Yeni Sayı Çıktı!

En son hikaye, röportaj ve yazıları şimdi tıklayıp ücretsiz okuyabilirsiniz!

Yeni Sayı Çıktı!

En son hikaye, röportaj ve yazıları şimdi tıklayıp ücretsiz okuyabilirsiniz!

KORKULARIM VAR BENİM

Diğer Yazılar

BODRUMDAKİ CESET

POLİSİN KARISI

KISAS

Uğur Arık
Uğur Arık
Casus romanlarının içinde kaybolurken ben neden bir dedektif olmayayım diyerek bu yola çıktım. Polisiye benim için tam bir tutku, okumak ise hayatı anlamak isteyenlerin ders çalışması gibidir.

ALTINCI BÖLÜM

Bülent ile yoldaydık. Maktul Ali Bayram’ın hapse girmesine sebep olan yaralama davasını Taner bize UYAP üzerinden bulmuştu. Meğerse Ali Bayram’ın yaraladığı kişi amcaoğlu Erhan Üşümez’miş. Ali Bayram, amcasının on altı yaşındaki kızını kaçırmış. Sonra aile büyükleri araya girince kızı geri göndermiş. Olaylar yatışmış ama kızın ağabeyi Erhan ile bir zaman sonra kavga etmiş ve Ali Bayram, amcaoğlu Erhan’ı bıçakla yaralamış. Taner bize Erhan’ın oturduğu adresi de vermişti, şimdi direkt oraya gidiyorduk. D-100 Karayolu’nda Göztepe Köprüsü’nden geçip Kozyatağı’na gitmeden Yeni Sahra Mahallesi’ne döndük. Bir yerden başlamak lazımdı ama ortada iki cinayet vardı. Bu cinayeti çözsek bile ilk cinayeti Erhan’ın neden işlediğine dair kafamda bir sürü soru ile duruyordum.

“Acaba,” dedim. Bülent dönüp bana baktı, ben de ona baktım. “Acaba biz yanlış mı yapıyoruz?”

“Ne gibi Amirim?”

“İki cinayet arasında kâğıt toplama ve öldürülme dışında bir ortak nokta yok. Ya katil başkası ise?””

“Ama Amirim, aynı mahalleden aynı kâğıtçı tipi, üstelik dilenmek gibi ortak noktaları yok sayamayız,” diye itiraz etti Bülent.

“Peki, diyelim Erhan, Ali Bayram’ı öldürdü. Ahmed ile ne alıp veremediği vardı?”

“Şu anda olasılık üzerine fikir yürütüyoruz. Ya katil Erhan değilse Amirim?”

“Kafamı allak bullak ettin Bülent.”

“Öyle bir niyetim yok ama Ali Bayram bir suç makinesi. Çok düşmanı olabilir, canını yaktığı biri olabilir.”

“Amcaoğlu gibi mi?”

“Hepsi olabilir.”

“Eee, gene aynı kapıya çıkıyoruz. Ali Bayram ile husumeti olan kişinin Ahmed ile derdi ne?”

“O zaman Amirim…” derken sözünü kestim.

“O zaman seri katil diye bakmayalım, her yönü ile bakalım olaya.”

“Seri katil tahmini sizindi Amirim.”

“Yapma yav, suç bende yani.”

“Olur mu Amirim,” derken gülüyordu Bülent.

“Ben gülüyor muyum lan!” dedim, hemen gülmeyi kesti.

“Ayrıca bu ağabeyi hiç gözüm tutmadı.”

“Bırakmadınız ki onu doğduğuna pişman edeyim,” dedi.

Hiç üzerinde durmadım, gereken yapılmıştı çünkü. Konuyu değiştirmek için, “Maktul Ahmed ile Ali Bayram arasında ortak nokta var mı bir bakalım,” dedim.

“Başüstüne Amirim.”

“Ahmed’in otopsi raporu ne zaman çıkar?”

“Pazartesi, Amirim.”

“Ahmed’in üstündeki telefonu da incelemeye aldık, değil mi?”

“Alındı Amirim.”

“Ali Bayram’ın telefonu bulundu mu?”

“Olay Yeri ile konuştum, üstündeydi Amirim.”

Bir iki fırça darbesi ile “Amirim, Amirim” olmuştuk. ‘Ulan Bülent,’ diye geçirdim içimden. gülmem geldi ama tuttum. Biraz sert olmak iyiydi.

“Bülent, bu iki telefonun geçmişe dönük ortak bir arama yapıp yapmadığına bak, geriye ne kadar gidiliyorsa oraya kadar gidilsin.”

“Bu uzun sürmez mi?” diye itiraz etti.

“Sürer, o yüzden yanına yardımcı al.”

“Hatta olmazsa bir ekip kuralım,” fikrini attı ortaya.

“Acele etmeyelim, bizim altından kalkamayacağımız bir duruma gelirse bakarız,” diyerek atılan fikri savuşturdum. Şu anda bir ekip kurmak olmazdı.

“Siz öyle diyorsanız,” dedi. “Adrese geldik,” diye ekledi.

Yeni Sahra D-100 Karayolu’nun bir tarafında, Kozyatağı diğer tarafında kalıyordu. Kadıköy’ün maddi manevi iki farklı yaşamını D-100 Karayolu ortadan ikiye bölüyordu. Kentsel dönüşüme girmiş boş binalar, onları alan inşaat firmalarının ilanları ile yıkılmayı bekleyen evler, köşe başlarında duran gecekondular fakirliği dibine kadar yaşıyordu. Sokağın başına arabayı park etti Bülent. Arabadan indiğimiz gibi ayağında ayakkabı olmayan, üstü başı kir pas içinde bir erkek çocuğu dibimizde bitti.

“Ağabey bi liyan var mı?” dedi. Şöyle bir baktım, Bülent elini cebine attı 10 lira çıkarıp verdi. Çocuk dönüp bana bakmaya başladı. Ben de çıkarıp 20 lira verdim. Elimden kaptığı gibi yalın ayak fırladı gitti yanımızdan. Geleceği karanlık bir çocuk üzülmemek elde değildi. Büyüdüğü zaman ne olacağını Ali Bayram ve ağabeyi gösteriyordu bize.

Sokağa adımı attığımızda ağır bir yemek kokusu karşıladı bizi. Soğan kokusuydu ve kötü bir şekilde pişiyor olmalıydı. Gecekondu demeye bin şahit isteyen barakalar ağır yaşam koşullarını belli ediyordu. Barakaların önü çer çöp, kâğıt, karton doluydu. Birkaç evin önünde eski kasa Ford kamyonet vardı. Sokağın diğer köşesinde üç kişi bizi kesiyordu. Yanlarına yaklaştık.

“Erhan Üşümez burada oturuyormuş, hangi ev?” dedim sertçe.

“Hayırdır?” dedi içlerinden esmer tıknaz olanı. Ayağa kalkıp diklenecekken benim tepemin tası attı.

“Otur lan yerine!” diye gürledim. Sesim sokakta öyle bir yankılandı ki neredeyse camlar sarsıldı. Böyle sümüğünü atmayacağın tiplerin sorduğumuz sorulara atar yapar gibi cevap vermesi sinirime dokunuyordu artık. Karşımdaki genç de böyle bir tepki beklemiyordu ki bağırmamla ne yapacağını şaşırdı. Elini cebine atınca benim de gayriihtiyari elim belimdeki silahıma gitti ama Bülent çoktan silahını çekmişti.

“Başkomiserim adam gibi soru sordu, adam gibi cevap verin lan!” diye bağırdı. Bana diklenen esmer genç, “Polis lan bunlar,” derken yanındakiler ile birlikte topukladı. Bülent’e döndüm:

“Silahı yerine koy,” dedim. Yardımcım denileni yaptı ama her gittiğimiz yerde hır çıkması canımı iyice sıkmaya başlamıştı. Eskiden bizi gören 100 metreden yolunu değiştirir, sokaklarda adam kesmiş elemanlar yanımızda korkudan sesini çıkaramazdı. Son zamanlarda polisin sarsılmış otoritesini tekrardan tesis etmek lazımdı. Bir de herkesin elinde bıçak, belinde silah, kimseye bir şey sormaya gelmiyordu. Bizim toplumumuz böyle değildi.

Tamam, kimse sütten çıkmış ak kaşık değildi ama millet nereye gidiyordu böyle? İnsanlar sesimize sokağa çıkmaya başlamıştı. Çocuklar yanımızda bitiyorlardı. Ne acayip mahalleydi burası…

Yanımıza yaklaşan orta yaşlı esmer biri, “Kimi ne için arıyorsunuz Amirim?” dedi. Sağduyulu birine benziyordu. “Siz gençlerin kusuruna bakmayın, yabancı görünce böyle oluyorlar,” diye ekledi. Sonra etrafımızdakilere dönüp “Siz de uzayın bakayım!” dedi.

“Sen tanıyor musun Erhan’ı?” dedim.

“Oğlum olur ama kimseye bir zararı yok Erhan’ın, konu nedir?” Meraklı gözlerle bize bakıyordu.

“Ali Bayram Üşümez,” dedim.

“Yeğenim olur.”

“Evet. Öldürüldü,” dedim. Suratı bir anda karardı.

“Deme, vay başımıza gelenler!” diye elinin içine vurdu. Bunu Ali Bayram için mi söyledi, Erhan için mi söyledi, anlayamadım.

“Erhan nerede? Konuşmamız lazım onunla,” dedim. Yaşlı adam yanındaki çocuğa dokundu, çocuk direkt fırladı.

“Gelin Amirim,” diyerek yolun sonunda ki gecekonduyu işaret etti. “Benim oğlumun bir suçu yok, biz bir şey yapmadık,” diye ekledi. Cevap vermedim. Yolun sonundaki gecekonduya geldik. İçeriden topallayarak biri çıktı.

“Erhan benim,” dedi.

***

Evin önüne içeriden getirilen taburelere çöktük. Ağır yemek kokusu hâlâ burnumuza burnumuza vuruyordu. Erhan’ın babasından gelen “Çay içer misiniz?” teklifini kibarca reddettim. Erhan’la konuşmamız her şeyden önemliydi, direkt konuya girdim:

“Olayı anlat bize Erhan. Ali Bayram ile aranızdaki sorun neydi, seni neden bıçakladı?” Konuyu bilmeme rağmen Erhan’ın ağzından duymak istiyordum.

“Anlatayım Amirim, diyen Erhan konuşmaya başladı. “Biz Bayram’la beraber büyüdük. Aynı yatakta uyuduk, kâh beraber aç kaldık kâh beraber doyduk ama o kardeşliğimize ihanet etti. Evimize girdi, aynı yatakta uyudu ama bacıma göz koymuş Amirim. Bizim haberimiz yok tabii, bunlar sevgili olmuşlar. Kardeşim Güllü daha on altı yaşında. Kanmış buna, çocuk daha işte, kandırmış. Bayram kurnaz tabii, vermeyeceğimizi biliyor, kaçırdı kardeşimi. Neyse uzatmayayım, biz yerlerini bulduk, gittik aldık kardeşimi ama orada ben dayanamadım, buna vurdum. Bu da altta kalmadı, girdik birbirimize ama ben ağzını burnunu kırdım. Araya büyükler girdi, konu bir şekilde kapatıldı. Bu içine atmış, belli. Bir de bunun ağabeyi var, Gökhan, pisliğin tekidir.”

Bülent ile birbirimize baktık.

“Tanıştık onunla da. Dediğin kadar var.”

“Öyledir bunlar Amirim, mahallede kimseye huzur vermezler. Neyse işte, bu Gökhan’ın arkadaşlarıyla bir gün önümü kestiler. Bayram’ın tek başına delikanlılığı yetmiyor tabii, çıkardı emaneti, sapladı bacağıma, sonra kaçtı hepsi.”

“Şikâyetçi oldun mu?”

“Amirim, kimi neye şikâyet edelim? Hem burada aile arasında normal karşılanır bunlar.”

“Eee, yediğin bıçakla kalırsın o zaman,” dedim.  Babaya döndüm. “Sen niye şikâyetçi olmadın, oğlunu bıçaklamışlar?”

“Valla Amirim, ben olayın büyümesini istemedim. Bunların kanları kaynıyor, olay büyürse birbirilerini öldürürler diye korktum.”

“Babamın suçu yok Amirim, bunlar bir iş yaptı mı sonunu düşünen kimseler değiller, ben olayı kapattırdım, sonra da onlarla ilişkimizi kestik.”

“Peki, hapse nasıl girdi Bayram?”

“Hastane polisi tutanak tuttu. Olayı savcılığa bildirmiş. Biz şikâyetçi olmadık ama savcı adam gibi adammış, üzerinde durunca kamu davası açılmış, öyle girdi içeri.”

“Eee, yani gene memlekette yürekli savcılar var, yoksa suç işleyip yanına kalacaktı,” dedim.

“Öyle Amirim, şimdi asıl konuya dönelim. Benim intikam için onu öldürdüğümü düşünüyorsunuz, değil mi?” diye sordu. Böyle bir şey beklemiyordum ama Erhan konuşmanın başından beri adamakıllı laflar ederek konuşuyordu. Şimdi konuşmada üstünlüğü de ele geçirmişti.

“Bak Erhan, sana böyle bir suç işlediğini söylemiyorum ama şüpheli konumunda olduğunu belirteyim,” dedim.

“Haklısınız Amirim, ben de öyle düşünüyorum ama ben onlar gibi vicdansız biri değilim. Bugüne kadar kimseye bir zararım dokunmadı. Adımız çıkmış, millet bizden çekiniyor ama ben onlardan değilim işte, insanları rahatsız etmeyi sevmem,” dedi. Karşımdaki gence baktım. Yalan da söylüyor olabilirdi ama söylediklerinde haklılık payı vardı. Bazen önyargılarımız insanı farklı düşünmeye sevk edebiliyordu. Kimsenin yüreğini açıp bakamadığımız için dış görüşüne göre karar veriyorduk. Kimi zaman doğru çıktığı oluyordu ama bazen de bizi utandırıyordu önyargılarımız. Erhan bunlardan biri miydi emin değildim. Gene de karşımdaki gencin en azından samimiyetine inanmıştım fakat bu bir cinayet soruşturmasıydı ve işin içine duygular girdi mi her şey değişirdi.

“Erhan, saat 10.00 ile 12.00 arası neredeydin?” dedim. Hâlâ ondan şüphe ettiğimizi biliyordu.

Evdeydim, uyuyordum. Hem bu bacakla Bayram’ı öldürmeye kalksam, o beni yollar tahtalıköye,” diye eklerken gülümsedi.

“Peki, aranız bozuk olsa da kardeş gibi gördüğün birinin ölümüne üzülmemiş gibisin. Yoksa üzüldün mü?” diye zarfladım. Sorumu hemen anladı.

“Üzülmedim desem yalan olur ama bacağımın acısı benim içimde. O bazı acıları başlamadan soğutuyor, Amirim.” Gene usta bir hamle ile benim atağımı savuşturdu. Zeki ve bir o kadar kendine güvenen biriydi Erhan.

“Erhan, sana inanmak istiyorum,” derken ayağa kalktım. “İnşallah bu samimiyetinin arkasından bir şey çıkmaz. Bu arada yurt içine veya yurt dışına bir yere gitme,” diye ekledim. Gülümsemeye çalıştı bu sefer.

“Emrin olur Amirim,” dedi.

“Hadi Bülent,” derken babasına dönüp misafirperverliği için teşekkür ettim.

“Sizler sağ olun Amirim,” diyerek o da bizimle ayaklandı.

“Görüşmek üzere,” dedik ve mahalleden ayrıldık.

***

Soruşturma bir yere gitmiyordu. Olduğum yerde tıkandığımı biliyordum ve kafamı toplayamıyordum. Aynı şekilde işlenmiş iki cinayet vardı ama farklı farklı hikâyeler işin içine giriyordu ve benim kafamda bu iki cinayeti bir kişi işlemişti. Nedense kendimi bir seri katil ihtimaline kaptırmıştım. “Acaba hata mı yapıyorum?” sorusu kafamın arkasında sürekli duruyordu. Olayı soruşturup bir şüpheli bulduğumuzda ise ilk cinayet ile ikinci cinayetin şüphelisini olaya oturtamıyordum. Ahmed cinayetinin şüphelisi ile Ali Bayram cinayetinin şüphelisini birbirine oturtmak zordu. Bir iş vardı bu işin içinde ve bunu çözecektim. Bülent’e beni eve bırakmasını, kendisinin de dinlenmesini söyledim. Bir an içimden Perihan’a gitmek geçse de bu düşünceden vazgeçtim. Uzun zamandır aramamıştım, arasam ağzıma sıçardı.

Eve gelip oturmuş Feyyaz ile söylediğimiz pizzayı yerken ya da ben yediğimi zannederken, “Ağabey neden yemiyorsun?” sözüyle düşüncelerimden sıyrıldım.

“Kafam karışık Feyyaz.” Önümdeki tabağa dokunmamıştım.

“Ağabey, sen işini hayatına karıştırmazsın,” derken parmağına bulaşan pizza sosunu keyifle yaladı.

“Maşallah bayağı acıkmışsın,” dedim. Sırıttı.

“Acıktım valla,” derken hâlâ sırıtıyordu. Yok arkadaş, bu adamın başına ne gelirse gelsin böyleydi işte. Hiçbir şey umurunda değildi.  ‘Ne güzel hayat be,’ diye içimden geçirdim. “Evet ağabey, sen işlere bu kadar takılmazdın, ne oldu sana?”  diyerek sorusunu yineledi.

“Bir şey olduğu yok, yürüdüğüm yol yanlış galiba bu sefer.”

“Ağabey, sen her zaman içgüdülerine güvenirsin. Unutma, senin iç sesin seni doğruya götürür.” Heh, şimdi tam olmuştu. Feyyaz felsefe anlatıyordu bana.

“Ya yanlışsa iç sesim?” diye sordum. Bir şey demedi. Kendi pizzası bitmiş, gözü benim tabağımdakilere takılmıştı. Felsefe aç karnına yapılmıyordu tabii. Ya da Feyyaz’ın felsefesi bu kadardı.

“Ne dedin ağabey?” diyerek bana döndü.

“Al ye bunları,” diyerek tabağı uzattım.

“Yok ağabey yaa,” diye itiraz etti yalandan.

“Feyyaz, ye şunları, aç kedi gibi bekliyorsun,” dedim. Uzandı, tabaktaki pizzayı alıp ısırdı.

“Ne diyordum ben?” dedi ağzı dolu dolu.

“Bir bok demiyordun,” diyerek masadan kalktım. Felsefe dinleyecek hâlim yoktu.

“Dur abi dur, hatırladım,” dedi. Ağzı dolu olduğu için konuşamıyordu. Eliyle gitmemem için hareket yapıyordu.

“Yediklerini yut bir hele, öyle konuş.” Önündeki bardakta duran kolayı fondipledi. Tıkanıp geberecekti it gece gece.

“Heh, dediğim şu; senin içgüdülerin seni doğruya götürür bunu unutma.”

‘Ulan Cüneyt, ne hâllere düştün,’ dedim içimden. ‘Tabii tabii’ anlamında kafamı salladım.

“Bana inanmıyorsun ama kendini yabana atma Cüneyt Duman, sen boş adam değilsin!” diye bağırdı arkamdan.

Odaya geçerken “Ben yatıyorum, sofrayı toplarsan topla, yoksa ben hallederim,” dedim. Cevap gelmedi. Hâlâ pizzayı tıkınıyordu eşek herif, belki de beni duymadı bile.  

Ne kadar uyudum bilmem, ne olduğunu anlamadığım bir ses ile gözlerini açtım. Elim yastığın altına gitti, silahım yoktu. Ben zaten yastığın altına silahı koymazdım ki… Komodinin üstünde dururdu. Kendime okkalı bir küfür ettim. Bundan sonra yastığın altına koymalıydım. Kafamı kaldırdığımda salonda ışıklar oynuyordu. TV açık olmalıydı ve anlamadığım bir dilde birileri konuşuyordu. Büyük ihtimal İspanyolcaydı. Yataktan kalktım, uyku sersemi kolumdaki saate baktım. 03.45’ti. Feyyaz koltuğa uzanmış, yanında dolaptaki biralardan bir kaçı, son zamanların ünlü dijital sinema platformunun en çok bilinen dizilerinden biri olan İspanya Merkez bankasını soyan çetenin dizisini izliyordu. Beni tepesinde görünce irkildi. Son hızla toparlanmaya çalışırken TV’nin sesi kıstı.

“Ağabey, kusura bakma, en kısık seste izliyordum.”

“Yok lan, önemli değil,” dedim ışığa karşı hassaslaşmış gözlerimle. Ayağa kalkınca yerdeki bira şişeleri şangırdayıp devrildi. İyice eli ayağına dolaştı. Benim kızdığımı düşünüyordu.

“Hay aksi,” diyerek toparlanmaya çalıştı.

“Feyyaz,” dedim sertçe. Bana baktı şişeleri toplarken. “Bırak a** koyayım, devrilirse devrilsin, senden kıymetli değil.”

“Ama ağabey…”

“Rahat ol kardeşim, burası senin evin, nasıl içinden geliyorsa öyle yaşa,” dedim. Gözleri nemlendi, loş karanlıkta bile belli oluyordu. Böyle durup Feyyaz’ın minnet dolu bakışlarına katlanamazdım. Ben salonda hırsız var diye uykumu bölmüştüm, Feyyaz dizi izliyor diye değil. “Ben yatmaya gidiyorum,” diyerek arkamı döndüm ama aklıma geldi. “Sen taksiye çıkmayacak mısın?”

“Taksi iki günlüğüne arkadaşta.”

“Hee tamam,” deyip götümü dönmüş odaya giderken arkamdan fısıldıyordu.

“Adamsın Cüneyt Duman.” 

YEDİNCİ BÖLÜM

2 Gün Sonra

Merkeze geldiğimde son günlerde yaşadığım o melankoli yok olmuştu. Kafam hiç olmadığı kadar yerinde, vücudum hiç olmadığı kadar dinçti. Havanın güzel olması buna etkendi tabii; kışa elveda derken güneş gülen yüzünü bugün İstanbul’dan esirgemiyordu. Feyyaz haftanın bu ilk iş gününde taksiye çıkmış, aynı zamanda kendine ev bakıyordu. Beni rahatsız ettiğini düşünüyor, çabucak yanımdan ayrılmak istiyordu ama bilmiyordu ki benim yalnızlığıma ilaç olmuştu. O evde olunca ayrı bir huzur doluyordu içim. Kafamı yastığa koyduğumda içeride birinin varlığı farklı gelmişti.

Pazar günü, yani dün gece bana gelen Bülent ile kısa bir durum değerlendirmesi yapmış, dosyaların üzerinden geçmiştik. Feyyaz gene aynı şekilde bizi dinledi, hiç yorum yapmadı desem yalan olurdu. Birkaç hamlede bulunmak istese de ben engelledim. Şimdi saçmalayacaktı, ben de ağzına sıçacaktım. En iyisi herkesin kendi işini yapmasıydı. Zaten Bülent de fazla durmadı. Bugün çıkacak otopsi raporlarıyla durumu yeniden ele alacağımızı söyleyip onu da evine postaladım. Karşımdaki panoda duran Suriyeli Ahmed’in mavi gözlerine dalmışken zihnimi kendine getirdim. Ahmed’in hemen yanında diğer maktul Ali Bayram’ın resmi vardı. Turgut Amirin yanına uğrayacaktım ama önce elde ne var yok, bir hafıza tazeleyip yanına öyle çıkmak istedim. Benimle konuşmak istediği meseleyi Bülent’e fazla çaktırmadım ama merak ediyordum. Önümdeki otopsi raporlarını karıştırdım. Masada dumanı tüten çaydan bir yudum alıp okumaya başladım. Bülent tam karşıma oturmuş bana bakıyordu.

“Bunlarda farklı bir şey yok. Olay yerinde konuştuklarımızı alıp yazmışlar,” dedim.

“Öyle Amirim, farklı hiçbir şey yok. Ahmed’de tornavida, Ali Bayram’da bıçak kullanılmış her iki cinayet aleti de bulunamadı.”

“Bulunsa şaşarım zaten Bülent.”

“Her iki cesette de herhangi bir boğuşma, darp ya da hırsızlık yok.”

“Biliyorum. Kamera kayıtları peki?” Elimdeki dosyaları masaya vurdum.

“Geçen söylemiştim, mahalle içinde bir çalışma başlattım. Şu ana kadar dişe dokunur bir şey yok ama birkaç güne bir şeyler yakalarız diye düşünüyorum Amirim.” Çay güzeldi güzelce bir yudum daha aldım. “Ama olay yerine ait görüntü yok,” diye ekledi Bülent.

“Bu kötü işte.”

“Mahalle içine koyduğumuz sivillerden gelen rapora göre cinayetler sonrası kâğıt toplayanların çoğu o mahalleye uğramıyormuş. Birkaç kendine güvenen dışında hepsi kaçmış diyorlar.”

“Can tatlı tabii.”

“İki, üç gündür rahatız, ara verdi katil bu sefer.”

“Mahalle ekipleri de devriyeleri artırdı, biraz caydırıcılık olduysa bundandır.”

“Olabilir,” diye tasdik etti yardımcım beni.

“Telefonlardan çıkan bir şey yok mu? Ortak bir isim söyle Bülent bana,” dedim. Sesim gereğinden ince çıkmıştı, bir iki öksürüp durumu düzelttim. Bülent oturduğu koltukta huzursuzca kıpırdandı elinde bir şey olmayınca hep böyle yapardı.

“Maalesef yok. Ahmed’in üç ay geriye dönük tüm konuşmaları size verdiğim dosyada. Herhangi olumsuz bir duruma rastlamadım.”

“Peki Ali Bayram?”

“Orada durum biraz karışık işte.”

“Nasıl?”

“Şöyle; Ali Bayram, Gazanfer Durdu isimli şahısla telefonda bir tartışma yaşıyor. Dosyada mevcut altı çizili bölüm 76 saniye sürüyor.” Dosyayı elime aldım okumaya başladım. Gerçekten birbirilerini tehdit ediyorlardı. Bülent konuşmaya devam etti. “Numaradan kimlik tespiti yaptırdım. Gazanfer Durdu, otuz altı yaşında Maltepe Fındıklı taraflarında torbacılık yaptığını öğrendim.”

“Bak bu önemli Bülent, bunu şimdi mi söylüyorsun bana?” diye sitem ettim.

“Daha ben de yeni farkına vardım Amirim, hemen araştırdım adamı.”

“Güzel, güzel de sen böyle detayları atlamazsın,” diyerek dosyayı okumaya devam ettim.

“Evet Amirim, ama bu Gazanfer’in uyuşturucu dışında sabıkası yok, hatta buna sabıka denirse, uyuşturucu bulundurmaktan nezarette yatmış birkaç gece.”

“Olsun, işin içinde uyuşturucu varsa her şey çıkar. Nerede buluruz bu herifi?”

“Fındıklı’da Urfalıların derneği varmış, orada takılıyormuş.”

“Aralarında alacak verecek meselesi varmış, tartışma nedeni bu galiba.”

“Meblağı yazmıyor ama…” dedi Bülent.

“Önemli mi Bülent, 50 lira için adam öldürüyorlar bu ülkede,” dedim. Yardımcım cevap vermedi. “Sen hangi arada derede bu kadar bilgiye ulaştın?”

“Bizim de kendimize göre bir ağımız var yani.”

“Hay senin ağına, aman takılmasın o ağlar bize,” diyerek güldüm, sonra ayağa kalktım.  Resimleri asılı maktullerin yanına geldim. Ali Bayram’ın altına “Gazanfer” yazdım. Ahmed’in bulunduğu yer boştu. Demek ki seri katil ihtimali baştan yanlış bir ihtimaldi, zaten seri katil lafını ortaya atan bendim. Ortada bizi seri katile götürecek bir ipucu yoktu ve sürekli farklı kişiler ortaya çıkıyordu. İlk defa hislerim beni yanlış yola sokuyordu. ‘Yaşlanıyorsun Cüneyt Duman,’ diye geçirdim içimden. Gerçekten yaşlanıyordum. Arkamı dönerken panoya çarptım. Bir küfür oraya savurdum. Aslında panoda çalışmayı çok sevmezdim ama yeni nesil cinayet büroları bu panolar ve toplantı odaları ile meşhurdu; tabii bunlarda polisiye dizilerin etkisi çoktu. Bizim toplantı yerimiz benim odamdı. Bülent ile kafa kafaya verdik mi bir olayın içinden geçerdik. Tek tabanca öyle çözmeyeceğimiz iş yoktu.

“Artık yanıldığımı anladım Bülent, ilk baştan seri katil dedim ama bence iki farklı cinayet ve katil var,” dedim.     

“Bilmiyorum Amirim, ben hâlâ seri katil ihtimaline sıcağım.”

“Sıcağım ne demek lan?”

“Yani hâlâ yakınım anlamında.”

“Bülent, edebiyat yapma gözünü seveyim, sen yakında polisiye roman da yazarsın,” dedim.

“Aklımdan geçmiyor desem yalan olur Amirim,” diyerek güldü.

“Her kuşu yedin, bir leylek kaldı, dedim gülerek. “Ben Turgut Amirin yanına çıkayım, sonra Gazanfer’i alalım,” dememe kalmadı, kapı açıldı. Turgut Amir yanında beyaz tenli yakışıklı bir genç ile içeri girdi. Ben ayaktaydım, Bülent hemen ayağa fırladı.

“Amirim,” dedim.

“Cüneyt merhaba”, diyerek içeri geçen Turgut Amir direkt masama geçip otururken eliyle üçümüze de oturmamızı söyledi. Benim meraklı bakışlarıma hemen yanıt vermek istiyordu. İkimiz de biliyorduk ki Turgut Amir benim odama kadar indiyse sorun büyük demekti. Genç adam ayakta duruyordu. “Otur sen de Can,” dedi. Can denileni yaptı, sandalyeye çöktü. “Bülent sen nasılsın?” diyerek Bülent’e döndü Turgut Amir.

“Sağ olun Amirim, sağlınıza duacıyız,” dedi Bülent.

“Sağ olun arkadaşlarım,” diyen Turgut Amir meraklı bakışlarımıza ve yanında getirdiği gence bakarak ortaya konuşmaya başladı. “Valla Cüneyt, geçen telefonda yanıma gelmeni söylemiştim ama gelip burada durumu anlatmanın daha doğru olacağını düşündüm. Bu yeni arkadaş Can,” diyerek oturan genç adamı gösterdi. “Akademinin yetiştirdiği ender yeteneklerden. Bu sene mezun oldu. Kaçıncı olmuştun sen Can?” diyerek Can’a döndü. Biz de döndük.

“Üçüncü bitirdim Amirim,” dedi.

“Akademi üçüncüsü komiser yardımcısı olarak bu sene mezun oldu bu genç arkadaş. Can’ın en büyük isteği Cinayet Büro’da çalışmak ve hatırını kıramayacağım bir büyüğümüzün emaneti olarak bana teslim edildi. Ben de hem Can için hem de güvenebileceğim biri olduğun için senin yanını uygun gördüm Cüneyt. En iyi senin yanında çalışabileceğini düşünüyorum, bu yüzden Bülent ile birlikte senin ekibine dâhil olmasını istiyorum. Sen tek tabanca takılırsın, biliyorum ama teşkilatta şu zamanlarda güvenebileceğim kişi sayısı bir elin parmaklarını geçmez. O yüzden Can Komiser bu saatten sonra senin yanında,” dedi ve ellerini masanın üzerinde birleştirdi.  Bu, ‘sorusu olan var mı’ işaretiydi. Bülent ayrı, ben ayrı şok içinde kaldık. Yıllardır bu şekilde idare ediyorduk. Şimdi ekibe birinin sokulması arı kovanına çomak sokmak gibi bir şeydi. Şoku çabuk atlatıp cevap vermem lazımdı.

“Emredersiniz Amirim, siz nasıl uygun gördüyseniz bizim için emir addedilmiştir,” dedim. Turgut Amir keyifle geriye yaslandı, sonra parmağı ile panoyu işaret etti:

“Cinayetlerin durumunu bana ne zaman izah etmeyi düşünüyorsun?” dedi. İçimden ‘aha fırça geliyor’ diye düşündüm.

“Ben de durum değerlendirmesi yapıp yanınıza gelecektim Amirim.”

“Ama ben önce davrandım,” diyerek keyifle gülümsedi Amirimiz. “Cüneyt, basın ikinci cinayetten sonra ilgisini kaybetmiş gibi görünse de bu işi çabucak çözmen üzerimizdeki baskıyı azaltır. En kısa sürede bir rapor bekliyorum senden.”

“Emredersiniz, en kısa sürede elinizde olacak.” Turgut Amir ayağa kalktı. Bu, konuşmanın bittiğine işaretti. Hepimiz aynı anda ayağa kalktık.

“Sizi ekibinizle baş başa bırakma vakti. Bu cinayeti çözmekle işe başlıyorsun Can,” diyerek topu ona da attı.

“Ben her zaman hazırım, dedi Can. İçimden ‘he yavrum he’ dedim. Tam o sırada kapı tıklatıldı. Ben o arada Bülent’e göz ucuyla baktım; suratı düşmüştü, pabucunun dama atıldığını düşünüyordu ama çok beklerdi. Sanki ben ondan vazgeçmiştim. Turgut Amir, “Gel!” diye seslendi. İçeri giren Taner’di. Topuk selamını verdi:

“Efendim, yeni bir kâğıtçı cinayeti daha işlendi, hem de aynı mahallede,” lafı ile kafamdan aşağıya kaynar sular döküldü. Bülent bana baktı. Benim bok çuvalına dönmüş suratımı gördüğü esnada o ne düşünüyordu acaba?

SEKİZİNCİ BÖLÜM

Aynı yollar ve sokaklardan geçerken huzursuzluğum iyice artmıştı ve midem stresten hiç ağrımadığı kadar ağrıyordu. Taner yeni cinayet haberini getirdiğinde Turgut Amirin bakışı aklıma geldikçe midem daha da kasılıyordu. Baştan düğmeyi yanlış iliklemiş ve ikilemde kalmıştım. O yüzden dosyada bir adım bile ilerleyememiştim. İlk defa böyle bir durum yaşıyor değildim. Çoğu cinayet dosyasında kaybolup tıkandığımız oluyordu. Hatta işin içinden çıkamayıp faili meçhul diye kapatılan dosyalarım da olmuştu ama ilk defa hata yapıp bir dosyayı bu kadar önemsemeyip aksattığım oluyordu. ‘Acaba bu maceranın sonu geldi mi?’ diye düşünmeden edemiyordum. Belki de sahaları gençlere bırakmanın vakti geliyordu. Turgut Amir yavaştan yol vermeye başlamıştı. Can’ı getirip ekibe katması falan bunun için miydi?

Kafamda binbir soru, bulamadığım cevaplar, son zamanlarda kafamı toplayamam üst üste gelmişti. Şimdi camdan dışarı bakıp duruyordum. Arabayı Bülent kullanıyor, hemen yanında ben oturuyordum. Ekibimin yeni üyesi Can arkada oturuyordu. Şu anda Can’ı düşünecek ne hâlim ne de kafam vardı. Kimseden çıt çıkmıyordu. Mahalleye girdiğimizden itibaren bir koşuşturma olduğu aşikârdı. Ambulans sirenlerinin sesi geliyor, polis araçları yanımızdan geçiyordu. Caddeyi bitirip dar sokaklara girdiğimizde huzursuzluğum iyice arttı. Yollardan geçen insanlar sanki olay yerine gidiyor gibi geliyordu bana. Bir mahalle kaç gündür bu cinayetle çalkanıyordu ve küçük yerlerde böyle büyük olaylar oldu mu bu hâller normaldi. Olay büyür büyür, altından kalkamazdın böyle.

Olay yerine vardığımızda kalabalık hiç olmadığı kadar fazlaydı. Ortalık ana baba günüydü, bütün mahalle sokağa dökülmüş gibiydi. Diğer cesetleri bulduğumuz yere uzak bir mesafede, park şeklinde yapılmış yürüyüş alanının hemen yakınındaki boş arsanın önünde duran konteynerin önü kapatılmıştı. Kâğıtçının cansız bedeni o kapatılan alanda yatıyordu. Bülent biraz ileride boş bir alan bulmak amacıyla hareket etmeden, Can ile indik arabadan. Bülent park yeri bulmak ümidiyle gazladı. Şeridin arkasında insanlar konuşuyordu:

“Yeter bıktık artık…”

“Bulun şu katili, sokağa çıkamıyoruz!”

“Ah yazık, kim kıyıyor bu çocuklara…”

Kimseye laf yetiştiremezdim. Duymazlıktan gelerek şeridi çekip olay yerine girdim. İlçe Emniyet, bulunan diğer iki maktule göre daha fazla ihtimam gösteriyordu olaya. Geniş bir alandan çekilen şerit ile park yürüyüşe kapatılmıştı. Onlarca ekip arabası, Olay Yeri İnceleme ekibi, Adli Tıp’a ait cenaze arabası, beyaz basın minibüsü, belediyeye ait zabıta minibüsü bile vardı alanda. Maktulün başına geldiğimde yine aynı görüntü mevcuttu. Bu sefer kâğıt çekçeki fazla dolu değildi ve yırtık rengi pislikten karamıştı. Maktul, yerde sırt üstü düşmüş yatıyordu. Sol kasığından akan kan, yerde göl oluşturmuştu. Gözleri ne olduğu anlamamış şekilde gökyüzüne bakıyordu. Suriyeliydi büyük ihtimal, ten rengi esmer, saçları geriye doğru taranmıştı. Boşa geçmiş bir hayat sonrasında acılar içinde veda etmişti bu dünyaya. Görüntüye dayanamadım. Derin bir nefes alıp arkamı döndüğümde Can tam dibimde duruyordu. Ne yapacağını bilmediği için götümden ayrılmıyordu. Canım çok sıkkındı açıkçası, Can’ın ne yaptığı pek s*kimde değildi, şöyle elimle kenara çektim. Bozuldu çocukcağız ama yapacak bir şey yoktu, şu anda Can’la uğraşamazdım. Mavi gözlü komiseri aradı gözlerim. Biraz ileride sigara içiyordu. Maktulün başında beni görünce ‘geliyorum’ anlamında elini kaldırdı.  Sigarayı fırlatıp yanıma geldi.

“Hoş geldiniz Başkomiserim,” dedi. Cevap verecek hâlim yoktu.

“Sağ ol,” dedim soğuk bir şekilde. Alınmadı. Bendeki durumu çakozlamış olacak ki hemen anlatmaya başladı.

“Katil her zamanki gibi kesici bir alet, tahminen bıçak kullanmış ama diğer cinayetlere nazaran bu sefer yara girişi kasık bölgesi.” Dikkatle dinliyordum, devam etti. “Darp yok, hırsızlık yok, boğuşma yok, cinayet aleti yok. Yerde oluşan ayak izlerine yoğunlaştık, oradan bir iz bulmaya çalışıyoruz.”

“Elinizi çabuk tutmanızı istiyorum Komiserim.” Sesim istemeden de olsa soğuk çıkıyordu.

“Emredersiniz Amirim, elimizden gelenin en iyisini yapmaya çalışıyoruz,” dedi. Benim tuhaf hâlime mavi gözleri şaşkınlıkla bakıyordu. Kafamı sallayarak yanından ayrılırken Adli Tabip Nazif yanımızda bitti.

“Cüneyt Bey, merhaba.”

“Kolay gelsin Hocam,” derken yolun kenarına geçtik beraber. “Sizde var mı katile bizi ulaştıracak bir şeyler?” dedim. Hani böyle ‘ver oradan bir şeyler’ der gibi çıktı sesim bu sefer. Şöyle bir suratıma baktı. Hâlimi anlamış olacak ki “Geçen size söylediğim teori ile bugünkü cinayet aynı gibi gözüküyor ama farklar var,” dedi.  

“Yara kasık bölgesinde bu sefer,” dedim. “Bunu mu kastediyorsunuz?”  

“Aynen öyle, ama bu sefer katil ve maktul yüz yüze iken olmuş olay,” dedi kendinden emin bir tavırla.

“Nazif Hocam, bana olay değil ipucu lazım,” dedim. Bir olur, iki olur, şimdi bana karşı çıkacak, birbirimize gireceğiz diye beklerken beni hiç tınlamadı ve konuşmaya devam etti:

“Katil öz güveni düşük biri. İlk cinayeti işlediğinde ne yaptığını bile anlamadan kaçmış olmalı ama sonradan başardığı iş ile güveni gelmiş. İkinci cinayet yine aynı tarz ama bu sefer bıçak keskin ve darbe daha öldürücü.” Bunları biliyordum.

“Eee?” dedim sıkıldığımı belli eder şekilde. Gene tınlamadı.

“Ama bu sefer farklı olan, güven Cüneyt Başkomiserim, güven. Üstüne basa basa konuşuyordu. “Katil kendine güveniyor artık, bu her şeyden daha tehlikeli.” Söylediklerinin etkisi oldu mu diye baktı, ben boş boş bakınca konuşmaya devam etti. “Avıyla yüz yüze gelme cesaretini göstermiş ve beklemediği bir anda kasığına, atar damara vurmuş bıçağı.” Bende gene bir şey değişmeyince, “Bakın Cüneyt Başkomiserim, diğer iki cinayette katil avına yandan, hiç beklemediği bir anda indiriyor darbesini ama bu sefer bilerek isteyerek öldürücü darbeyi vuruyor. Bu fark göz ardı edilemez.”

“Bu bize bir şey ifade etmez. Ben bununla ne yapabilirim? Siz çalışmaya devam edin,” dedim. Doktor Nazif’in söylediklerinin bir etkisi yoktu bende, aynı şeyleri konuşuyorduk. Tam arkamı dönecekken kolumdan tuttu. Normalde bu tarz hareketlere prim vermezdim ama durdum.

“Eder!” dedi sertçe, sonra kolumu bıraktı. “Şu anda sizde de oluşan özgüven kaybı yüzünden bana sert yaparak kendinizi tazeliyorsunuz. Buna istinaden sinirlenmiyorum ve pek önemsemiyorum yaptıklarınızı. Biliyorum, bu siz değilsiniz ama unutmayın, katil profesyonel bir avcı değil, sadece şans eseri öz güvenini yükseltmek ya da korkularıyla yüzleşmek isteyen biri. Bu bilgiler size yeteri kadar alan daraltır, bundan sonrası sizin işiniz,” dedi. Omzuma dostça dokunup benim bir şey söylememe fırsat vermeden de yanımdan ayrıldı. Bir şey diyemedim, ardından bakakaldım. Bu neydi şimdi ya da ben ne yapmaya çalışıyordum? Bir an önce kafamı toplamam lazımdı. Hem bir şey yapmıyor hem de etrafımı dağıtıyordum. Biri arkamdan seslenmeye başladı, Can’dı bu:

“Başkomiserim!” sesine hırsla döndüm. Tam bir şey diyecekken Can’ın yanında beliren Savcı elini uzattı.

***

Merkeze döndüğümüzde hummalı bir çalışma vardı. Herkes bir yerden bir şey bulmaya çalışıyor, bir iz için uğraşıyordu. Turgut Amirin odasına çıktığımda her şeye hazırlıklıydım. Kimseye bir şey söylemedim ama istifa etmeye bile hazırdım. Turgut Amir beni sandığımın aksine sakinlikle karşıladı ve tüm baskıyı kendi üzerine aldığını, benim rahat çalışmam için tüm ekibi emrime verdiğini söyledi. Şaşırdım mı, evet. Ben, beni fırçalamasını, bağırmasını, çağırmasını beklerken şaşkınlıkla odama girdim. Can hemen ayağa fırladı. Otur anlamında elimi salladım.

“Ya da oturma Can, mahalledeki kamera kontrolü sende. Şimdi gidiyorsun, eldeki tüm görüntüleri izleyip bana raporluyorsun,” dedim. Horlanmaktan sıkılmış Can keyifle kalktı. Belli ki böyle bir emir bekliyordu.

“Emredersiniz Amirim,” diyerek odadan çıktı. O çıkarken Taner geldi, selamını verdi.

“Söyle Taner.”

“Efendim, maktul Rahman El Badi’nin ev arkadaşları sorgu odasında.”

“Kaç kişiler.”

“Üç.”

“Taner, o ekibin sorgusu sende, raporu bekliyorum en kısa sürede.”

“Emredersiniz efendim,” dedi, o selamını verip çıkarken Bülent içeri girdi. Ekip taarruz hâlindeydi ama cephedeki komutan kendinde değildi.

“Adli Tabip Zafer’le konuştum, rapor en kısa sürede çıkaracak Amirim.”

“Sağ olsun, her zaman gözümüz kulağımız oldu zaten orada.”

“Doktor Nazif de oradaydı.”

“Sana bir şey dedi mi?”

“Yok Amirim, ama çok farklı biri o, acayip bir adam.”

“Biliyorum,” dedim.

“Şimdi ne yapıyoruz Amirim?”

“Organize Sanayi’ye gidiyoruz, Hayri’nin yanına. Bu herif de onun adamı, bize söyleyeceği bir şeyler vardır illaki.”

“Gazanfer ne olacak?”

“Onu da alacağız ama Gazanfer’i bununla nasıl birleştireceğiz? Bence gidip hurdalıkta arama yapmalıyız.”

“Başlayalım Amirim, bulalım şu herifi artık ama Hayri’den bize hayır gelir mi orasını bilemiyorum.”

“Gelir gelir, gelmezse getiririz, artık sabrım kalmadı yerimde saymaya.”

“Benim de Amirim. Bu adamı bulabilecek miyiz peki?” Bu soru ‘ne yapıyoruz biz amirim’ sorusuydu. Tanıyordum Bülent’i, beni kendime getirmeye çalışıyordu.

“İz yok Bülent, iz yok ortada, öylesine dolaşıyoruz. Bulacağız, bulacağız ama nasıl, ben de kendime aynı soruyu soruyorum,” dedim.

“Bulacağız Amirim, bizim elimizden kim kaçtı bu kaçsın, değil mi?” dedi kendi de inanmayan bir ifadeyle. Bana gaz veriyordu aklı sıra. Gülümsedim. Belki de bu sefer kaçıyordu ama Bülent görmek istemiyordu. Belki de görmek istediği için soruyordu. Umursamadım. Odadan çıktık.

DOKUZUNCU BÖLÜM

Binadan çıkarken düşünmeden edemiyordum. Zaten günlerdir düşündüğüm, kafamda oturtamadığım şeyler hep aynıydı. Cinayetler arasında bir bağlantı bulamadığımız gibi karşılaştığımız farklı kişilerin ipuçları da bizi katile götürmüyordu. Bir adım attıktan sonra gene en başa dönüyorduk. İkinci cinayetten sonra benim ortaya attığım, sonra da vazgeçtiğim seri katil ihtimali yeniden güçlü bir şekilde karşımızdaydı. Ne Gazanfer’den ne de Hayri’den elle tutulur bir bilgi çıkacaktı ama boş oturup beklemek artık canımı sıkıyordu. Emniyet’in otoparkında bizim emektarın kapısını açarken telefonum çaldı. Kapıyla aynı anda telefonu açtım:

“Söyle Taner.”

“Amirim, Can Komiser kamera görüntülerinde ilginç bir durum tespit ettiğini söylüyor, gelip sizin bakmanızı uygun gördük.” Adım attığım yerden geri çekildim. Bir-iki saniye tereddüt etsem de Bülent ile göz göze geldik.

“Tamam, geliyorum,” dedim. Bülent de kapının ağzında ‘ne oldu’ der gibi bakıyordu. Telefonu kapatıp cebime attığım gibi arabanın kapısını kapattım. Bülent’in meraklı bakışlarına cevap vermem gerekiyordu. “Can kamera görüntülerinde bir şey bulmuş.”

“Hadi ya, bizim ekip de baktı o kadar, bir şey yoktu,” dedi sitemkâr bir tavırla.

“Bir bakalım Bülent, belki gözden kaçmış bir şeyler olabilir,” dedim. Bülent’in tadı söylediklerimle iyice kaçtı, suratı düştü. Yanına yaklaşıp sırtını sıvazladım. Bana baktı, bir şeyler söyleyecekti, “Hadi hadi,” diyerek iteledim. Ben Bülent’e ‘yanındayım’ mesajını vermiştim, konuşmasına gerek yoktu, şimdi zırvalayıp duracaktı. Bakalım Can ne bulmuştu. Çocuğun üstüne çok gidiyor olmalıydım ki korkusundan beni direkt aramamış, Taner’e aratmıştı. Yukarı çıkarken merkez içindeki koşuşturma devam ediyordu. Kamera kayıtlarının tutulduğu odaya gelince Bülent’le birlikte içeri girdik. Taner, Can ve diğer görevli memur ayağa kalktı.

“Oturun beyler,” dedim. Beş farklı monitörün hepsinde farklı görüntüler mevcuttu.

“Can Komiser görüntülerde bir durum buldu Amirim,” dedi Taner.

“Senin ağzın yok mu Can? Sürekli Taner mi konuşacak senin adına?” Sesim olduğundan sert çıkmıştı. Bu çocuğa karşı önyargım bitmeyecekti ama onu da korumam lazımdı. Kıpkırmızı bir surat ile bana bakan Can cevap vermedi. Elimi omzuna koydum. “Artık rahat ol, sen de bu ekibin bir üyesisin,” dedim bir baba şefkati ile ama pek tesiri olmadı. Hem fırça hem babacanlık olmuyordu bu çocuğun üstünde. Bana bakmadan kafayı ekrana gömüp konuşmaya başladı:

“Kamera görüntülerinde olağan dışı bir durum yok ve çoğu görüntü zaten flu, fazla bir şey anlaşılmıyor, amaaa…” Klavyeye dokununca ekranda iki farklı görüntü oluştu.  Bu ilk cinayetten önce Muhammed El Ravi, Ali İhsan Bey sokağında çekçeki ile gezerken hemen paralel sokakta şu kişi gözüme çarptı. Görüntüyü sabitleyince ince, zayıf bir beden gözüküyordu ekranda. Ben bu kişiyi tanıyor gibiydim ama çıkaramadım. Can konuşmaya devam etti. “Muhammed El Ravi farklı bir sokağa girdiğinde aynı kişiyi gene yakın bir sokakta görüyoruz.”

“Şu şüphelinin başka görüntüsü yok mu? Ekrana yakınlaştır,” dedim. Can denileni yaptı. “Görüntüyü iyileştir.”

“Çok iyi olmayabilir ama biraz daha netleştirebilirim.”

“Tamam netleştir,” dedim. Ekran netleşince, “Ben bunu tanıyorum,” lafı ile herkes bana döndü.

“Amirim, bu çocuk Ahmed’i bulan çocuk,” dedi Bülent.

“Ta kendisi,” dedim.

“Amirim, başka bir görüntü daha var.” Can klavyeyi tuşladı. Yan yana gelen Muhammed El Ravi yani Ahmed’e, Ali Asım para veriyordu.

“Zaten bu adam dilenci, para istemiş, çocuk da vermiş,” derken Doktor Nazif’in sesi beynimde yankılandı. “Katil profesyonel bir avcı değil, ilk cinayetinde ne olduğunu anlamadan kaçmış olmalı. Şans eseri ya da öz güvenini yükseltmek isteyen biri. Artık kendine güveniyor ve asıl tehlike bu.” Ali Asım’ın o güvensiz, korkak hâli gözümün önüne geldi.

“Bir görüntü daha var Amirim.” Can klavyeyi tuşladı. Zor bir açıdan bir görüntü yakalamıştı. Maktul Bayram Üşümez ekranda belirdi önce, sonra yanına yine ona para veren Ali Asım’ın görüntüsü geldi. “Bunu son anda yakaladım,” dedi. Ekrana iyice yakınlaşıp gözlerimi kıstım. O esnada Doktor Nazif’in sesi kulağımda yankılanmaya devam ediyordu: “Katil profesyonel bir avcı değil, ilk cinayetinde ne olduğunu bile anlamadan kaçmış olmalı. Şans eseri ya da öz güvenini yükseltmek isteyen biri.” Can’ın omzuna dokunup “Aferin çocuklar,” dedim. Bülent’e baktım; son zamanlarda dut yemiş bülbüle dönen Bülent’e.

“Ali Asım hakkında ne var ne yok istiyorum Bülent. Can’ı yanına al, yarım saat içinde ne var ne yok bulun,” dedim.

“Emredersiniz Amirim,” dedi. Modu gitgide düşüyordu, kulağını çekmem lazımdı. Şu zor günlerde Bülent kendine gelmeliydi.

“Hadi hadi,” diyerek yolladım.

***

Kapı tıkladığında camın kenarında dışarı bakıyordum. Mecidiyeköy viyadüğünden geçen arabalara bakarken Ali Asım’ın gerçekten katil olup olamayacağını düşünüyordum. O narin, zayıf, mahcup yüz mü bu üç cinayeti işlemişti? Kapı bir daha tıklandı

“Geel!”

Bülent ve Can içeri girdi. Can topuk selamı verince Bülent şöyle bir baktı. İkisinin arasında bir gerginlik çıkması en son isteyeceğim şeydi.

“İstediğiniz bilgilere ulaştım,” dedi.

“Dinliyorum,” dedim. Bülent heyecanla anlatmaya koyuldu.

“Ali Asım Gürbüz, on sekiz yaşında, annesi ev hanımı, babası mimar, maddi durumları iyi. Ali Asım lise son sınıf öğrencisi ve uzun yıllardır psikiyatri tedavisi görüyor.”

“Hastalığı neymiş peki?” dedim. Artık ne çıkarsa şaşırmıyordum.

“Obsesif kompulsif bozukluk.”

“Bu hastalık ne peki?”

“Takıntı hastalığı Başkomiserim,” dedi Can. “Herhangi bir şeye olabilir; temizlik, dini ya da cinsellik üzerine olabiliyor.”

“Sen bayağı bilgilisin bu konuda.”

“Maalesef kardeşimde de mevcut Başkomiserim.”

“Geçmiş olsun.”

“Sağ olun.”

“Ali Asım Gürbüz’ün doktorunu buldum Amirim, gidip konuşsak iyi olur,” dedi Bülent. ‘Can’ı boş verin, ben buradayım,’ der gibi konuşuyordu ama benim aklım başka yerdeydi. Benimle konuşurken Ali Asım’ın o donuk suratı geldi gözümün önüne. Belki de içinde ne fırtınalar kopuyordu o anda.

“Gidelim konuşalım bakalım,” dedim. “Hadi Can, sen de bilirkişi olarak bizimlesin.” Bir şey demedi ama ışıldayan gözleri ele veriyordu kendini. Bozulan Bülent’e bakmadım bu sefer.

Ali Asım’ın gittiği muayenehane özel bir psikiyatri doktoruna aitti. Suadiye taraflarında iyi bir apartmanın birinci katındaydı. Zengin kişilere hizmet veriyordu. Kapıdaki danışma veya güvenlikten geçip kata çıktık. Güzel bir sekreter kızcağız bizi karşıladı. Giriş kısmında polis diye haber verdikleri için bizi görünce afallayan sekreterle birlikte içeriye girdik. Doktor Semra Hanım görüşmede olduğu için sekreter kız bizi bekleme salonuna aldı. Çay veya kahve bir şey istemedik. Üç kişi deri koltuklara gömüldük.

“Güzel bir yere benziyor,” diyen Bülent önündeki masadan bilimsel bir dergi alıp okumaya başladı. Can tam karşımızdaki televizyonda sessizce dönen görüntülere bakarken ben etrafı kesiyordum. Sade döşenmiş bir evin salon bölümündeydik. Koltuklar deri, içe gömülen cinstendi ve bayağı rahattı. ‘Ne güzel uyurum burada,’ diye düşünmeden edemedim. Sekreterin masası camın kenarında oturduğumuz yerin solunda kalıyordu. O kızcağız da masasına oturdu. Tedirgin bir şekilde duruyordu. Tam ortada büyük bir televizyon, altında çeşitli kitaplar, mecmualar duruyordu. Televizyonun bittiği konsolun yanındaki küçük ahşap kütüphane, bekleyenlere okuması için birkaç kitap daha sunuyordu. Farklı çeşitlerde çiçekler köşelere konmuş salonu renklendiriyor, duvarlarda usta ressamların elinden çıkmış tablolar bu cümbüşe katılıyordu. O sırada arka bölümden konuşma sesleri gelmeye başladı. Doktor Semra Hanım’ın görüşmesi bitmiş olmalıydı. Ayak ve konuşma sesleri yakınlaştı. Üç kişi salonun önüne kadar geldi. Karı-koca olduğunu tahmin ettiğim bir çift ve doktor konuşuyorlardı. Bizi görünce bir şey anlamadılar ama doktorun sekreterine ‘kim bunlar’ dercesine bir bakış attığını yakaladım. Semra Hanım bozuntuya vermeden konuşmasını bitirdi. Çift ödemeyi yapmaya hazırlanırken bize bakarak olumsuz bir durum olup olmadığını çıkarmaya çalışıyordu. Sekreter hızlıca Semra Hanım’a bilgi vermek için kalktı ve bize bakarak kulağına doğru konuştu. Doktor Semra Hanım karı-koca ile vedalaşıp içeri odasına geçti. Çift ödemeyi yapıp çıkarken sekreter kendilerini geçirdi. Semra Hanım içeri gidince ben de yavaştan ayağa kalktım. Sekreter artık sıkıldığımı anlamış olacak ki “Hocamız sizinle şimdi görüşecek,” dedi ve kapı açıldı. Doktor Hanım yanımızda bitti. Otuz yaşlarında, güzel sayılabilecek bir hanımefendi olan Semra Hanım, “Buyurun size nasıl yardımcı olabilirim?” dedi.

“Başkomiser Cüneyt Duman,” diyerek kendimi tanıttım. “Bir cinayet soruşturması için buradayız, böyle ortalık yerde konuşmasak?” dedim. Cinayet lafını duyunca benzi attı.

“Tabii tabii, ama benim herhangi bir cinayetle ilgim yok…” diye kekeledi.

“Sakin olun, sadece birkaç soru soracağız, sizinle ilgili değil,” dedim. Bunu duyunca rahatlar gibi oldu. Sekterine dönüp, “Diğer hasta gelirse biraz beklet, kimseye de bir şey söyleme,” dedi.

Odaya beraber girdik. Muayenehane gibi kullanılan oda da salon gibi sade döşenmişti ve yazı tahtasının üzeri karalanmıştı. Semra Hanım onu silerken üçümüz koltuklara çöktük. İşini bitirip koltuğuna geçerken endişeli gözlerle bize bakıyordu.

“Gerçekten korkmaya başladım,” dedi.

“Korkacak bir şey yok, başta da söylediğim gibi bu bir cinayet soruşturması ve biz sizden bilgi almaya geldik,” dedim. Semra Hanım oturduğu yerde huzursuzca kıpırdandı. Neyin ne olduğunu çözememişti.

“Hangi konuda?” dedi kendine güvenen bir tonda. Deminki güvensizliğini gizlemeye çalışıyordu.

“Ali Asım Gürbüz sizin hastanızmış,” dediğim vakit kadının gene beti benzi attı.

“Evet, benim hastam ama konuyla ne alakası var?”

“Bakın Semra Hanım, Ali Asım’ın ikamet ettiği mahallede üç cinayet işlendi. Haberiniz var mı bilmiyorum ama ilk cesedi bulan da bizzat Ali Asım’ın kendisi.”

“Biliyorum, haberim var ama bu konunun Ali Asım’la ilgisi ne? Şüpheli mi yoksa?” Aynı tedirginlik devam ediyordu.

“Şu anda herkes şüpheli olabilir ama ‘katil odur’ demiyorum size. Sadece dediğim gibi bilgi topluyoruz.” Semra Hanım bakışlarını üçümüzün üzerinde gezdirdi.

“Hasta mahremiyeti gereği size bilgi veremem. Savcılık belgeniz var mı?” Şimdi huzursuzca kıpırdanma sırası bendeydi Semra Hanım oyunu kuralına göre oynamak istiyordu.

“Bakın, Ali Asım ile konuşan benim. Ortada onu suçlayacak bir delil yok ama bazı şüpheli hareketlerini tespit ettik. Şimdi on sekiz yaşında bir çocuğu savcılık kararı ile gözaltına alıp gerekli bilgileri toplamak da bir yol ama ben o yolu seçmedim. Sizin yardımcı olabileceğinizi düşündüğüm için buradayım,” dedim. Şimdi sıra ondaydı ama kararlıkla devam etti.

“Size cevap veremem, beni anlamanızı umuyorum,” dedi. Sesi mahcup çıkmıştı. Pes edemezdim. Ben de sesindeki tınıdan güç alarak devam ettim.

“Peki, biz de oyunu kurallarına göre oynarız o zaman,” diyerek ayağa kalktım. O esnada Semra Hanım’ın bir şeyler söylemek istediğini anladım. “Sizi zor durumda bıraktıysak özür dilerim ama niyetimiz sadece bilgi almak,” diye teşvik etmeye çalıştım.

“Oturun lütfen,” dedi. Teşvikim ve blöfüm işe yaramıştı. Tekrardan kalktığımız yere çöktük. Konuşmaya başladı. “Ben bir hekim olarak etik davranmak zorundayım ama aynı zamanda bir insan ve anneyim,” dedi. ‘İşte şimdi bir şeyler geliyor,’ diye düşündüm.

“Ali Asım benim ilk hastam. Ben çocuk psikiyatrıyım. Artık o yetişkin sınıfına girdi ama hâlâ bana geliyor. Bana ilk geldiğinde çok küçüktü. Öz güveni olmayan, takıntılı bir yapısı vardı. Zamanla çoğu şeyi aştık ama içindeki çekingenliği ve korkusunu bir türlü atamıyordu. Mahallede işlenen cinayetlerden haberim var; hemen sonrasında bana geldi zaten. Cesedi nasıl bulduğunu ve sizinle olan konuşmayı anlattı. Aslında bir nevi korkusu ile yüzleşti; bunun için onun adına sevindik. Ailesi de memnun oldu, ama…” derken yutkundu. “Mahallede ikinci ve üçüncü cinayetler işlendi.” Semra Hanım kısa bir es verdi. Benim bakışlarıma kilitlendi ve tekrar konuşmaya başladı. “Ben bir hekimim, savcı ya da polis değilim, ama Ali Asım’da farklılıklar gözlemledim. O pısırık, korkak çocuk gitti, yerine bambaşka biri geldi. Hatta son görüşmemizde kendisine bir bıçak koleksiyonu yaptığını söyledi. Bakın, biliyorum, bu onu suçlamaz ama ben bir hekim olarak bunları söylemek zorundayım,” dedi, vicdanı rahatlamak istercesine.

“Sizi çok iyi anlıyorum. Benim de niyetim gencecik bir çocuğu suçlamak değil ama elimizde bir profil var ve ona göre şüpheli listesine bakıyoruz,” dedim.   

“Bu yaptığım doğru değil belki ama kafamda soru işareti olarak kalacağına söylemem daha doğru oldu. Lütfen konuştuklarımızı kimseyle, bilhassa ailesi ile paylaşmayın.”

“Kesinlikle böyle bir şey olmayacak ama şu soruyu sormadan ayrılmak istemiyorum Semra Hanım. Ali Asım birini öldürebilir mi?” Sorumla birlikte Semra Hanım ellerini masanın üzerine birleştirdi.

“Kesin bir şey diyemem ama bu vakalarda kaygı arttığında hastalar kontrolü kaybediyor, aşırı korku ve panik hâlinde istemedikleri şeyler yapabiliyorlar. Genellikle kendilerine zarar veriyorlar ama başka birine zarar verenler de mevcut. Çünkü artık onları korkuları yönlendiriyor. Ali Asım’da bu durum oldu mu, bilemediğim için bir şey diyemeyeceğim.”

“Anlıyorum,” derken ayağa kalktım. Ben ayağa kalkınca hep beraber ayaklanmış olduk.

“Lütfen beyefendi, elinizde geçerli bir delil yoksa onu suçlamayın, yoksa genç bir arkadaşı kaybedebiliriz,” dedi.

“Dikkat edeceğim, inanın öyle bir niyetim yok, çok teşekkür ederim Semra Hanım,” dedim.

“Ben teşekkür ederim,” derken odadan çıktık. Semra Hanım kapıya kadar bize eşlik etti. Elini sıkıp binadan ayrıldık.

ONUNCU BÖLÜM

Emniyet’in emektarı ile merkeze dönerken üçümüzde de sessizlik hâkimdi. Düşünüyordum, son zamanlarda sürekli düşünüyordum ama bir yere varamıyordum. O sessiz, masum yüzün üç kişinin katili olabileceği aklımın bir köşesine oturuyordu, bir tarafına oturmuyordu ya da ben oturmasını istemiyordum. Adli Tabip Nazif’in tarif ettiği profil ile Doktor Semra Hanım’ın anlattığı uyuşuyordu.

“Can, bu hastalıkla ilgili neler biliyorsun?” dedim. Sorduğum soruya Can da şaşırdı.

“Başkomiserim, bu hastalık bir çeşit takıntı rahatsızlığı. Kimi temizliğe takıntılı oluyor, kiminin dine hassasiyeti yüksektir, ona takılır, kimi cinselliğe takılır, değişiyor. Başka takıntıları olan da oluyor.”

“Korku ve kaygı yok mu?”

“Çoğunun temeli korku ve kaygıdır, zaten bir çeşit kaygı bozukluğu bu hastalık.”

“Kafanızda ne var Amirim?” Soruyu soran Bülent’ti. Sorduğu soruya cevap beklerken göz ucuyla bana bakıyordu.

“Bilmiyorum Bülent, kafamda oturtamıyorum o çocuğu.”

“Gidip alalım, sorgulayalım Amirim, ak koyun, kara koyun ortaya çıksın.”

“Olmaz öyle, başka bir şey, bir delil bulmalıyız,” dedim.

“Başkomiserim, benim bir fikrim var,” dedi Can. Onun da kendine güveni geliyordu.

“Söyle bakalım Can,” dedim.

“Katil sadece kâğıtçıları avlayan bir avcı gibi görünüyor. O zaman onu kendi silahı ile vuralım.”

“Nasıl peki?” Soruyu soran Bülent’ti.

“Şöyle ki Bülent Komiserim, şu anda o mahallede kâğıt toplayanlar bu olaylardan sonra yok denecek kadar azalmıştır. Bizden biri kâğıt toplayıcı kılığına girsin ve önüne gelenden para istesin. Bakalım avcımız tekrar ortaya çıkacak mı,” dedi.

“Ben göreve talibim Amirim,” dedi Bülent. Onun aklına yatmıştı hemen. Bana da mantıklı geldi Can’ın söyledikleri. Hem de böylelikle suçüstü yapmış olurduk.

“Güzel bir fikir Can, aferin, ama bu konuyu detaylıca Turgut Amirle konuşup bir karara bağlamak en hayırlısı olacak.”

“Beni seçersiniz herhâlde,” dedi Bülent.

“Lan, dur hele bir.”

“Siz orada tanındınız Bülent Komiserim, tanınmayan biri lazım,” dedi Can.

“Doğru Bülent, seni herkes tanıyor orada,” dedim.

“Ben de bu göreve talibim Başkomiserim,” dedi Can. Onun bu hâli ve öne çıkması hoşuma gidiyordu ama hoşuna gitmeyen başkası vardı, renk vermedim.

“Şu anda bir şey diyemem Can ama göreve olan isteğin ve fikirlerin önemli. Yavaş yavaş ısınıyorsun bize,” dedim.

“Peki Amirim,” dedi Can. Göz ucuyla Bülent’e baktım, o da bana bakıyordu. Göz kırptım, gülümsedi. Eliyle ‘beni seçin, beni seçin’ yapıyordu. İyi iyi, bir de bu hayırsızı çekemezdim şimdi.

***

Emniyet’e akşamüzeri döndüğümüzde ben direkt Turgut Amirin odasının yolunu tuttum. Gerekli bilgileri verdim ve Can’ın önerisini söyledim. Her şey kafasına yattığı gibi planı onayladı. Üzerinde baskı vardı ve hemen katilin ortaya çıkmasını istiyordu. Yoksa sittin sene uğraştırır, sıtkımı sıyırırdı. Turgut Amirin odasından çıkıp kendi odama döndüğümde, ceketimi attığım gibi koltuğa çöktüm. Yorulmuştum ve bu can sıkıcı hadisenin büyüyüp büyüyüp önüme tekrar düşmesi benim de canımı sıkıyordu. Gözümün önüne Can’ın çekçek ile kâğıt toplamasını getirdim. Bu çocuk bunu becerebilecek miydi acaba? Büyük bir risk mi alıyordum? Başına bir şey gelirse ne olurdu? Kararsızdım ve gerçekten boşa düşmeye korkuyordum. Camdan dışarı baktım. Gün akşama dönmüştü ve trafik sesine insan sesleri karışmış, odanın içine doluyordu. Gözlerimi kapatıp seslere bıraktım kendimi. Hemen uyumuşum.

Bülent ve Can tepemde dikilmiş, beni uyandırmaya çalışırlarken gözlerim aralandı. Hemen doğrulmaya çalıştım ama bedenim ‘ne yapıyorsun sen’ dercesine kasıldı. Kendimi geri bıraktım.

“Çok mu uyumuşum?” dedim gözlerimi ovuşturup.

“Yok Amirim, taş çatlasın yarım saat falan, biz hemen geldik zaten,” dedi Bülent.

“İyi halt ettiniz, şuradan sigara ver,” diyerek ceketi gösterdim. Bülent koluyla Can’ı dürttü, Can hemen sigara paketini alıp uzattı. İçinden bir tane yakıp keyifle dumanı içime çektim. Şimdi aklım yavaşça yerine gelirdi.

“Can, göreve hazır mısın?” derken doğruldum.

“Evet Başkomiserim,” derken gülümsüyordu.

“Turgut Amir kabul etti mi Amirim?” dedi Bülent. Sigaradan bir nefes daha çekip konuştum.

“Evet, artık oltayı atıp bekleyeceğiz,” dedim.

“Hadi bakalım Can, hazır mısın?” diyerek Bülent elini Can’ın omzuna koydu. Can keyifle, “Her zaman Bülent Komiserim,” dedi.

“Şimdi ikiniz çıkıyorsunuz. Belediyeye gidin. Ben zabıta amiri ile konuştum, çekçek arabası ayarlayacak size. Can, sen de üstüne yırtık pırtık eski elbiseler buluyorsun, yarın sabahtan mahallede göreve başlıyoruz,” dedim.

“Emredersiniz Amirim.”

“Bülent, sen de yardımcı ol, gidin hazırlanın. Yarın beni almayı unutmayın bu arada he…” dedim.

“Emredersiniz Amirim. Şimdi paydos mu ettik yani?”

“Siz değil, ben paydos ettim,” dedim. Bülent ve Can gülümsedi. “Hadi bakalım,” diyerek elimi çırptım. Bülent, Can’a dokunup “Hadi,” dedi. Tam çıkıyorlardı ki “Bana haber vermeyi unutmayın,” dedim.

“Tamamdır Amirim,” diyen Bülent çıkarken kapıyı çekti. Sigarayı küllüğe bastırıp telefonu elime aldım. Perihan’ı uzun süredir aramıyordum. Hemen tuşladım numarayı.

“Ooooo,” diye uzun bir ses geldi. “Beni arar mıydınız siz?” dedi sitem dolu bir sesle.

“Nasılsın?” dedim.

“Ben iyiyim, sen nasılsın?”

“Ben de aynı.”

“Lafı dolandırmayayım, gel hadi gel, ben de özledim seni,” dedi.

“Kızmıyorsun yani.”

“Hayırsızsın ama kızmıyorum,” dedi. Oturduğum yerde sırıttım.

“Tamam,” diyerek telefonu kapattım. Kendi kendime gülümsedim. Yarın bu iş bitsin diye duamı ettim. Oturduğum yerden kalkıp ceketimi aldım ve odadan çıktım.

ONBİRİNCİ BÖLÜM

Sabah Perihan’ın yanından kalkmak zor olsa da bunu başardım ve sesimi çıkarmadan evden çıktığım gibi kendi evime geldim. Hazırlanıp Bülent’in beni almasını beklemeden merkeze geçtim. Herkesten çok ben heyecanlıydım. Bir operasyonun içindeydik ve doğru bir iz üzerinde olduğuma inanıyordum. Ama Can bu işi kotarabilecek mi diye de kaygılıydım. İnşallah bir hata olmaz diye içim içimi yiyordu. Şimdi Emniyet’in emektarında bunları düşünürken Can, Ali Asım’ın evinin yakınına sotelenmiş onun çıkmasını bekliyordu. Can’dan başka bizim ekipten iki kişi sokağın girişinde başka bir arabadaydı. Yine sokağın içinde işportacı kılığında bir memur, boş araziye yatmış iki memur, ayrıca mahalle sokaklarına dağıtılmış sivil ekipler vardı. Kalabalık bir şekilde attığımız oltaya avın düşmesini bekliyorduk. Saatlerin geçmesini bırak, dakikalar hatta saniyeler geçmiyordu.

“Ya evden çıkmazsa bu çocuk?” dedi Bülent.

“Çıkar çıkar, o artık bir avcı, Can’ı gördüğü vakit çıkacaktır,” dedim. Telsize konuştum: “Can, sokakta bir tur at, biraz ses çıkar da dolaştığın belli olsun.” Kulağındaki küçük bir kulaklıkla devamlı irtibat halindeydik.

“Tamamdır,” dedi. Bulunduğu yerden çıktı. Kırk yıldır bu işi yapıyormuş gibi önce yolda gördüğü bir kediyi sevdi, sonra eliyle burnunu sildi. Yavaşça Ali Asım’ın, Ahmed’in cesedini bulduğu konteynerin dibine geldiğinde elindeki çekçeki bıraktı ve çekçek devrildi. Gürültülü bir ses çıkmadı ama Can kendi kendine sinirlenmiş gibi gürledi. O esnada konteynerin kapağını tutup yüksekten bıraktı, büyük bir gümbürtü koptu. Binaya baktım, hareket yok gibiydi. Sonra camın birinden bir kafa çıktı.

“Oğlum oğlum, git buradan git,” dedi yaşlı bir teyze.

“Ne diyorsun teyze, karnım aç, para versene,” dedi Can. Camın ardından bir beden daha uzandı. Teyzenin kocası olmalıydı. Kadını içeri çekmeye çalışıyordu. Kadın insani şeklinde Can’ı uyarmaya çalışıyor, Can ise duymazlığa verip iyice bağırıyordu.

“Aferin, aferin,” dedim.

“Kırk yıllık kâğıtçı gibi, değil mi Amirim?” dedi Bülent.

“Yanlış meslek seçmiş, bence tiyatrocu olmalıymış,” dedim.

Kocası en sonunda ikna etmiş, yaşlı teyze bir şeyler söyleye söyleye içeri girmişti. Ama Can hâlâ, “Bir ekmek parası verecek yok mu?” diye bağırıyordu. Tam o esnada camın ardında Ali Asım’ın kafayı gördüm. Bir an nefesim kesildi heyecandan. İlk defa böyle bir durum yaşıyordum. Birçok katil gördüm, ceset gördüm ama böyle heyecanlanmamıştım. Telsize konuştum:

“Can, avcı camda,” dedim. Can bir hamle ile Ali Asım’a dönüp, “Karnım aç ağabey, bir yardım,” dedi. Ali Asım duymazlıktan gelip direkt içeri geçti.

“Hadi be, yoksa?” dedi Bülent.

“Dur,” dedim, “dur.” Telsize konuştum. “Can, devam et ama biraz oyalan, sonra yavaşça yürü,” dedim. Can denileni yaptı ve sağa sola takılıp oyalanmaya, sonra da yavaşça yürümeye başladı. “Takip 3452, avı takip edin.” Emrimle, boş arsada sotelenmiş iki sivil görünmeden takibe başladı. ‘İnşallah evden çıkıp ava başlar yoksa büyük bir fiyasko olacak,’ dedim kendi kendime. Hâlâ tam konduramıyordum Ali Asım’a ama içimden bir ses ‘doğru yoldasın Cüneyt’ diyordu.

“Başkomiserim, bu iş inşallah sarpa sarmaz,” dedi Bülent. O da belli ki bu işin fiyasko çıkmasından korkuyordu. Beş dakika, sanki beş yıl gibi geçti. “Çıkmayacak Amirim,” diye konuştu Bülent. Cevap vermedim bakışlarım kapıya kilitlenmişti. Tam o sırada kapı açıldı ve Ali Asım evden çıktı. Kalbim aynı anda sıkıştı. Bir avcının avlanmaya çıkışını izliyorduk ve bu belgesel değil, gerçeğin ta kendisiydi.

“Takip 3452, avcı çıktı, takip 3453, araçla takibe başla,” dedim. “Can, avcı çıktı, dikkatli ol!” diye ekledim. Can yürümeye devam ediyor, çöpleri karıştırıyor, önüne gelenlerden dilenmeyi ihmal etmiyordu. O esnada Ali Asım da Can’ı arıyor gibi etrafına bakınarak yolunda yürüyordu. “Bülent, hareket et, kendini gösterme,” dedim. “Can, ayarladığımız noktaya hareket et, kendini göster,” dedim. Mahallede sote bir alan bulmuş orayı av noktası belirlemiştik.  Bülent arabayı yavaşça hareket ettirdi ama bu iş arabayla olmayacaktı, inip yürümemiz lazımdı. Bülent’le belirlediğimiz noktaya gidelim demeye kalmadan Ali Asım, Can’la karşılaşmıştı. ‘Ulan ne çabuk’ dedim. Telsize, ‘avcı avın yanında’ uyarısı geldi. “Takip 3452, takibi kaçırma,” dedim. Şimdi Can, Ali Asım’la konuşuyordu. “Can, dikkat et,” dedim. Kalbim beynimde atıyordu. “Herkes dikkatli olsun!” anonsu geçtim. Her şey olabilirdi ama açık alandaydık. Burada nasıl bir hamle yapacağını kestirmek zordu. O esnada Ali Asım, Can’ın yanından ayrıldı, yürümeye başladı. Can ayrı bir şekilde yürümeye devam etti.

“Ne yapıyor bu?” dedi Bülent.

“Can ne oldu?” dedim.

“Para istedim, parası olmadığını söyledi ve yoluna devam etti.”

“Başka dikkatini çeken bir şey olmadı mı?” dedim.

“Yok hayır.”

“Tamam, sen belirlediğimiz alana yönel, yakınsın zaten,” diyerek Can’ı yönlendirdim. “Bu çocuk çok kurnaz Bülent,” dedim. Bülent cevap vermedi. “Sür hadi o bölgeye, gelecek, göreceksin,” dedim. Araba hareket etti. Telsize konuşan 3453’tü:

“Avcı avı takip ediyor, bir arka sokakta,” dedi. Bülent’e dönüp baktım. Arabayı bölgeye yaklaştırmadan park etti. Seçtiğimiz bölge, mahalle kör noktalardan biriydi. Ali Asım’ın evine yakın olan bu yeri bayağı araştırıp zor bulmuştuk. Can bölgeye yavaşça geldi, etrafına bakınıyor, gelip geçen olursa para istiyordu. Birkaç kişi kendisini uyardı ama Can pek aldırış etmedi. Çöp konteynerinin yanına çöktü. Bir sigara yaktı. Diğer sivil ekipler yaklaşmış, bölgeyi kordon altına almaya çalışıyorlardı. Tam sırada yolun başında Ali Asım göründü. Telsize konuştum: “Avcı göründü, Can dikkatli ol, avcı göründü,” dedim.

Ali Asım yavaşça, etrafı kolaçan ede ede Can’ın yanına yaklaştı. Bülent ile oturduğumuz yerde put olmuş, öylece duruyorduk. Şimdi konuşmaya başlamışlardı. Ali Asım cebinden çıkarıp Can’a para verdi. O esnada sokak bomboştu, bir Allah’ın kulu ortada yoktu. Can ayağa kalkıp parayı alıp cebine koyarken anladım ters bir şey olduğunu. “Can, dikkat et!” dememe kalmadı, tekmeyi hayalarına yedi. Olduğu yere doğru çöktüğünde Ali Asım’ın elinde bıçağı gördüm. “Bülent koş!” demeye kalmadan Bülent arabadan çıkmıştı. Daha kimseye bir şey demeden herkes harekete geçmişti ama arada mesafe vardı. “Ateş etmeyin sakın!” diye uyardım. Bülent, “Caaaan!” diye bağırarak koşunca Ali Asım’ın dikkati dağıldı ve o anda Can bir hamle yapıp acıyla da olsa Ali Asım’ı itti. Ali Asım yere düştü ve bıçak elinden savruldu. Tekrar hamle yapmaya kalkana kadar Bülent yetişip avcıyı yakaladı. Yere düşen bıçağın parıltısını yolun ortasından görebiliyordum. Ortalık bir anda ana baba gününe döndü. Diğer ekipler de bulunduğumuz alana döküldü. Nefes nefese yaklaşıp Bülent’in elinde debelenen Ali Asım’a bakmadan Can’a yürüdüm. Acıyla kıvranıyordu.

“Git işe, işe şuraya,” dedi Bülent. Elinde duran Ali Asım’ın kafasına vurup “Nasıl tekme attın lan sen!” diye bağırdı.

“Hemen ambulans çağırın,” dedim.

“Ben iyiyim Başkomiserim,” dedi Can ama iyi görünmüyordu. Bana dik dik bakan Ali Asım’a bir şey demedim. Gerçekten böyle bir şey beklemiyordum. Üç kişinin katiline suçüstü yapmıştık.

“Götürün şunu!” dedim. Mahalleli camlara yollara dökülmüştü. ‘Şimdi bir olay olmuş olsaydı gören kimse olmazdı ya,’ diye geçirdim içimden.

“Herkes toparlansın!” diyerek ekibe toplanma emri verdim.

***

Sorgu odasında oturmuş bekleyen Ali Asım’ın yanına ben girdim. Diğerleri camın arkasından bizi izliyordu. Kafasını öne eğmiş olan Ali Asım benim girdiğimi biliyordu ama hareket etmedi. Karşısına sandalye çekip oturdum. Ellerimi masaya koydum.

“Ali Asım,” dedim. Cevap vermedi. Onu fazla zorlamayacaktım. Gerçekten durumuna üzülüyordum. Ailesi ne olduğunun farkında değildi. Birazdan avukatı gelecekti ama ben onunla sadece konuşmak ve nedenini öğrenmek istiyordum. Kim olursa olsun, üç kişinin sadece korkular yüzünden mi öldüğü merakı içime oturmuştu. Bütün bu olaylar sadece kaygı bozukluğundan dolayı mı olmuştu? “Neden Ali Asım, neden yazık ettin kendine?” dedim.  Kafasını kaldırdı, donuk bakışları gene üzerime kilitlendi ve gülümsedi.

“Neden mi Komiserim?” dedi. “Bir nedeni yok aslında. Sen korkmak nedir, bilir misin Komiserim? Kendini yiyip bitiren korkuyu, içinde kopan fırtınayı bilir musun? Siz benim neler yaşadığımı biliyor musunuz? Korkudan sokağa çıkamadığım günleri, sırf o pis herifler para istemesin diye onların geçiş saatlerine göre sokağa çıktığımı biliyor musunuz? Burada herkes güvende ama sokaklar öyle mi? Kimin ne yapacağı belli değil. Siz beni korudunuz mu Komiserim? Ama ben kendimi korudum işte. Benden para isteyenlere para vermesem, canımı alabilirlerdi. Onun yerine ben onların canlarını aldım. Ben onları vurdukça daha da güçlendim. O dev gördüklerim, birer birer küçüldü benim önümde. Aslında güçlü olan bendim, onlar değil, hepsi elimin altında inleyerek öldüler. Eğer beni durdurmasaydınız kötü adam bırakmazdım sokaklarda, artık kimseyi rahatsız edemezlerdi ama bırakmadınız Komiserim. Korkularım vardı benim ama artık yok. Huzurluyum ve mutluyum,” dedi. Donuk bakışları üzerime kilitlendi. Söylediklerinin üzerimde bir etki bırakıp bırakmadığına bakmak istiyordu ama cevap vermedim. Oturduğum yerden kalktım, omzuna dokundum ve bu güzel gencin yitip giden gençliğine üzülürken onun donuk bakışları altında odadan çıktım.

-SON-

Önceki İçerik
Sonraki İçerik

En Son Yazılar