Yeni Sayı Çıktı!

En son hikaye, röportaj ve yazıları şimdi tıklayıp ücretsiz okuyabilirsiniz!

Yeni Sayı Çıktı!

En son hikaye, röportaj ve yazıları şimdi tıklayıp ücretsiz okuyabilirsiniz!

Ercan Akbay ile Röportaj

Diğer Yazılar

Özlem Solak
Özlem Solak
Özlem Solak ile Kusursuz Polisiye Yoktur! Bu köşede incelenen, yorumlanan tüm polisiye kitaplar bizzat tarafımca okunmuş olup, sizler için özene bezene kaleme alınmıştır. ”Polisiye edebiyat seviyor ama başlayamıyorum, şimdi hangi polisiye romanı okusam, polisiye kitap önerisi istiyorum” diyen herkesi dedektif dergideki yazılarıma bekliyorum. Samimiyet ve içtenlikle yazdığım yorumlar eşliğinde, birbirinden kıymetli yazarların kitaplarını incelemek, polisiye romanlar hakkında bir fikir edinmek isterseniz ben burada olacağım. Sizlerden gelecek değerli görüşlerin her hakkı ayrıca saklıdır. Dedektif dergiyi ve beni izlemeye devam ediniz. Keyifli okumalarda buluşmak dileğiyle.

Psikolojik gerilim ve polisiye romanlarıyla tanınan yazar 12 Şubat 1959’da İstanbul’da doğdu. Kadıköy Maarif Koleji ve İ.Ü. İşletme Fakültesi’nden mezun oldu. Turizm ve elektronik sektörlerindeki deneyimlerinin akabinde bir caz kulübü kurdu, sanat ürünleri ve tasarımla ilgili çeşitli işlerde çalıştı.

1996’da ilk kitabı Kuraldışı Öyküler’i ve 1997’de ilk romanı Erkekler Ağlamaz’ı yazdı. Bir polisiye film senaryosu olarak başladığı Tilki Tilki Saat Kaç 2006’da, Değirmenlere Karşı 2010’da, Ten Kokusu 2012’de, Fotoğrafçılar Kulübü 2015’te, Akılçelen 2016’da ve Dünya Kitap Yılın Polisiye Romanı Ödülü’nü alan Yağmurdan Önce 2019’da yayımlandı.

Romanları dışında öykü, makale ve senaryolar da yazan Ercan Akbay’ın gerçek suç hikâyeleri —seri katiller— üzerine araştırma ve incelemeleri çeşitli mecralardan okunabilir. Türkiye Polisiye Yazarları Birliği’nin kurucu üyelerinden biridir.

 

Ercan Bey, 21. Sayımıza hoş geldiniz. Yaşadığımız gezegende zorlu bir sınavdan daha geçiyoruz. Hepimizin motivasyonunun düştüğü bu zor günlerde, umarım keyfiniz de olabildiğince yerindedir.

Her şeyden önce bu mecrada bana da yer verdiğiniz ve o güzel dilekleriniz için sizlere çok teşekkür ederim. İyi diyelim, iyi olalım ve elimizde çözümü olmayan hiçbir dış etkenin keyfimizi kaçırmasına izin vermeyelim. İç dünyamızda her zaman iyimser olmak zorundayız, kötümserliğin kimseye faydası olmadığı gibi, çok yıpratıcı etkisi ve hasta eden zararları var.

 

  • Ben biyografinizden biraz bahsetmeye çalıştım ama sizinle alâkalı başka bir detaya rastladım ve resim sanatıyla da bir hayli ilgili olduğunuzu öğrendim. Resim sanatına nasıl başladınız, yani ilk çıkış noktanız ne oldu? Kişisel sergiler açtığınızı da okumuştum. Sonrasında ise resmi bırakıp polisiye roman yazmaya başlamışsınız. Tuvalin yerini kâğıtlar, fırçanın yerini ise kalem almış. Bu tabiri caizse pike geçiş nasıl oldu? Resimle ilgilenirken, hatta sergiler açarken birdenbire roman yazmaya nasıl karar verdiniz?

Evet, genç yaşlardan başlayarak müzik, resim ve edebiyatla yoğun şekilde ilgilendim. Birini bırakıp diğerine geçmiş değilim. Çocukken azılı bir kitap tutkunu, fena bir müzik dinleyicisi ve çizgi roman-karikatür hastasıydım. Sonraki dönemde —ilk gençlik çağımda— bu meraklarımı biraz daha ilerlettim ve kendimi de işin içine soktum. İcraat safhasına geçtim.

Estetik tasarımların, sanatsal yaratımın ve sıra dışı fikirlerin birbirini tamamlayan ortak bir omurgaya bağlı olduğunu düşünüyorum. İlgilendiğim sanat alanları benim için birer dışavurum aracıdır; müzik, resim veya edebiyat fark etmez, hepsi aynı sanatsal üretime hizmet ederler. Kurgularımda bir mekân betimlemesi yapmadan önce o yerin krokisini çizerim, önemli bir karakterin fiziksel görünümünün önce o kişinin resmini, portresini yaparım,  hatta eğer karmaşık bir eylemler serisini yazmak gerekiyorsa aksiyonların şemalarını —seri kareler biçiminde— peş peşe resimledikten sonra eylem sahnelerini betimlemeye girişirim. İllüstrasyon tekniği yazı yazmakta avantaj sağlar.

Müzisyen olmak, müzik bilmek de çok işe yarar, çünkü her romanın rengi ve görselliği olduğu kadar işitselliği; müziği, ritmi ve temposu vardır. Teknik ayrıntıya girmek istemiyorum ama özellikle ritim konusunun önemli olduğunu düşünüyorum. Bir olayı anlatırken bir bölümü kısa ve yetersiz, bir diğer bölümüyse uzun ve gereksiz şekilde anlatırsanız okurunuzun zihnini allak bullak edersiniz, metninize odaklanamadığı için sizi okumayı keser.

 

  • Kitaplarınızdan bahsetmek istiyorum. Örneğin, Akılçelen kitabınızı okuduğuma ilk aklıma gelen estetik bir kitap olduğuydu. Şimdi nasıl desem, kurduğunuz cümleler, insanların ruh halini anlatışınız, onları betimlemeniz… Zarif ve bir o kadar da etkileyici bir yazım tarzınız var, bunu sanatçı kişiliğinize mi borçluyuz yoksa Ercan Akbay gerçekten de öyle biri mi?

Sanatla ilgisi yok, kendini aristokrat sınıftan sayan kibirli insanlara karşı nazik değilim. Irk, cinsiyet ve özellikle sınıf ayrımcılığına düşman olduğum için, özellikle alt sınıftan insanlara efendilik taslayanlara gıcığım vardır. Evet, bunun haricinde, çeşitli vesilelerle kurduğum dostluk ve ahbaplıklarımda karşımdaki insanlarla her zaman saygılı iletişim kurmaya ve bunu her durumda sürdürmeye özen gösteriyorum. İçimden öyle geliyor. Uzun zamandır devam eden bu tarz iletişim benim genel davranış biçimim haline geldi. Yazdıklarıma da yansıyor olabilir tabii.

 

  • Şu klişe gibi görünen ama bence yazar hakkında önemli ipuçları veren soruyu sormak istiyorum. Neden polisiye roman? Edebiyatın onlarca türü içinde, sizi polisiye yazmaya iten şey ne? Bu merak nasıl başladı?

Daha ziyade suç edebiyatı çerçevesinde yazıyor olsam da farklı türlerde işlerim de oldu, ancak ağırlıklı olarak yazdığım polisiye edebiyatın beni çeken bir yanı var. Ağır suçlara ilişkin gerçekçi olay örgülerini katışıksız, yapmacıksız, net ve açık biçimde ifade edebilmeyi olanaklı kılan yapıda olması çok cazip tabii. Bu türün okuru gereksiz dolgu malzemelerinden hoşlanmaz ve hikâyenin gerçeklerine odaklanmak ister. Muammanın, suç içeren bilinmezliğin çözüme kavuşmasından ve adaletin yerine gelmesinden haz duyar.

Polisiye yazarları uzun ve şiirsel betimlemelerden, duygularla yüklü içsel çatışma ve hesaplaşmalardan, iç bayıltıcı aşk psikolojisi gibi uzun uzadıya ifade edilen temalardan kaçınırlar.  Onlar için olayın iç ve dış çatışmalarının merak ve heyecan uyandıran aksiyonlar tasarlayarak ve sonuca ulaşmak için akıl yürütülerek çözülmesi çok daha önemlidir. İnsan okuduğu kitaplarda ne bulmak istiyorsa onu yazar.

 

  • Kadıköy Maarif Koleji’nde okumuşsunuz, 60’lı 70’li yıllarda Nişantaşı’nda yaşamışsınız, kısacası İstanbul’un tenha ama en güzel, en renkli yılları… Kitaplarınızda da bu şehirli insan etkilerine rastlıyoruz. O dönemleri anlatan, o dönemin içinde geçen bir polisiye yazmayı düşündünüz mü hiç? Malûm, dönem polisiyeleri okurların çok ilgisini çekiyor.

İlk dönem roman ve öykülerimde içinde büyüdüğüm ortamları; İstanbul’un nüfusunun iki buçuk milyonu bile bulmadığı o harika günleri; müziğin zirve yaptığı70’li yılları, o zamanki sıcak ve içten mahalle yaşantısını ve kişiliğime insanlık ruhu katan okul günlerimi epeyce yazıp çizdim, anlattım. İnsan geçmişinden kopamıyor, yeni yazdığım kimi anlatılarımda bu ortamlara sık sık göndermeler yapıyorum.

Dönem polisiyesi ya da tarihi polisiye gibi işler şimdilerde yazmak istediğim alttürler değil, kısıtlayıcı etiketlerden ve çerçevelerden kaçınıyorum. Bilimkurgu ve yeraltı edebiyatı atmosferli suç ortamlarını yeğliyorum, çünkü oraların özgür ortamında kendimi daha rahat hissediyorum.

 

  • İnsanların ömürleri artık bilgisayar, telefon ve tablet başında geçiyor. Okurlar dijital platform üzerinden istedikleri kitaplara erişip okuyabiliyorlar. Bunun iyi ve kötü yanları nedir sizce, mesela dijital ortamda bir imza günü yok… Siz de ben kitaba kitap demem, elimde basılı olmayınca, diyenlerden misiniz?

Yaygın dijital kitapların yaygınlaşmasının üzerinden yaklaşık on beş yıllık geçmesine ve ta o yıllarda başlayıp basılı yayıncılığı bitireceğine dair bütün o sert söylemlere karşın, beklenilenin gerçekleşmediğini görüyoruz. Elektronik kitap, kâğıttan kitabı tam olarak yenemedi. Şimdiden sonra kolay kolay bitirebileceğini düşünmüyorum ve ayrıca şunu belirtmek istiyorum ki aslında bu iki mecra birbirinin düşmanı değil, birbirinin tamamlayıcısıdır.

Ders kitapları ve ansiklopedilerin dijital ortamda bulunması, sanal kitaplıklarda saklanması elbette ki daha pratiktir. Kitaplarımız artık evlere sığmaz oldu. Hepimiz kapağını bir daha açmayacağımız koleksiyonlar yerine ufacık bellekleri tercih ediyoruz ama bir romanı canlı canlı okumanın, gerçek kitapla gerçek aşk yaşamanın tadı başkadır, evet, ben de öyle diyenlerdenim. Yirmi yıl önce okuduğum büyük ustaların kitaplarını; Trevanian, Marquez, Poe ve Vonnegut’ları tekrar tekrar okuyorum ve kitaplığımda çeşitli edisyonlarının bulunmasından ayrıca zevk duyuyorum.

 

  • Ercan Akbay kimleri okumayı seviyor, örneğin Türk yazarlardan kimleri okumayı tercih ediyorsunuz? Okumaktan keyif aldığınız kitaplar neler?

Uzun bir süredir —yazdıklarım için araştırma yapmak durumunda kaldığımdan dolayı— roman okumak yerine kurgu dışı kitapları tercih ettiğim için bu sorunuzu lâyıkıyla yanıtlamam zor, ama kütüphanemin bilimsel ve teknik kitaplardan arta kalan raflarında polisiye seriler kadar —yabancı ve yerli— çağdaş edebiyatın büyük ustalarına da yer vardır. Türk polisiye yazarı arkadaşların eserlerini —vaktim oldukça— okumaya çalışıyorum, birçoğundan keyif alıyorum.

 

  • Günlük yaşamınızın ne kadarlık kısmını yazmaya ayırıyorsunuz? Bir romana başladığınızda süreç nasıl ilerliyor? Sizce yazarlık bir yetenek işi midir yoksa çok okuyup çalışarak da iyi bir yazar olunabilir mi?

Neredeyse son on yıldır her gün yazacak bir şeyler oluyor, yetişmeye çalışıyorum. İşin romancılık kısmıysa benim için bambaşka bir anlam taşıyor, çünkü bu işin sonucundan ziyade yürüdüğüm yolun, çıktığım yolculuğun, o serüvenin hazzıyla daha çok ilgiliyim. Bir romanı en az bir yılda bitiriyorum, üç yılda yazdığım roman var, dolayısıyla öyle vazife gibi bilgisayar başına oturup kendime ‘günde bilmem kaç saat, bilmem kaç sayfa yazmalıyım’ gibisinden zorlayıcı şartlar ve kısıtlar koymuyorum. Çok çalışırım o ayrı. Günde on iki saat yazdığım dönemlerim oldu ama bunlar istisnadır.

Yazmak, derdini ve duygularını anlatmak, bir romanı adım adım ilerletmek ve tatmin edici bir sonuca, bir çözüme ulaşmak çok güzeldir. İnsanı mest eder. Genç arkadaşlara önerimiz her koşulda kitap okumaya zaman ayırmak, sistemli yazmaya, verimli çalışmaya gayret etmek üzerinedir, çünkü yazdıkça daha iyiye ulaşırsınız.

Bazı edebiyatçılar, yazma atölyeleri veren akademisyen yazarlar genç meslektaşlarımıza edebi yetenek diye bir şeyin olmadığını, teknik açıdan bilgili olmanın ve çok çalışmanın iyi romanlar yazmak için yeterli olduğunu söylerler, ancak ben bu konuda daha gerçekçiyim; bu söylemin yazar adaylarını motive etme amacını güttüğünü düşünüyorum. Vasat yazarlarla büyük ustalar arasında bile oldukça açık bir yetenek farkı vardır. Bu da çok normaldir ve her sanat alanında böyledir. Aksi düşünülemez.

 

  • Türkiye Polisiye Yazarları Birliği’nin kurucu üyelerindensiniz. Bize biraz bu girişimden bahseder misiniz, hali hazırda yürütülen ya da gelecekte yürütülmesi hedeflenen projeler neler?

Yüzden fazla yazarın bir araya gelerek oluşturduğu bu platformun kurucuları arasında bulunmak, yazar arkadaşlarım için bir şeyler yapmaya çalışmak, bilgimizi-tecrübemizi-dertlerimizi-sevinçlerimizi paylaşmak, sorunlarımıza çareler aramak elbette ki hepimize çok olumlu vicdani geri dönüşler veriyor. Topluma faydalı faaliyetler yürüttüğümüzü düşünüyorum ve bu kolektif oluşumdan dolayı da mutluyum. Yönetim Kurulu’nda ve diğer çalışma gruplarında görev alan arkadaşlarımın da benimle aynı duyguları paylaştığına eminim.

Polisiye edebiyat alanıyla sınırlanmış olarak yürüttüğümüz projelerin yanı sıra geleceğe yönelik hayallerimiz, projelerimiz de var tabii. Bunları olgunlaştıkça devreye almayı ve adım adım hayata geçirmeyi hedefliyoruz.

 

  • POYABİR dışında, polisiye edebiyat üzerine başka neler yapıyorsunuz? Aklımda kalan, sevgili Armağan Tunaboylu ile ortaklaşa çalıştığınız bazı projeler vardı, Polisiye Ekspres’ti sanırım. Bu atölye çalışmaları devam ediyor mu acaba?

Polisiye Ekspres ve benzeri atölyeleri üç yıl boyunca sürdürdük, ama bu dönemde o işlere ayıracak zamanımız olmadı. Dedektif Kafası adında, iş insanlarına yönelik bir başka atölye hazırlığımız da mevcut. Fırsat bulduğumuzda devreye alacağız. Gerçi şimdi bütün kalabalık toplanmalara ara verdik ama bunlardan daha ilginç, marjinal bir etkinlik olan Yeraltı Hikayeleri’ne kişisel olarak devam ediyorum.

Bu etkinlik iki saat süren bir gösteri/dinleti… İsimlendirip tanımlaması bile kolay olmayan bu tuhaf performans gözünüzde canlansın diye, kısaca şöyle anlatayım: Entelektüel bir topluluğun önünde gitarla eşlik ettiğim —müziklendirdiğim— kısa hikâyelerimi okuyorum, bunların üzerine tartışıyoruz, sohbet ediyoruz. Kimi zaman birlikte şarkı söylüyor, polisiye sinema ve yeraltı edebiyatı üzerine felsefe üretiyoruz. Hem eğlenceli hem bilgi yüklü hem de —interaktif— paylaşımcı bir etkinlik…

 

  • Yabancı yazarlara baktığınızda, kendinize yakın gördüğünüz bir yazar var mı peki?

İlk kitabımın yayımlandığı 1996’dan beri yazma konusunda bana esin veren çok sayıda usta yazar oldu. Bu isimleri burada saymak uzun sürer ama edebi anlayışıma en yakın bulduğum isim Haruki Murakami’dir. Japon yazarı ilk keşfettiğimde dördüncü romanım yeni çıkmıştı ve tarzımı çoktan belirlemiştim. Stil farkları çok, tür de ayrı, ama gerek Murakami’nin caz tutkunu bir saksafoncu olması, gerekse olayları fantastik temalar eşliğinde ifade etmesi dolayısıyla onu kendi kişiliğime ve üslûbuma yakın görüyorum.

 

  • Biraz suç kavramını konuşmak istiyorum. Ercan Akbay’ın suça bakışı nedir? Sizce bir katil, aslında bir kurban da olabilir mi?

Elbette şu çivisi çıkmış dünyada her şey olabilir, kurbanların katil, katillerin kurban olduğu durumlar ve çapraşık olaylar o kadar çok ki… İşin felsefesini tartıştığımızda, insanların ucu bucağı olmayan hayal dünyasını konuştuğumuzda, suç kavramı başka kavramlara, tam tersi hükümler rahatça dönüşebiliyor.

 

  • Sizce herkes polisiye yazmalı mı, yazsın mı ya da? Açıkçası bazı yeni yazarlara şans tanımak için alıp okumuşluğum, lâkin yarıda bırakmışlığım var, çevremdeki çoğu okur da böyle düşünüyor. Her önüne gelen polisiye roman yazmasın bence, bu işin bir tekniği var, kriminali var, ince detayları var. Ki her şeyden önce polisiye okuru dikkatlidir, ayrıntıları gözünden kaçırmaz. Acımasız bir eleştirmendir üstelik. Siz bu konu hakkında ne düşünüyorsunuz, isteyen herkes yazmalı mı?

İsteyen, imkân ve fırsat bulabilen herkes yazıyor zaten, buna engel olamayız. Ne var ki yazmak, okunmak için bir gerekçe değil ve pek az sayıda yazarın yazdıklarını okuyoruz. Okunabilir, hoşlanılabilir ve sevilebilir metinler yazabilmek o kadar kolay olsaydı, tarihte ve günümüzde kitabı yayımlanmış ya da yazdığı halde yayımlanamamış milyarlarca yazarın olması gerekirdi, ancak bildiğiniz üzere bu mertebeye ulaşan yazar sayısının toplam yazar adaylarına olan oranı çok ama çok düşük.

Polisiye edebiyat özeline gelince, burada işler daha da zor. Okur olarak beğenilerin rekabetçiliğini anlıyorum ve paylaşıyorum tabii ama bir de madalyonun diğer yüzü var. Yerli polisiye edebiyatı ve bu alanda bir şeyler üretmeye çalışan yazarları ve yazar adaylarını —okurlar olarak— teşvik etmezsek ve onları dikkate almazsak bu alandaki tüm çaba kırıntılarını da baştan yok etmiş oluruz.

Evet, kimi zaman bazı genç meslektaşlarımızın yazdıklarını özensiz bulduğumuz oluyor ama bize düşen görev —en azından— bu eserleri okuyup analiz etmek ve doğru eleştirilerimizin onlar üzerindeki yapıcı, yol gösterici etkisini artırmaktır. Ayrıca, polisiye alanındaki genç yazarlarımızdan önemli bir bölümünün gerçekten etkileyici işler çıkardığını, gelecek vaat ettiğini görüyorum. Birçok insan bu konuda önyargılı davranıyor, bizlerse yerli polisiye edebiyatımızın kalite düzeyini artırmak için daha çok çalışmalıyız.

Şunu unutmayalım ki, polisiye edebiyatın öncü ülkelerinden biri olmamıza rağmen 1928’deki harf devrimiyle birlikte kısır, yapıtsız ve değersiz upuzun —1928’de gazete satışları bile %80 oranında düşmüştü— bir döneme giren ve 90’lı yıllara kadar da bu çukurdan çıkamayan Türk polisiyesinin son yıllardaki yeniden doğuş kıpırtısını sağlayamazsak kendi ayağımıza kurşun sıkmış oluruz. Oslo’da, Stockholm’de geçen, bize hiç yakın olmayan bir kültürel ortam içerisinde; çocuk istismarı, ensest, sodomi gibi ağır hâdiselerin çok normal kabul edildiği toplumlara ait meşhur Kuzey polisiyesi okuyarak bu değirmen döner mi? Yerli yazarlarımızı elbette ki korumamız, kollamamız, teşvik etmemiz ve bu eğilimi yükseltmeyi vazife addetmemiz lâzım.

 

  • Yazarı için belki ayırım yapmak zordur ama romanlarınızın içinde ayrı bir yerde tuttuğunuz, yazarken etkilendiğiniz bir kitabınız var mı?

Polisiye edebiyat içinde addedilir olmasa da tuhaf bir aşk ilişkisini gelecek zamanda —hatta bir zamansızlıkta— geçen tuhaf bir distopya atmosferinde anlatan Ten Kokusu adlı romanın hayatımda özel bir yeri vardır. Bu kitaba 2008’de başladım, 2011 yılında bitirebildim. Romanın ruh bulduğu acayip dünyayı ve uç karakterleri daha iyi ifade edebilmek için yüzden fazla eskiz çizdim, ritmi istediğim frekansa alabilmek için kitabı on iki defa gözden geçirip yüz yirmi sayfa kısaltmak zorunda kaldım. Koku ve feromonlar, genetik kimya, nükleer ve elektrokimyasal iletişim gibi pek çok teknik alanda onlarca kitap okudum, notlar çıkardım. Neyse, uzun etmeyeyim ama bu kitabın yazma serüveni —başkaları için önem arz etmese de— benim için yorucu ama çok zevkli bir deneyimdi.

 

  • Ercan Akbay’ın bundan sonra hedeflediği bir projesi var mı?

Üç romandan oluşan ‘Kayıp Şahıslar Bürosu’ polisiye roman serisinin ilk kitabı geçen yıl bitti, şimdi de ikincisini yazmaktayım. Acelem yok, yazarken eğleniyorum ve hikâyenin içindeki entrikaları düşünürken ve kendi yarattığım karmaşık düğümleri çözerken o kadar heyecan duyuyorum ki bu her şeye, çektiğim tüm acılara —şaka tabii— bedel…

 

  • Sizce bir polisiye kitabın çok satması, onun gerçekten iyi bir polisiye kitap olduğunu gösterir mi?

Yayıncılık dünyası efsanelerle doludur. Kimi zaman satmasına banko gözüyle bakılan kitaplar satmaz, adı duyulmamış yazarların ilk romanlarının beklenmedik şekilde satış patlaması yapması da olasıdır; böyle vakalar olsa da —ne yazık ki— bunlar nadiren gerçekleşir. Çoksatan olamamış, bir türlü satış başarısına ulaşamamış, yeteneği anlaşılamamış veya değeri öldükten sonra anlaşılmış çok sayıda yazarın varlığından söz edilir. Bunlardan bazılarını biliyoruz, yapıtlarını okuyoruz ama birçoğu çoktan karanlığa gömülüp tarih olmuş, yapılacak bir şey yok.

Bir kitabın satmaması onun kötü bir kitap olduğunu göstermez, satış başarısızlığın yazarın kalite düzeyinin dışında çok çeşitli nedenleri olabilir, ama bu durumun tersi, bir kitabın çok satması elbette ki onun ve yazarının okur tarafından sevildiğinin en temel göstergesidir, evet, çevresi tarafından okunup da kötü şekilde eleştirilen, beğenilmeyen bir eseri kimse satın almak istemez. Ne var ki sürü psikolojisi denilen fenomen günümüzde o kadar yaygın ki artık hangi kitabı sevebileceğinizi anlayabilmek bile çok güç, çünkü hesaplar orta ve ortanın altındaki hedef pazara göre yapılıyor. Dünya şimdi artık aptalların dünyası olmuş.

Bunun yanı sıra, bir kitabın beğenilmesi farklı, sevilmesiyse farklı bir kavramdır ve bence beğenilmek daha önemlidir, zira beğenmek eleştirel ve nesnel —objektif— bir yargı, sevmek ise duygusal ve öznel—subjektif— bir algı, yalnızca bir izlenimdir. Altın çağdaki (1920’li-30’lu yıllar) en sevdiğim polisiye yazarlarından Dorothy Sayers, birlikte anıldığı —Britanya’nın dört suç kraliçesinden biri— çağdaşı, meslektaşı, arkadaşı Agatha Christie’den —bana göre— daha kaliteli işler üretmesine rağmen onunla kıyas kabul edilemeyecek kadar az satmıştır. Birçok kitabı Türkçeye çevrilmeye bile değer bulunmamıştır. Satışların azlığı yazarların değerini düşürür mü? Evet, düşürüyor maalesef…

 

  • İyi bir polisiye kitap nasıl olmalı peki, bunun bir ölçüsü ya da kriteri var mıdır?

Bir polisiye yapıtın niteliğini anlayabilmek için Polisiye Ekspres atölyesine devam etmek gerekir. Şaka bir yana, entelektüel seviyesi yüksek bir kitapsever, kitap kurdu iyi edebiyatı hemen ayırt ettiği gibi iyi polisiyeyi de daha kitabı eline alır almaz anlar. Örnek olarak Özlem Solak’ı gösterebilirim.

 

  • Ercan Akbay’a bir şans verilseydi geçmişe mi yoksa geleceğe mi yolculuk ederdi? Ve neden?

Çocukluğunda 60’lı ve 70’li yılları görmüş ve yaşamış biri olarak 50’li yılların da portföyümde olmasını isterdim. İnsanlık değerlerinin çok daha sahici, çok daha samimi ve naif olduğu o yılları bir daha yaşamak mümkün olmasa da fantezi yapmamıza bir engel yok tabii. Gelecekten ümitli değilim. Dünyanın hızla kötüleşeceğini —halihazırda berbat olduğu açık— görmek için fütürist ya da kâhin olmak gerekmiyor, o yüzden de zaman makinesiyle geleceğe doğru bir yolculuk yapmak istemem doğrusu. Yine de ümit fakirin ekmeğidir.

 

Ercan Bey, bu keyifli sohbet için, Dedektif Dergi okurları adına çok teşekkür ederim. Son olarak, buraya bir söz bırakmanızı istiyoruz, içinizden ne geliyorsa…

“Olumluyla olumsuz yargı arasındaki duvar bir saç telinden daha ince olabilir. Aşkla nefret arasındaki geçiş yoluysa o duvar kadar bile engelleyici değildir. Kendini saklamaya çalışan bukalemunun renk değiştirmesine de benzetilemez, çünkü nefret ve aşk birbirinin içinde, birbirinin kardeşidir.”

Kayıp Şahıslar Bürosu’ndan

En Son Yazılar