Yeni Sayı Çıktı!

En son hikaye, röportaj ve yazıları şimdi tıklayıp ücretsiz okuyabilirsiniz!

Yeni Sayı Çıktı!

En son hikaye, röportaj ve yazıları şimdi tıklayıp ücretsiz okuyabilirsiniz!

DÜŞÜNMEDEN

Diğer Yazılar

-I-

Aklın Neredeydi Be Adam!

Mevsim değişmemişti fakat yapış yapış bir temmuz sıcağından kuru ağustos sıcağına geçiliyordu. Ağaçlardaki yapraklar, kaldırım kenarındaki çimenler, hatta kargıyla kaplı sazlıklar bile sararmaya başlamıştı. Erken gelen kuraklık, zamansız ölümü getirmişti doğaya. Alelacele yaşanmış, bir çırpıda tüketilmiş hayatlar gibi.

Kaportacı Salim’in hayatı gibi…

Akdeniz’in küçük bir ilçesinin tek sanayi sitesinde ufacık bir dükkânı vardı Salim’in. İçeride yeterince alan olmadığı için daha çok dükkânın önündeki boşlukta çalışırdı. İskeleti çıkmış, yer yer yamalı araba gövdelerini sabahtan akşama kadar, telaşsız ve usta elleriyle çekiçler dururdu. Alnındaki ter bile Salim’in temposuna uyup önce alnında boncuk boncuk birikir, sonra ağır, aheste, kulaklarının kenarından boynuna süzülürdü. Yorulduğu zaman, ‘ofisim’ dediği, demir ayaklı eski bir masa ve yayları atmış, yağ içindeki bir patron koltuğundan ibaret olan köşesine çekilirdi. Kazandıklarını güvenle saklamak için masasının altına bir kasa bile koydurmuştu. Komşu dükkânlarda görmüştü bunu; Elektrikçi Faruk’ta, Motorcu İsa’nın dükkânında, Yedek Parçacı Hasan’da, Demirci Osman’da… Zaten Osman Usta’nın dökümcü arkadaşı satmıştı bu kasayı ona. Hatta kasanın dayanıklılığını anlata anlata bitirememişti.

Gelin görün ki şimdi kasanın yerinde yeller esiyordu. Biri, muhtemelen gece, kepenkleri zorlayıp içeri girmişti. Dökümcü, kasanın dayanıklılığı konusunda haklı olmalıydı, çünkü hırsız kasayı olduğu yerde açmak için ne kadar alet varsa indirmişti aşağı. Açamayınca da her şeyi bırakmış fakat kasayı kucaklayıp götürmüştü. Yıllardır biriktirdiği her şey, bir ev ya da araba alacak kadar değil ama günün birinde işsiz kalırsa ona uzunca bir süre yetecek kadar para, bir kerede uçup gitmişti.

Akşamın yedisi olmuştu fakat polisten hala haber yoktu. Salim koltuğuna çakılıp kalmıştı öylece. Gelip dükkânı inceleyeceklerdi güya! Aslında polislere kızamazdı, çünkü hatanın büyüğü kendisindeydi; sabah gelince hiç oturmadan işe başlamış ancak öğle yemeği için masasına oturunca kasanın yokluğunu fark etmişti. Salim geç haber verince polisler de geç gelirdi elbet.

Şimdi eve gitse yıllardır memnun edemediği karısı ve onun çokbilmiş ağabeyi üşüşeceklerdi başına. “Neden bankaya koymadın ki o kadar parayı?” diye soracaktı karısı. Salim bir şey diyemeyecekti karşılığında. Aslında cevapları vardı ama o anda bunları dile getirecek cesareti bulamayacaktı kendinde. Sonra, sırıtarak gelecekti Müdür Bey, karısının çok değerli ağabeyi, elini onun omzuna koyup “O çaldırdığın para var ya…” diyecekti, “Benim bir aylık maaşım…” Belki kafası dağılsın diye onu içmeye götürecekti. Tek bildiği zil zurna oluncaya kadar ziftlenmek olan bu adam, karşısında atıp tutacaktı yine. Yok, yok, Salim bu kez direnmeliydi. Kayınbiraderi -ki içinden ona bu şekilde seslenmek hiç gelmiyordu- ısrarcı bir adamdı, ne yapar eder götürürdü onu. Ne yapacaktı şimdi Salim? Düşündükçe eve hiç gitmemenin,  geceyi dükkânda geçirmenin en iyisi olduğunu anlıyordu. Hem nasıl olsa polisleri beklediğini bahane edebilirdi ertesi gün.

Salim, başına bunların neden geldiğini düşünüyordu bir taraftan. Nasıl oluyordu da paçasından kötülük akan kayınbiraderi bu denli refah içinde yaşıyordu? Tam bir dolandırıcıydı adam; müdürlük yaptığı okulun döner sermayesine giren paralardan aşırdığını iyi biliyordu. Kayınbiraderi sarhoşken ağzından kaçırmıştı bunu, “Paraların köpüğünü alıyorum,” demişti. Sonra, öğrencileri dövdüğünü bilmeyen yoktu. Salim, kayınbiraderinin bir gün öfkeli bir veliye çatacağından emindi, aslında bunun için gün sayıyordu. İçten içe çok istiyordu bunu. Böyle bir adamın cezasız kalması… Olacak iş değildi.  

Oysa Salim… Ne kimsenin malına göz dikmiş ne de kimsenin canını yakmıştı bugüne kadar. Mesela bir sürü çırağı olmuştu fakat onlara tek bir fiske vurduğunu hatırlamıyordu. Hatta yanında kalfalığa kadar yükselenlerden bir tanesi ustalığı eline alınca onun dükkânının tam karşısına bir dükkân açmıştı. Buna dahi ses etmemişti. “Herkesin rızkını gönderen Hüda’dır,” demişti hep.

Hüda rızkını göndermişti ama Salim onu korumayı başaramamıştı. Şimdi suç kimdeydi? Akılsız Salim’deydi tabii ki. Kimde olacak? Bugüne kadar kimsenin tavuğuna ‘kışt’ deme, sabahtan akşama kadar çalış, akşam sofrada karnını doyuracak bir kap yemek buldun mu, şükret. Sonra yat yorgun kolların, bacaklarınla tombul karının yanına. Çocuklar mutlu mutlu okula giderler, belki adam olanları da çıkar içlerinden, daha ne? Ne gerek var zalim olmaya, ne gerek var dümen çevirmeye?

***

 Salim geceyi dükkânda geçirmişti. Karısına yetiştirmesi gereken bir işi olduğunu söylemişti fakat pek inandıramamıştı onu. Karısının ses tonundan, sorduğu sorulardan anlıyordu bunu Salim. Umursamadı, eninde sonunda gerçekler ortaya çıkacaktı nasıl olsa.

Polisler öğleye doğru geldi. İlk sordukları güvenlik kamerası oldu. Salim gülümseyip cevap verdi buna, ayın sonunu zor getirdiğini, böyle bir sistem için parası olmadığını söyledi.

İri yarı bir polis memuru ona sorular soruyor, bir taraftan da Salim’in verdiği cevapları not alıyordu. Salim’in gözü polisin yazdıklarındaydı, bu yüzden dalıp gitmişti.

“Sana soruyorum be adam!” diyordu polis memuru ısrarla, “Sabahları kim açıyor dükkânı?”

 “Ha, af edersiniz komiserim! Sabah, kim olacak, bizim çırak açar dükkânı.”

“Nereden anlamış soyulduğunuzu?”

“Onu anlamamış ilk başta. Yalnız bütün aletler yerdeymiş, işkillenmiş ama benim bıraktığımı düşünüp toparlamış etrafı.”

“Hiç mi anlamamış içeriye birinin girdiğini?”

“Kepenkler de aralıkmış ama benim açık bıraktığımı düşünmüş çırak. Akşamları en son ben çıkarım.”

Polis memuru şimdi, ‘tam kendine göre bir çırak bulmuşsun, o da senin kadar aptalmış,’ der gibi bakıyordu. Ya da Salim’e öyle geliyordu. Fakat yine de Salim mahcubiyetle eğmişti başını.

Polisler, “Çağır bakalım şu çırağı biz de bir konuşalım” dediklerinde yamalı bir araba gövdesini azimle zımparalamayan Fikri’yi çağırdı yanına. Fikri’nin esmer yüzü güneşten iyice kararmıştı, hatta yer yer kızarmaya başlamıştı çocuk. Dağınık saçlarını elinin tersiyle başının arkasına atmış pür dikkat polisleri dinliyordu. Kara, çipil gözlerinden zekâ fışkırıyordu. 

Fikri, Salim’in anlattıklarını bir bir doğruladı. Etrafta kimseyi görmemişti sabah dükkânı açarken, içeriye birinin girdiğinden şüphelenmişti ama ustasının sakinliğini görünce bir sorun olmadığını düşünmüştü.

Polisler, Fikri’yi işinin başına yollayıp Salim’e döndüler.  

“Sen ne zaman fark ettin kasanın yokluğunu?”

“Öğle yemeğinden sonra, dün saat iki gibi…”

“Ohooo be adam! Aklın neredeydi ki!”

“Komiserim…”

“Neyse, neyse… Şüphelendiğiniz birileri var mı?”

“Yok, komiserim, bilmiyorum yani, kasadaki üç kuruş paraydı zaten.”

“Ne kadar vardı?”

Salim kasadaki paranın miktarını söyledi utanarak.

“Az sayılmazmış! Ah be adam!”

-II-

Filmlerdeki Gibi

Salim filmlerdeki gibi olacak zannetmişti. Dükkânını olay yeri inceleme uzmanlarının dolduracağını, arı gibi çalışan beyaz tulumlu memurların her yerde parmak izi ve kanıt arayacağını düşünüyordu. Hiç de beklediği gibi olmadı; hepi topu bir komiser ve bir memur gelmişti. Onlar da Salim’i ayaküstü sorguladıktan sonra komşu dükkânlara geçmişti zaten. Beş dakika bile kalmamışlardı Salim’in dükkânında. O da çırağı Fikri’yi yollamıştı peşlerinden. Çırağın dediğine göre, elektrikçide, motorcuda, kaynakçıda, hiçbirinde, herhangi bir kayıp yoktu. Hırsız hedeflemiş gibi Salim’in dükkânına girmişti sadece. Canına yandığımın dünyasında bir Salim kalmış gibi!

Komiser ekip arabasına binerken homurdanıyordu. “Ulan arkadaş ara ki bulasın! Ne bir kamera var ne bir görüntü!”  

Salim, komiserin arkasından bakakaldı. ‘Bir gelişme olursa biz seni ararız,’ bile dememişlerdi. Şimdi sakince oturup polislerin işini yapmasını beklemeliydi.

Fakat öyle olmadı.

Ne yapıp edecek dükkânına gireni bulacaktı. Şüphelendiği birisi vardı aslında. Dün kayınbiraderiyle birlikte gelen öğrenci… Öğrenci demeye bin şahit isteyen, pejmürde herifin teki daha doğrusu. Okul formasının bir yakası bir yerde diğer yakası başka yerde… Solmuş lacivert bir pantolon giymiş, ayakkabıları deseniz toz toprak içinde. Belli ki sabahtan akşama ayağı yanmış it gibi gezen bir tip. Ya o kaşındaki, favorilerindeki, berberde yaptırdığı belli olan falçata izine ne demeli? Sonra, dört bir tarafı kolaçan eden bakışları, kıpır kıpır, yerinde duramaz halleri… Hiç güven vermemişti bu çocuk Salim’e.

Kayınbiraderi Siyah Passat’ının bir işi olduğunda mutlaka uğrardı yanına ve her seferinde bir öğrenciyle gelirdi. Çantasını taşıtmak için… Onlar konuşurken öğrenci süklüm püklüm beklerdi arabanın yanında. Yani diğerleri öyleydi. Fakat dünkü çocuk… O başka türlüydü. Başka bir hinlik peşindeydi, kesin!

Salim polislere anlatmak istemişti bu çocuğu. Onu aptal yerine koyan bakışları görünce vazgeçmişti. Şüphesini dile getirse komiser inanmayacaktı belki de; gülüp geçecekti.

***

Çırağını dükkânda bırakıp çıktı Salim. Planını çoktan yapmıştı. Önce kayınbiraderinin çalıştığı okula uğrayacak, kapıdaki güvenlik görevlisine veya çocuklara sorup şüphelendiği o serseriyi bulacaktı. Çocuğa bir şey demeyecekti ilk başta. Evini öğrense, babasını bulsa yeterdi.

Şansı yaver gitti Salim’in. Öğrencilerin dağılma saatine denk gelmişti. Elektrikli bisikletiyle okula yaklaşırken çocuğu bir ağaç altında sigara ziftlenirken buldu. Hemen durdu yanında. Çocuk istemeden sigarasını sakladı, Salim’e bakıyordu çakır gözleriyle.

“Baban çağırdı beni” dedi çocuğa, “Sizin arabanın bir işi varmış.”

Adresi babasından aldığını fakat yolları karıştırdığını söyledi. Yalandı tabii… Çocuğa tuzak kurmaya çalışıyordu.

“Babam şimdi iştedir” diye karşılık verdi çocuk. “İsterseniz bir daha telefon edin.”

“Telefonumun şarjı bitiyor. Sen eve gidecek misin?”

“Evet, birazdan.”

“Tamam,  atla da götüreyim seni. Hem evi göstermiş olursun. Olmadı akşama uğrarım tekrar.”

Çocuk sigarasını atıp bindi Salim’in arkasına. Biraz korkmuş gibiydi. Salim, çocuğun suçlu olmasına yormuştu bunu. Yolda sigara olayından babasına bahsetmemesini tembihledi Salim’e. Daha doğrusu yalvaran bir ses tonuyla, ‘abi’ diyerek rica etti. Salim elbette sigaradan bahsetmeyecekti. Çünkü daha önemli bir işi vardı. 

-III-

Düşünmeden

“Cinayet olduğu kesin bir ölüm amirim…”

“Nerede, yine arka mahallede mi?”

“Evet, amirim. Katil belli, o yüzden çok bir işimiz yok burada.”

Başkomiser Rıfat, yardımcısı Tolga’dan gelen telefonu kapatıp usturuplu bir küfür savurdu. Küçücük ilçede bunca olay fazlaydı artık. Turistlerden çektiği yetmezmiş gibi bir de şimdi yerli halk çıkmıştı başına. Adam yaralayanı, öldüreni, cinnet geçireni bitmiyordu bir türlü.

“Ulan ne istiyorsunuz birbirinizden, insan gibi yaşayın işte!” diye söylenerek derme çatma bahçe kapısından içeri girdi. Olay yeri bahçesi portakal ve limon ağaçlarıyla dolu müstakil bir evdi. Narenciye kokusu doldurdu burnunu girişte, nefesinin açıldığını hissetti.

Hemen yardımcısını bulup “Savcı geldi mi?” diye sordu.

“Geldi, gitti çoktan amirim.”

“Aman iyi! Kim yapmış bu işi Tolga? Dök bakalım şeceresini.”

“Oğlunun dediğine göre ‘Salim Karagöz’, sanayide dükkânı varmış. Adamı bu hale getirdikten sonra kaçmış. Dükkâna baktırdık ama tam da beklediğimiz gibi kayıplara karışmış.”

“Eninde sonunda elimize düşer.”

“Elbette amirim. Arkadaşlar arıyor zaten.”

“Nasıl olmuş?”

“Tornavidayla saldırmış. Adam korunmak için kendini yana atmış ama ne yazar… Adli Tabip’in söylediğine tornavida kalbine kadar girmiş.”

“Neymiş mesele?”

“Salim, adamın oğlunun dükkânını soyduğunu söyleyip duruyormuş. Adam da ‘benim oğlum yapmaz öyle şey,’ demiş tabii. Kavga büyümüş, sonrası malum. Düşünmeden yapılan bir şey işte amirim!”

“Soyulmuş mu dükkânı gerçekten?”

“Evet, amirim, birisi kasasını patlatmış adamın.”

“Ne zaman?”

“Üç gün önce… Adnan Komiser dükkândaymış, onun ekibi bakmış olaya. Şüpheli yokmuş ellerinde henüz.”

-IV-

Saygı

Üç gün önce…

Fikri, hızlı adımlarla, çıkarttığı toza aldırış etmeden iki yanı kargı kaplı yolda yürüyordu. Kan ter içinde kalmıştı fakat halinin hiç farkında değildi. Yine geç kaldığı için ustasından işiteceği azarı düşünüyordu. Kızılca kıyamet kopacaktı. Kesin! Ustası söze önce uzun bir nutukla başlayacak, sonra sesi yavaş yavaş yükselecek ve en sonunda konuşması hakaretlerle son bulacaktı.

Böyle anlarda ustası için, ‘Dövse daha iyi,’ diye düşünürdü Fikri. Çünkü artık çocuk değildi, okumamış olabilirdi fakat okusa lisede olacaktı. En azından bir öğrenci kadar saygıyı hak ediyordu. Hem o da bir öğrenci sayılırdı; işin inceliklerini öğrenebilmek için saatlerce izlemişti ustasını, el pratiği kazanmak için günlerce aynı arabanın kaportasını zımparalamıştı. Okuldakiler sadece öğreniyordu fakat o yaşıyordu. Yaparak öğreniyordu her şeyi. Bu iş için hem zihni hem bedeni zinde olmalıydı. Bunun için ne kadar uğraştığını, nelere katlandığını bilmiyordu ustası. Belki biliyordu da görmek istemiyordu.

Bir de sanayide saf bellemişlerdi Salim ustayı. Ağzı küfürlü, sinirli bir kukla gibi oradan oraya gezdiğini görmemişlerdi hiç anlaşılan. Bir insan dıştan göründüğü gibi olamıyordu her zaman. Ustasındaki bu iç, dış tutarsızlığının sebebini biliyordu aslında Fikri. Zamanında büyükleri tarafından çok ezilmişti. O yüzden bir aşağılık kompleksi vardı Salim Usta’da. Büyüklere kızıp sinirini küçüklerden çıkarıyordu.

Bir yerde anlaşılabilirdi bu. Aslında, toplumda çoğu insanda da görülen, gizli bir psikolojik bozukluğun dışa vurumuydu. Fakat Fikri’nin hiç katlanacak hali kalmamıştı bunlara.

Dükkâna gelmişti sonunda. Kan ter içinde kalmıştı koşmaktan. Salim Usta görmemişti bile halini.

“Neredesin ulan yine? Saat kaç oldu?” diye çıkıştı.

“Usta annem…” diyebildi Fikri sadece.

“Başlatma lan anana! Bir daha geç kal sen hele! Gör bakalım, gelip bir kova suyla uyandırıyor muyum seni, yoksa uyandırmıyor muyum? Hergele!”

Salim Usta ciddiydi. Hiç bu kadar ciddi görmemişti onu Fikri. Kan kusuyordu resmen.

“Usta annem sabah kaldıramayınca beni… Biliyorsun hasta kadın…”

“Ne yapalım yani? İşler bekliyor burada… Sen bunları hiç düşünüyor musun? Benim her yerim nasıl ağrıyor, biliyor musun? Ama erkenden geliyorum işte, bak! Gelip benden önce dükkânı açacağına bir de konuşuyorsun hala!”

“Ama usta…”

“Siktir git lan! Git bana bir çay getir. Akşam geç çıkacaksın bugün.”

Fikri geç çıkacaktı, bunu kesinleştirmişti aklında. Bu dediğim dedik, çaldığım düdük, küfürbaz adamın dersini verecekti. Para da lazımdı zaten. Kasayı patlatacaktı, sonra birkaç gün bekleyip kaçacaktı. Annesiyle birlikte, babasının mezarına yakın bir yere, memlekete… Belki yeni bir iş bile bulurdu. Kim bilir?

***

Bugün…

Hiçbir şey ne ustasının düşündüğü gibi oldu ne de Fikri’nin düşündüğü gibi. Fikri, intikamın dozunu kaçırmış ustasının bir katil olmasına sebep olmuştu. Salim Usta’nın ayarsız tavırları vardı belki ama o ustasını da geçmişti. Oysaki tahmin etmeliydi, Salim fevri adamdı, sonunun kötü olacağını önceden kestirmeliydi Fikri.

Ustası tutuklanmış cezaevine gönderilmişti. Hırsızlığın üzerinden bir hafta cinayetin üzerinden dört gün geçmişti. Polis hırsızı aramaya devam ediyordu. Fikri, herkese dükkânın kapanmasını bahane edip annesini de yanına aldıktan sonra gitmek istiyordu fakat kasayı hala açamamıştı. Evlerinin altındaki kömürlükteydi kasa ve polisin evini basması, her yeri araması an meselesiydi.

Bir sabah korktuğu başına geldi. Adnan Komiser ve adamı evindeydi, annesiyle konuşuyorlardı. Fikri ise tavukların altından yumurtaları almış eve doğru gidiyordu. Polisi gördüğü anda bahçedeki sardunyaların arkasına gizlendi. Yarım yamalak da olsa konuşmaları duyabiliyordu. “Aman oğlum bizim ne işimiz olur hırsızlıkla falan” diyordu annesi, “Arayın istediğiniz yeri…”

Fikri elindeki yumurtaları atıp kaçmaya başladı. Kaçışı onu nereye kadar götürecekse oraya kadar gidecekti. Düşünmeden yaptıkları bunları getirmişti başına, düşünmeden de kaçacaktı elbet. Başka ne yapacaktı?   

Önceki İçerik
Sonraki İçerik

En Son Yazılar