerlerin aileleriyle görüşüp onlarla röportajlar yaptık ve bu yolculuğu daha da detaylandırma imkânını bulduk. Sonra ben bunu yine bir belgesel romana dönüştürdüm. Dediğiniz gibi üç kitaptan sonra dümeni polisiyeye kırdım. Bu arada “Seni Hiç Aldatmadım” da aslında bir polisiye gerilim romanı. Klasik polisiye tarzında olmasa bile bir polisiye ama okurlar onu isminden ötürü bir aşk romanı sandılar.


Romanda alan çok daha geniş ve istediğiniz gibi top koşturabiliyorsunuz. Zaten roman okumayı da öyküye tercih ederim. Bu yazma işinde de böyle. Öykü çok daha kaliteli olmalı diye düşünüyorum. Çünkü az kelimeyle daha çok şey anlatmak gerekiyor.

Derken daha önce yapmadığınız bir şey yapıyorsunuz ve dokuz öyküden oluşan ilk polisiye öykü kitabınız “Öğleden Sonra Cinayetleri” 2022 yılı sonunda okurlarla buluşuyor. Hemen ardından 2023 başlarında “Matematik Cinayetleri” adlı uzun öykünüz yayımlanıyor. Bunca roman, deneme ve araştırmadan sonra öykü yazmak nasıl hissettirdi? Yazarken içinde en rahat hissettiğiniz, en çok keyif aldığınız alan hangisi?

Benim favorim roman. Romanda alan çok daha geniş ve istediğiniz gibi top koşturabiliyorsunuz. Zaten roman okumayı da öyküye tercih ederim. Bu yazma işinde de böyle. Öykü çok daha kaliteli olmalı diye düşünüyorum. Çünkü az kelimeyle daha çok şey anlatmak gerekiyor. Öykü yazmak aslında bir sanat, romana göre sanatsal yönü daha ağır basan bir yazı biçimi. Ben yıllardır öykü yazmaya pek cesaret edemedim. Başaramam diye korktum. Yani seksen-yüz bin kelimeyle yazmak bana daha kolay geldi. Üç-dört bin kelimeyle yazmak daha zor ve daha çok ustalık istiyor. Bunu başarabilen çok iyi öykücüler var. Öykü yazmaktan da keyif aldım. Ancak bazı okurların “Yahu, bu öykü roman bile olurmuş,” diye yorumda bulunması ilginç geldi. Demek ki roman daha çok ilgi gören ve okunan bir tür. Tabii bu benim çıkardığım bir sonuç. Öykünün de romanın da ayrı ayrı tatları var. Ama ben yine de romanı tercih ederim her zaman. Kendimi daha rahat hissettiğim ve daha rahat ifade edebildiğim bir alan.

Polisiye roman yazmayı seviyorum ama iyi bir hikâye olursa aşk romanı da yazabilirim. Hatta belgesel roman da… Nazilerle Beş Yıl’ı yazdığım gibi… İnceleme ve araştırma yazmak istemem. Belki bir araştırmacı olsaydım olurdu. Günümüz romanlarını okumayı ve yazmayı seviyorum. Tarihi roman yazmaktan çekiniyorum. Çünkü geçmişe dönmek, o dönemleri anlatmak çok kolay değil. Çok okumak, çok araştırmak gerekiyor. Böyle bir roman yazmak için iyi bir sebep olmalı. Konusu falan çok iyi olmalı… İlk kitabım “Nazilerle Beş Yıl” bir aile öyküsü olmasaydı yazmaya asla cesaret edemezdim. Son yazdığım “Cemre Düştü” romanını ise hep aklımda olduğu için yazdım. 70’li yıllarda geçen bir aşk hikâyesi ama dönemi de iyi yansıtan, siyasal yanı olan bir hikâye. Tabii ben o dönemin tanığı olduğum için çok zorluk çekmedim. Yine de bazı arkadaşlarımdan destek aldım.

Tüm eserleriniz arasında diğerlerinden daha farklı bir yere koyduğunuz bir kitabınız var mı? İlk göz ağrısı olabilir, kendinizi en çok bulduğunuz olabilir, kurgusuna en çok kafa patlattığınız olabilir… Yazarlar eserlerini birbirinden ayırırlar mı, yoksa her biri çocukları gibidir ve en son gelen en heyecan verici olan mıdır?

Bütün kitapların yeri ayrı. Ama ilk göz ağrısı her zaman başkadır. İlk romanım “Nazilerle Beş Yıl” benim için çok anlamı olan bir roman. Nazilerle Beş Yıl’da sevgili eşim Güzin’in babası ve arkadaşlarının hikâyeleri var. O nedenle yakınım olan bir aileyi anlattığı için o kitabı çok seviyorum.

Son kitabım Cemre Düştü’yü de severek yazdım. Her ikisini de ağlayarak yazdım, çok duygulandım. Çünkü her iki romanda da yaşanmışlıklar, o gerçeklerin getirdiği duygusallıklar vardı. Polisiyelerde bu duyguyu yaşamadım ama onları yazarken de müthiş bir heyecan duydum. Örneğin “Heybeliada Cinayetleri” kitabını ilk önce Heybeliada’yı anlatan bir rehber kitap olarak tasarladım. Ama sonra Heybeliada’da oturduğum evde yaşadığım bazı enteresan ve ürkünç olaylar nedeniyle kitap birden cinayet romanına dönüştü. O nedenle o kitabı okuyan okurlar, Heybeliada ve Adalar’ı fazla anlattığım için oldukça eleştiri yönelttiler. Ama yine de çok sevildi o kitap. O kitabın kurgusuna epey kafa patlatmıştım.

Kitaplar elbette insanın çocukları gibi, çünkü onları siz dünyaya getiriyor, okurların huzuruna çıkarıyorsunuz. Bir anlamda hayal gücünüze hayat veriyorsunuz. O hayali canlı kanlı bir hâle getiriyorsunuz. Bu nedenle hayal gücünü yazıya döküp ona hayat vermek oldukça heyecanlı bir süreç.

DENEYİMLİ GAZETECİ / POLİSİYE YAZARI ÖNAY YILMAZ İLE KEYİFLİ BİR SÖYLEŞİ 4

Mesleğinizin polisiye yazarlığını besleyen yönleri nelerdir? İlhamınızı daha çok gerçek olaylardan mı alırsınız, hayal gücünüze mi yaslanırsınız? Olayları, mekânları, kişileri kurgularken nelerden faydalanırsınız?

Gazeteciliğin bir anlamda polisiye yazarlığından bir farkı yok. Tabii eğer suç üzerinde yoğunlaşıp gazetecilik yapıyorsanız. Adliye, polis muhabirliğinden söz ediyorum. Orada da haberi kovalarken bir anlamda suçluların, mağdurların, kurbanların öyküleriyle karşılaşıyor ve onların hikâyelerini haberleştiriyorsunuz. Yani gazetecilik mesleğinin polisiye yazarlığına çok ciddi bir katkısı var. Gerçek olaylar ilham veriyor elbette. Konular gerçek hayattan alınıyor. Siz buna hayal gücünü de katarak yeni bir olay, yeni karakterler, kısaca yeni bir suç hikâyesi yaratıyorsunuz.

Aslında hayal gücü yoktan var olan bir şey değildir. Her konu gerçeklerden ilham alınarak yazılır. Ama benim yazılarımda hayal gücü daha ağır basıyor. Yani gerçeklerden elbette ilham alıyorum ama hayal gücümü daha çok ön plana çıkararak yazmaya çalışıyorum. Kısaca yazan biri olarak yaşadığım, tanık olduğum, gözlemlediğim, izlediğim, dinlediğim her şeyden besleniyor, ilham alıyorum.


Önceden planladığınız birçok şey yazarken değişebiliyor. Zor bir dönemdir yazı süreci. Müthiş bir yoğunlaşma gerektiriyor. Yazma sürecine başlayıp yoğunlaştığınız zaman artık beyniniz sürekli o romanı yazmayla meşgul oluyor.

Yazma ritüelleriniz var mıdır? Yazmaya başlamadan önce veya sonrasında neler yaparsınız? Kurguyu nasıl oluşturursunuz? Masaya oturduğunuzda her şey kafanızda hazır mıdır, yoksa yazarken mi şekillenir? Eserinize son noktayı nasıl koyarsınız? “Bittiğinden” nasıl emin olursunuz?

Benim şöyle oluyor: Kafamda bir konu oluştuğu zaman onu yazıya dökene kadar geçen bir süreç var. Belirlediğim konuyla birlikte karakterler de düşüncelerimde şekilleniyor. Sonra kurguyu düşünmeye başlıyorum. Bazen hepsi aynı anda da şekillenebiliyor. Ama masaya oturup artık yazmaya hazırım diyene kadar uzun bir süre geçiyor. Ayları bulabiliyor. Olgunlaşma süreci. Kurguyu, karakterleri yazarak şekillendiriyorum. Roman uzun bir metin. Her şeyi bir anda düşünmeniz, yazmanız, planlamanız kolay değil. Önceden planladığınız birçok şey yazarken değişebiliyor. Zor bir dönemdir yazı süreci. Müthiş bir yoğunlaşma gerektiriyor. Yazma sürecine başlayıp yoğunlaştığınız zaman artık beyniniz sürekli o romanı yazmayla meşgul oluyor.

Yazarken dikkat ettiğim bazı ritüellerim var. Bir kere yazı masamı benimsemem gerekiyor. Yeni bir masada yazmakta zorlanırım. Alıştığım düzende yazmayı seviyorum kısacası. Özellikle klavyenin rahatlığı çok önemli. Işık da önemli. Enerjim daha yüksek olduğu için sabah saatlerinde yazmayı seviyorum. Müzik dinleyerek yazmaktan hoşlanıyorum. Esere son noktayı koymakta zorlanmıyorum. Çabuk karar verir ve hemen uygularım. Karar verme sürecim uzun sürmez.

Gündelik hayatınızda en çok neler okur, neler dinler, neler izlersiniz? Polisiyede tercihiniz yerli yazarlar mı, yoksa yabancılar mı? Yerli polisiyemiz hakkında neler düşünüyorsunuz?

Müzik dinlemeyi seviyor, film seyretmeye bayılıyorum. Spor yaparım. Tenis, yüzme, yürüyüş yaptığım sporlar arasında. Kitap konusunda seçiciyim. Polisiye konusunda tercihim yabancılar ama onları da çok eleyerek okuyorum. Çok seri yazan yazarları okumayı sevmiyorum, çünkü onlar artık işi ticarete döktükleri için kalitelerini düşürdüler. Örneğin Tess Gerritsen’i pek okuyamıyorum, çünkü beğenmiyorum. John Verdon’un son kitabını yarısına gelmeden bıraktım. Grange’ı da her zaman beğenmiyorum. Lars Kepler’in “Tacizci” adlı romanını da yarısına gelmeden bıraktım. Gereksiz detaylar beni sıktı.

Yerli polisiyemiz nicelik olarak çok hızlı gelişiyor ama nitelik olarak aynı oranda geliştiğini söylemek zor. Yerli yazarların romanlarını çok az okuyabiliyorum. Bizim polisiye öykücüler daha iyi geliyor bana. Basit cinayet ve basit suç romanlarını okuyamıyorum. Yerli yazarlarımıza haksızlık etmek istemem, çünkü iyi bir yorum yapabilmem için daha çok okumam gerekiyor.

Umarım Gencoy kızmaz bana ama Agatha Christie romanlarını okumuyorum. Devrini tamamlamış bir yazar. Polisiyede yeni yöntemler ve yeni tekniklerin ön plana çıktığı günümüz polisiyeleri daha çok ilgimi çekiyor. Polisiyenin içinde gerilimi ağır basan romanları okumayı seviyorum. Absürt ve komedi tarzında yazılmış polisiyelerden hiç hazzetmiyorum. Kendini dedektif yerine koyan karakterlere ise tahammül edemiyorum. Ne bileyim dedektif bir manav, bir ev kadını olmamalı… Bunları gayri ciddi buluyorum ve ne kadar zorlasam da okuyamıyorum.


Son zamanlarda suç edebiyatında böyle tuhaf bir düşünce var. Dünya güya “Katil kim?” polisiyeleriyle alay ediyormuş. Oysa polisiye okumanın en büyük tutkusu katilin kim olduğunu bulmaya çalışmak.

Kuzey ülkeleri gerek polisiye edebiyatta gerekse film sektöründe ciddi işler yapıyorlar. Polisiyede konu benim en çok ilgimi çeken unsurdur. Örneğin sıradan bir cinayetin aydınlatılması beni pek cezbetmez. Okuyamam öyle kitapları. O zaman o kitabın aydınlatılmış cinayet dosyalarını okumaktan pek bir farkı kalmaz benim için. Örneğin Fransız yazar Jean Christophe Grange, çok iyi konular buluyor. O nedenle de çok okunan yazar. Her kitabını beğenmesem de genelde takip ediyorum. İyi konu, olmazsa olmaz benim için polisiyede… Bu polisiye dışı kitaplarda da böyle.

Gazetecilikten geldiğim için konu konusunda pek sıkıntı çekmiyorum. Aklımda o kadar çok konu var ki işlenmesi gereken… Şöyle özetleyebilirim; bir polisiyede önce iyi bir konu, iyi karakterler ve de iyi bir kurgu olursa o polisiye benim için okunabilir bir polisiyedir. Bayılırım o kitapları okumaya…

Sizce “Katil kim?” polisiyeleri artık devrini tamamladı mı? Siz de böyle düşünenlerden misiniz?

Son zamanlarda suç edebiyatında böyle tuhaf bir düşünce var. Dünya güya “Katil kim?” polisiyeleriyle alay ediyormuş. Oysa polisiye okumanın en büyük tutkusu katilin kim olduğunu bulmaya çalışmak. O zaman klasik polisiye yani “Katil kim?” polisiyesi yazmazsın, okumazsın olur biter. Toplumsal, sosyal konuları içeren polisiyelerde bile “Katil kim?” sorusu kitabın sonuna kadar gizemini koruyor. Çünkü polisiyenin olmazsa olmazlarından bir durum bu. Eğer bunu yapmıyorsan polisiye yazma, başka konular yaz. “Ben polisiye yazarıyım, suç yazarıyım,” diye ortaya çıkma. Alay konusu falan, bunlar iddialı, anlamsız geliyor bana. Toplumsal ve sosyal konuların işlendiği polisiyelerde katilin gizemini korumasının ne gibi bir sakıncası olabilir acaba? Ve neden alay konusu olsun?

Son iki kitabınız “Matematik Cinayetleri” ve “Cemre Düştü” diğerlerinden farklı olarak herhangi bir yayınevi aracılığıyla değil, Kitapyurdu Doğrudan Yayıncılık (KDY) kanalıyla yayımlandı. Bu sistemi bize biraz anlatır mısınız? Neden tercih ettiniz? Yazar ve okurlar için ne gibi avantajları ve dezavantajları var?

Önce bildiğim kadarıylaAmazon başlattı bu tarz yayıncılığı: Doğrudan Yayıncılık. Kitapyurdu da onu başarıyla taklit etti. Bence yeni nesil yayıncılık artık böyle gelişecek. Yani talebe göre kitap basılacak. Birçok yayıncı da artık bu tekniğe geçmiş durumda. Kâğıdın pahalı olması nedeniyle yayın tekniğinde zorunlu gelişmeler yaşanıyor. Daha da ileride tamamen dijital kitap yayıncılığına kaçınılmaz olarak geçilecek. Zaten yavaş yavaş geçildi bile. Tıpkı gazeteler gibi… Yayınevleri çok önemli bir getirisi yoksa kitap yayınlamaktan kaçınıyorlar. Seçici davranıyorlar, çünkü zorlanıyorlar. Torpilli yazarlara ya da kendileri için önem arz eden veya tiraj getiren yazarlara yöneliyorlar. Bu da anlaşılır bir şey tabii… Eğer bir torpiliniz yoksa kitabınızı daha okumadan sıraya koyuyorlar. Artık o sıra bir yılda mı gelir iki yıl da mı gelir tanrı bilir. Belki de hiç gelmez. Artık yazar eskisi gibi beklemek istemiyor; çünkü zaman çok önemli ve yaşam çok hızlı. Adam kitabının basılma sırasını bekleyene kadar iki üç kitap daha yazıyor o sürede. Ben öyleyim mesela. Elimde çok kitap dosyası biriktiği için zamandan kazanmak ve bir an önce elimdekileri kitaplaştırmak için Kitapyurdu’na başvurdum. Bir arkadaşımın tavsiyesiyle oldu tabii.

Yazar ve okur açısından tek dezavantajı kitabın sadece Kitapyurdu sitesinde satılıyor olması. Bir de teknik işlerini siz yapmak zorundasınız. Edisyon, tasarım, mizanpaj vs. gibi… Bunları siz yaparsanız herhangi bir ücret ödemiyorsunuz. Ama bu işlerle uğraşmak istemiyorsanız sizi anlaşmalı oldukları ajanslara yönlendiriyorlar. O ajanslara sayfa sayısına göre belirli bir ücret ödemek zorundasınız. Onlar kitabınızı 15-20 gün içinde yayına hazır hâle getiriyorlar. Ve siz onay veriyorsunuz. Sonra Kitapyurdu editörleri kitabın basıma uygun olup olmadığına karar veriyorlar. Onlar da onay verirse kitabınız satışa çıkarılıyor. Eğer herhangi bir iskonto yapmak istemiyorsanız, her kitaptan yüzde 50 telif alıyorsunuz. İskonto kararı size ait. Bu önemli bir şey, yazarların korkulu rüyası telif konusu böylece aşılmış oluyor. Verdiğiniz hesap numarasına iki ayda bir kitaptan kazandığınız para yatırılıyor. Ayrıca telefonunuza indirdiğiniz bir uygulama sayesinde kitabınıza ait bütün satış işlemlerini anında görebiliyor, izleyebiliyorsunuz. Kaç adet satıldığı, hangi tarihte, hangi şehirde satıldığı vs. Artık birçok yayınevi bu yeni teknolojiye geçmeye çalışıyor. Geçenler de var.

Klasik yayınevleri sözleşmelerine baktığınızda yazarın para kazanma şansı çok az. Mesela birçok yayınevi, ilk baskıdan yazara para ödememeyi tercih ediyor. Telif konusu ülkemizde yazar açısından büyük bir haksızlık. Bir yazar kitabın satışı hakkında hiçbir bilgi sahibi olamıyor. Bunların artık değişmesi lazım. Ya da herkes kitap yazmamalı, her kitap basılmamalı. Seçici davranılmalı. Çevirmenlerin de işi zor. Yapay zekâ devrede ve kitap metinleri anında pürüzsüz bir şekilde çevrilebiliyor artık. Teknoloji müthiş bir hızla ilerliyor kısacası.

Bildiğim kadarıyla Bodrum’da yaşıyorsunuz. Oralarda hayat nasıl gidiyor? Bu sıralar nelerle meşgulsünüz? Geleceğe yönelik planlarınızda neler var?

Bodrum hareketli ve eğlenceli bir yer ama giderek yozlaşıyor. Halikarnas Balıkçısı’nın bize miras bıraktığı o güzelim Bodrum yok artık. Ciddi bir betonlaşma, aşırı göç var. Yarımadanın alt yapısı bunları karşılayamıyor. Susuzluk ciddi bir tehdit. Milliyet gazetesinde 2021 yılında “Bodrum’da Mandalina Cinayetleri” adlı tefrika bir romanım yayınlanmıştı. Şimdi o tefrika romanı kitap olarak bu sonbaharda çıkarmayı planlıyorum. Orada Bodrum’un nasıl talan edildiğini, betonlaştığını, güzelim doğanın, mandalina bahçelerinin nasıl yok edildiğini anlattım. Yağma ve talan önüne geçilemez bir şekilde sürdürülüyor Bodrum’da ne yazık ki… Eğer ciddi önlemler alınmazsa ben Bodrum’un doğa ömrünün çok uzun olduğunu düşünmüyorum. Acı ama gerçek bu…

Gelecekte de kitap yazmayı sürdüreceğim. Keşke daha çok okuyan bir toplum olsaydık. O zaman yazmaktan çok daha büyük bir keyif alırdık.

Önay Bey, bu keyifli söyleşi için çok teşekkürler! Yeni kitaplarınızı merakla bekliyor, Dedektif Dergi ailesi olarak başarılarınızın devamını diliyoruz…

Ben teşekkür ederim.

En Son Yazılar