Yeni Sayı Çıktı!

En son hikaye, röportaj ve yazıları şimdi tıklayıp ücretsiz okuyabilirsiniz!

Yeni Sayı Çıktı!

En son hikaye, röportaj ve yazıları şimdi tıklayıp ücretsiz okuyabilirsiniz!

ESKİ EVİN LANETİ

Diğer Yazılar

GECE YOLCUSU

KAMBUR

GECE GELEN-2

Murat Yuksel
Murat Yuksel
1979 Bafra doğumlu. Halen Bafra’da ikamet ediyor. AÜ Adalet Yüksekokulu mezunu. Yirmili yaşlardan bu yana yazıyor. Semih Gümüş, Zafer Köse, Bahar Yaka, Barış İnce gibi alanlarında yetkin isimlerin çevrim içi öykü atölyeleri, yaratıcı yazarlık atölyeleriyle seminerlerine katıldı. Öyküleri başta Edebiyatist ve Dedektif Dergi olmak üzere bir çok basılı dergide, ayrıca çeşitli internet sitelerinde, çevrim içi yayınlarda, şiirleriyle denemeleri yerel yayınlarla çeşitli internet sitelerinde yayınlandı. Perdelerin Ardında ve Dark Dedektif Suç Öyküleri-1 isimli kolektif öykü kitaplarında yer almıştır.

Şahsi doktorum, son zamanlarda sıklıkla artan göğüs ağrılarım ve çabuk yorulma, nefessiz kalma gibi şikayetlerimden ötürü kardiyolog arkadaşına yönlendirene kadar Almanya Stuttgart’ta, kendi halimde, işimde gücümde, mutlu mesut yaşıyor, kendi yağımda kavrulup gidiyordum. Bu arada adım Metin Türkoğlu. Doğma büyüme buralıyım. Rahmetli babam Almanya’ya gelen ilk kuşaktan. İlk işçi kafilesiyle buraya gelip yerleşmişler. Ben ve üç kardeşim burada doğmuşuz.

Maddi durumumuz gayet yerinde sayılır. Benim gibi burada doğmuş bir Türk ortağımla birlikte kurup büyüttüğümüz on beş yıllık bir güvenlik şirketimiz var. İkimiz de bu işe güvenlik görevlisi olarak başladık. Allah yürü ya kulum deyince, biz de bugünlere geldik. Evlilik çağına girdiğimde, yakınlarım bana Türkiye’den hayırlı bir kısmet buldular, ben de fazla uzatmadan evlendim. Şansıma, eşim üniversite mezunu, kültürlü, okumuş, Alman dilini iyi bilen bir hanımdı. Birbirimize çabuk alıştık. Buraya adapte olmakta zorlanmadı. Çok geçmeden bir turizm acentasında işe başladı. Sık sık Türkiye’ye turist kafilesi götürüp getiriyorlar.

Bu süreçte iki oğlumuz doğdu. Büyük olanı Kurthan, diğeri Kurtbey. İkisi de okuyup meslek sahibi oldular. Özlerini asla unutturmadım, babam beni nasıl Türk kültürü ile yetiştirdiyse ben de onları aynı şekilde yetiştirdim. Her yıllık izinde çoluk çocuk Türkiye’ye geldik. Tatillerimizi memleketimizde, eş dost akraba ziyaretleri ile geçirdik. Rahmetli babamın en büyük isteğiydi. Emekli olduktan sonra Türkiye’ye dönüp bahçeli bir ev satın almak istiyordu. Ani bir kalp kriziyle kaybettiğimizde onun hayali de bana kaldı. Çocuklarıma sık sık tembihlerdim. Ola ki ben de yapamadan ölür gidersem, size vasiyetimdir, derdim.

Başta da dediğim gibi, kalp doktorunun tetkiklerinin nihayetinde üç damarımda yüzde doksan oranında tıkanıklık tespit edildi. Anjiyo yapıldı, tıkalı damarlarıma stent takıldı. Bundan sonraki hayatım için kendimi fazla yormamam, strese sokmamam, ani hareketlerden kaçınmam, mümkünse daha hafif bir yaşam geçirmem salık verildi. Mesleğimden ötürü dedikleri benim için biraz zordu. Yine de bilhassa şahsi doktorumun ısrarları ile uzun bir süre işten uzaklaşıp kendimi dinlenmeye bıraktım.

Elli yaşında emeklilik bana göre değildi. Daha önümde yapacak bir sürü iş varken. Hem böyle hareketsiz yaşam yağ, kilo olarak geri dönüyordu. Bütün gün yaptığım evin içinde televizyon izleyip, kitap okumak, bir şeyler atıştırmaktan ibaretti. Böyle evde ne yapacağımı bilmez halde dolandığım bir gün, hayatımda da bir değişiklik, hareket olması bakımından, işlerimin büyük bir bölümünü ortağıma devrettim. Kendime memleketten babamın hayalini kurduğu bahçeli bir ev almaya karar verdim. Bu fikrimi evvela eşimle paylaştım. O da önce ev işini halledelim, sonrasına öyle bakarız diyerek, memleketteki akrabalarına satılık ev varsa aramaları yönünde haber saldı. Kısa sürede tam tariflerime uygun bir ev buldukları haberi geldi. Eşim evin bulunduğu dönem memleketteydi zaten. Ben de ilk uçakla evi görmek için memlekete uçtum.

Havaalanında beni eşimle kuzeni karşıladılar. Birlikte kuzeninin evine geçtik. Uçak yolculuğunun yorgunluğunu üzerimden attıktan sonra, karnımı doyurup, önce baba evine gittim. Sadece izne geldiğim zamanlar ben ilgilendiğimden, anahtarları bende olan dairede rahmetli annemle babamın hatıraları içinde bir süre vakit geçirdim. Ardından sözünü ettikleri eve bakalım dedik.

Ev, Ermeni tehciri zamanında el değiştirmiş, oldukça eski bir binaydı. Ama yaşına nazaran çok sağlamdı. Vakti zamanında tek katlı bir binaymış. Şaraphane olarak kullanılıyormuş. Tehcirden sonra yerleştirilen aile, bir süre sonra ikinci katı yaptırmış. Yapan usta çok marifetliymiş. Binanın estetiğiyle mimarisine uygun olarak, birebir ikinci katı yapmış. Bana aktarıldığına göre ev bugüne dek bir kaç kez el değiştirmiş. İki katın da tavan yüksekliği üç metreydi. Yan taraftan yapılan ahşap merdiven sayesinde iki kat iki ayrı daire olarak kullanılırken bir süre sonra merdiven içeri alınmış, böylece bina dubleks hale getirilmiş. İyi de yapılmış.

Evin iki katında da ayrı ayrı tuvalet ve banyo vardı. Mutfak alt kattaydı. Alt katta bir yemek odası, bir oturma odasıyla bir de yatak odası vardı. Üst katta iki tane yatak odası, geniş bir balkonla oldukça ferah bir oturma odası vardı. İkinci katta bahçe tarafta küçük bir oda daha vardı, orayı da kendim için çalışma odası şeklinde dizayn edebilirdim. Birinci katın arka tarafında bahçeye açılan bir kapı bulunuyordu. Evin içinden rahatlıkla bahçeye geçilebiliyordu. Ön tarafta ilk girişteki kapının üzerinde beyaz renkte kanatlarını açmış kartal heykeli, sonra evle arasında geniş bir boşluk vardı. Ayrıca yan taraftan da bahçeye geçiş vardı. Binaya doğalgaz döşenmişti. Ben evi beğenmiştim. Biraz tadilat yapılarak daha güzel hale getirilebilirdi. Evin tadilat yasağı olmadığını da öğrenincesatın aldım. Yapılmasını istediğim her şeyi kalem kalem yazdırdım.

İki ay kadar sonra eve yerleştim. Tadilatı, boyası, mobilyaları, bahçe düzenlemesi, yandaki bahçe kapısına otomatik garaj kapısıyla her şey istediğim gibi yapılmıştı. Evin konumu da çok güzeldi. Hemen yakınında semt pazarı vardı. Bankalara çok yakındı. Kalan bir kaç parça eşyayı kamyonetle getirdiklerinde kapı önüne çıktığım zaman komşulardan biri hoşgeldin, deyince, hoşbuldum, diyerek, bu kısa boylu, esmer, ince bıyıklı adama nezaketen tanışmak için elimi uzattım. 

“Buralı değilsin herhalde beyim?” diye sordu elimi sıkarken, diğer elimi de elinin arasına alarak.

“Yok, buralıyım,” dedim, “Aslında daha aşağıdan, çayırlıktanım. Babam zamanında yurtdışına gidip yerleşmiş, biz orada doğup büyüdük, burada da bir yerimiz olsun diye geldik işte. Ben Metin bu arada. Metin Türkoğlu.”

“Hayırlı olsun o zaman Metin bey. Ben de Mustafa. Ben de doğma büyüme buralıyım. Benim de babam mübadelede buraya yerleşmiş. Huzurla oturursun inşallah.”

“Sağolasın Mustafa bey komşum. İnşallah.”

“Aldığın evi, yani burayı araştırdın mı peki hiç beyim?”

“Yok, hayır, niye ki?”

“Ne bileyim, beş – altı senedir öyle duruyordu da. Satılık tabelası bile eskidi. Pek soranı olmayan bir evdir. Biraz kötü bir şöhreti vardır. Lanetli dediklerinden yani. Cinli minli derler. Kimse evin geçmişiyle ilgili bir şey anlatmadı mı almadan önce size?”

“Kimse bişey demedi. Neymiş ki laneti? Bu devirde lanet mi olurmuş?”

“Valla orasını bilmem ben beyim. Ama gerçek olan bir şey varsa bahçesindeki incir ağacında iki kişi kendini astı. Evde farklı zamanlarda üç cinayet işlendi. Üç harfliler musallat olmuş bu eve. Öyle derler etrafta. O yüzden uzun zamandır buraya kimse yanaşmıyordu.”

“İlginçmiş doğrusu. Benim öyle batıl inançlarım yoktur. Hem evin laneti olmaz. Lanet insanın içindedir, kendindedir. Sen içini ferah tut komşum. Ben evin lanetini kovdum. Çardak da yaptırdım bahçeye bir güzel, çay içmeye beklerim bir gün.”

“Sağ ol komşum, sen hele bir iyice yerleş de, konu komşu mahallenin erkekleri geliriz elbet ziyaretine çayını içmeye. Namaz vaktidir, ezan yaklaştı. Bana müsaade.”

“Güle güle. Allah kabul etsin komşum.”

Yirmi birinci yüzyılda hala bu tür şehir efsanelerine inananlar vardı demek ki. Gülüp geçtim tabii. Daha sonraki günler aynı şeyleri kapı önünde rastladığım diğer komşulardan da duyduğumdan ister istemez psikolojik olarak etkilendiğimi hissedince evi bana bulan eşimin kuzeniyle buluşup işin aslını astarını sordum. O da biraz kaçamak sözlerle, böyle şeyleri kafama takmamamı, geçmişte böyle olayların yaşandığını ama bunların evle alakası olmadığını söyledi. Büyütecek, abartacak bir durum yoktu. “Ben de öyle düşünüyorum zaten,” dedim. Eşimin kuzeninin sanki evi almadan bunları bildiği, bu sebeple evi aslında bana verdikleri fiyattan çok daha ucuza kapattığı hissine kapıldım. Evden üç beş komisyon elde etmek için yapmış olabileceğini düşündüm. Hem dediğim gibi böyle batıl inançlarım olmadığından, hem de ev gerçekten hoşuma gittiği için üstelemedim.

Bahçeyle ilgilenmek, toprak kokusu, ağaçlar, çiçekler, yeşillik, bünyeme de zihnime de iyi gelmişti. Hem bedenen, hem de zihnen dinlendikçe, kendimi rahatlamış hissediyordum. Bir süre daha burada kalmaya karar verdim. Ortağımı arayarak, işlerle ilgilenmesini, bana ihtiyacı olmadıkça aramamasını söyledim. Eşim de Almanya’daydı. O da bu ara gelemeyeceğini söyleyince al işte dedim kendi kendime, bir süre tek başına kafanı dinle.

O gece yatak odasındaki televizyonda komedi programı izleyip, ardından haberlere baktım. Yatmadan önce ilaçlarımı içip gece lambası aydınlığında uyumaya geçtim. Dağlardan tepelere, denizlerden okyanuslara savruldum uykumda. Hayatım boyunca bir gecede hiç bu kadar çok ve üstelik karmaşık rüyalar gördüğümü hatırlamıyorum. Çocukluğuma da gittim, yirmili yaşlarıma da, geçen seneye de. Ama sabah kalktığımda kafam kazan gibiydi, hiç bir şey hatırlamıyordum. Bütün gün bahçede yorulduğuma verdim bu kadar çok rüya görmeyi. Aynı karmaşık rüyalar ertesi akşam da, ondan sonraki akşam da devam etti.

Çok inançlı biri sayılmam. Bu karmaşık rüyalar bütün gün bünyemi sarsıyordu, zihnimi meşgul ediyordu. Ertesi gece yatmadan bildiğim duaları okudum. Başucuma bir tane Kuran koydum. Gece yine rüyalar gördüm. Fakat bu geceki rüyalar öncekiler gibi karmaşık değildi. Ortağım rüyaların başrolündeydi. Güya benden habersiz, gizlice paravan bir şirket kurmuş, ortak olduğumuz şirketin paralarını peyderpey o şirket üzerinden kendi zimmetine geçiriyordu. Üstelik, şirketin muhasebecisi de bu işin içindeydi. Bütün sahtekarlıkları sahne sahne yukarıdan izliyordum. Dolandırıcılığın nasıl yapıldığını, nerede, hangi dosyalarda, nasıl muhafaza edildiğini, arkamdan çevrilen dolapları, senelerdir nasıl aptal yerine konulduğumu rüyamda birebir görmüştüm. Uyandığımda hepsini hatırlıyordum. Zangır zangır titriyordum. Kalbimin sıkıştığını hissettim. Bir bardak suyla hemen ilaçlarımı aldım. Kardeşim gibi güvendiğim insanın böyle bir hainlik yapabileceğine ihtimal dahi vermiyordum. Bütün gün kafamda bin tane düşünce dolandı. O gece yine aynı şeyleri gördüm. Ciddiye almam gerekip gerekmediğine, ortağıma sorup sormamaya karar veremiyordum. En sonunda kendi yöntemlerimle öğrenmeye karar verdim. 

Ertesi gün, ilk uçakla Almanya’ya uçtum. Şirkete geçip, rüyamda gördüğüm bütün dosyaları tek tek buldum, inceledim. Hepsi doğruydu. Kardeşimden çok sevdiğim, yıllarca sırt sırta çalıştığım, ekmeğimi bölüştüğüm, en güvendiğim insan tarafından dolandırılmıştım. Yüzüme gülüp, arkamdan kuyumu kazmıştı. Öyle güveniyordum ki, ruhum bile duymamıştı. Şirketin avukatı ortağımın yeğeniydi, ona anlatamazdım. Kendime başka bir avukat tuttum. Bütün evrakları, bilgi, belgeleri önüne koydum. Her şeyi tek tek inceledi. Bu kadar bilgiyi nereden, nasıl öğrendiğimi sordu doğal olarak. Rüyada gördüğümü söylemedim, mantıklı bir izah yapmam gerekiyordu. Ortağımdan şüphelenince bir süredir takip ettiğimden, araştırmalarım sonucunda bunlara ulaştığımdan bahsettim. Elimizin çok sağlam olduğunu, açılacak davayı yüzde yüz kazanacağımızı, ortağımın öncelikle şirketten uzaklaştırılacağını, bütün yetkilerini kaybedeceğini, daha sonra da neyi var neyi yok elinden alacağımızı söyledi. Gerekli vekâletnameyi imzalayıp yurda döndüm.

Bir kaç akşam rüyasız geçen derin, huzurlu uykularımdan sonra, haberci rüyalarım geri döndü. Bu defa başrolde karımla kuzeni vardı. Meğer bunlar eskiden  sevgiliymişler. Biz evlensek de ilişkileri yıllardır devam etmiş. Eşimin seyahat acentasında iş bulması onlar için bulunmaz bir fırsat olmuş. Türkiye’ye her gelişinde buluşuyorlarmış. Zaten kuzeni de yurtdışına geldiğinde akraba olduklarından bizim evde buluşmaları haliyle ben dahil kimsenin dikkatini çekmiyordu. Sonraki akşam çocukları gördüm rüyamda. Benden çok eşimin kuzenine benziyorlardı. Kafamı dinlemeye, kendimi bulmaya geldiğim memleketimde rüyalar yüzünden huzurum kalmamıştı. Uykularım kaçtı. Uyumamak için gece geç saatlere kadar oturmaya başladım. Ama gözümü kapadığım anda hep aynı şeyleri görüyordum. Bu evde kesinlikle normal olmayan bir şeyler vardı. Bunu artık anlamıştım. Bir kaç gün ne yapmam gerektiğine karar veremedim. Evi satıp, hiç bir şey olmamış gibi eski hayatıma dönmeyi dahi ciddi ciddi düşündüm. Ama yapamadım. Yapamazdım. Bunu kendime yediremedim.

Kararımı verince yine ilk uçakla Almanya’ya gittim. Çocuklardan, rahatsızlığımdan dolayı lazım olma ihtimaline karşı diyerek kan örneği aldırıp, özel bir klinikte gizlice DNA testi yaptırdım. Beklemek doğum sancısı gibiydi. Geçmek bilmeyen zaman sonunda elimde tuttuğum sonuçlar beynimden vurulmama yetti. Çocukların ikisi de benden çıkmadığı gibi ayrıca yaptırdığım testte kısır olduğumu öğrenmiştim. Yıkıldım. Bu kadarını beklemiyordum. Meğer bunca sene tamamen yalan bir hayatı yaşamışım. Kim bilir, bu evi almasaydım, belki de hiç bir şey öğrenemeden ölüp gidecektim. Geri döndüm.

Eşim o gün memlekete geliyordu. Akşama güzel bir sofra hazırladım. Kuzenini de bize yemeğe davet ettim. Memnuniyetle kabul etti. Oturma odasının iki köşesine kablosuz bağlantılı iki tane küçük gizli kamera yerleştirdim. Mesleğim güvenlik olduğundan bu tür işlemleri yurtdışında çok sık yapardık. Çalışma odası olarak dizayn ettiğim ikinci kattaki arka odaya diz üstü bilgisayarımı koyup, önceden belirlediğim şifreli internet adresine görüntü kaydının depolanması için uzaktan erişim sağladım. Cep telefonumdan gireceğim şifreyle kaydı başlatacak, görüntüler uzak bellekte depolanacaktı. İlişkilerini kendilerine itiraf ettirmem şarttı. Her şey hazırdı.

Akşam güzel bir yemek yedik, şaraplarımızı yudumladık. Her şey yolunda gidiyordu. Keyifler yerindeydi. Alkol bünyeleri gevşetmişti. Bugüne dek fark etmediğim şekilde eşimle kuzeninin birbirlerine bakışlarını, el şakalarını yakalıyor, bundan içten içe rahatsız oluyordum. Kıskançlık değildi hissettiğim. Sanırım güvenlik işinde bazı duygularım körelmişti. Öfkem de yoktu. Adını koyamadığım bir huzursuzluktu sadece. İlerleyen saatlerde, onlara bir sürprizim olduğunu söylediğimde ikisi de merakla yüzüme bakıyorlardı. Oturma odasında televizyonun karşısında yan yana oturuyorlardı. Önlerindeki sehpalarda meyve, çerez tabakları, şarap kadehleri vardı. Askıdaki ceketimin cebinden içinde DNA sonuçlarıyla benim doktor raporumun olduğu zarfı alıp önlerindeki sehpaya koydum.

Önce boş gözlerle bana baktılar, bu ne gibisinden.

“Açın, bakın lütfen, sürpriz,” dedim.

İkisi birlikte zarfa uzandılar, içindeki kağıtları çıkardılar. Birinde benim baba olmadığım, diğerinde kısır olduğum yazıyordu. Eşimin yüzünün düştüğünü ve elinin titrediğini görebiliyordum. Eşim girdi önce söze.

“Ne demek oluyor bu? Açıklar mısın lütfen?”

“Evet enişte hayırdır, bilmece gibisin?”

“Bence siz açıklayacaksınız. Ben sizi dinliyorum, raporlar önünüzde, ne olduklarını biliyorsunuz,” diyerek ellerimi birbirine kenetleyip karşılarına geçtim oturdum. Gözlerimi ikisinin gözlerine diktim.

İlk çözülen eşim oldu.

“Söyleyecek bir şeyim yok,” dedi.

“Çocuklara da mı söyleyecek bir şeyin yok,” dedim. “Bunca yıl. Nasıl saklamayı başardınız böyle bir şeyi çok merak ediyorum. Hem benden hem de çocuklardan. Artık her şeyi biliyorlar, onlara anlatırsın artık büyük aşkını,” diye zarf attım. Oysa çocukların dünyadan haberleri yoktu.

“Allah kahretsin. Ne dememi bekliyorsun. Her şeyi öğrenmişsin işte. Ne yazıyorsa bu raporda doğru. Çocuklar senden değil. Boşanalım.”

“Bu kadar kolay yani senin için her şey,” dedim, “Boşanalım, ha, boşanalım, siz, ikiniz, bunu bana nasıl yapabildiniz? Gözümün içine baka baka? Bunca sene? Benden ne kötülük gördünüz? Sen bu ihanetinin bedelini ağır ödeyeceksin. Seni sürüm sürüm süründüreceğim. Bütün aleme rezil olacaksın. Ya sen? Sana ne demeli?” 

“Biz çocukluktan beri birbirimizi seviyoruz. Siz evlenince birbirimizden uzak durmaya çalıştık ama yapamadık.”

“Bundan sonra nasıl yapacaksınız acaba?”

“Babaları olduğumu söyleyeceğim onlara. Anlayacaklarına eminim.”

“Kapa çeneni sen.”

Eşime döndüm. Öfkeyle gözümü gözlerine diktim.

“Çocukların yüzüne nasıl bakacaksın bu saatten sonra,” diyerek yerimden kalktım.

Bir saat sonra polis ekipleri bir bankta oturmuş sigara içerken gelip aldılar beni. Metin Türkoğlu sen misin, dedi yanıma park eden sivil aracın içinden başını uzatan kirli sakallı biri. Evet benim, dememle, ne olduğunu anlayamadan araçtan aşağı inip ters kelepçe taktılar. Gözaltındasın, dediler. Suçum ne diye sorduğumda, “Merkezde öğrenirsin,” dediler. Sivil ekip otosuna bindirdiklerinde, “Ben bir şey yapmadım, neden beni götürüyorsunuz?Bir yere kaçacak değilim, şu kelepçeyi çıkartır mısınız!” diye inledim acıyla. “Hep öyle derler zaten,” dedi kilolu, kısa boylu bir sivil polis, ön koltuktan arkaya kafasını çevirip. “Yemin ederim ben bir şey yapmadım,” dedim, “Bir saattir burada oturuyorum, sigara içip denizi seyrediyorum.” Beni dinleyen yoktu. Telsizden, “Şüpheli şahsı aldık, sağlık kontrolüne götürüyoruz,” diye anons geçti memur. Suçumu da bilmiyordum.

Hastaneden emniyete geçtik. Üzerimde ne var ne yok alıp bir poşete koydular. Telefonumu, saatimi, yüzüğümü, kolyemi, künyemi, cüzdanımı. Savcı beyin talimatıyla sabaha kadar gözaltındaymışım. “İyi ama benim bir suçum yok ki,” dedim ısrarla. Beni hala dinleyen yoktu. İşlemleri yapan resmi kıyafetli memur, “Karınla kuzenini öldürmüşsün, daha ne yapacaksın,” dedi. Ondan sonrasını hatırlamıyorum. Emniyetin alt katında nezarethaneye ne ara götürdüler, demir kapıyı arkamdan ne zaman kapattılar bilmiyorum.

“Allah kurtarsın hemşerim, sen niye buradasın?” dedi arkamdan biri. Beni diplerden çekip aldı bu ses.

Benden başka biri daha olduğunu o ana kadar fark etmemiştim. Dönüp baktım. Tahta bankta kıvrılmış yatıyordu. Üzerinde eski bir battaniye vardı.

“Valla ben iki gecedir buradayım hemşerim, hırsızlıktan aldılar güya ama ellerinde bence bir şey yok, bekliyorum işte öyle, ben de bilmiyorum ne olacak, geceleri burası baya soğuk oluyor, vermek isterdim ama kusura bakma başka battaniye yok.”

“Önemli değil,” dedim aldırmaz bir tavırla. “Karımla dostunu öldürmüşüm ben de, yani cinayetten buradayım.” Ayak ucuna oturdum adamın.

Bunu dememle birlikte birden kıvrıldığı yerden toparlandı. Battaniyeyi ortaya bıraktı.

“Anlıyorum abi, sıkma canını, yaptıysan hak etmişlerdir mutlaka. Buyur şöyle geç sayın abim,” diyerek bizim hırsız bir anda çark etmişti az önceki tavrından.

Adamın demin kıvrıldığı yere ben geçtim, battaniyeyi de üzerime örttü.Yattığım yerde, nasıl olur, yapsam ben yapardım, ben de yapmadığıma göre başka kim böyle bir şey yapabilir diye düşünürken bir de baktım sabah olmuş. Sabah, parmak izlerim alındı, eşyalarım imza karşılığı geri teslim edildi. İki polis eşliğinde ellerim kelepçeli olarak beni savcının talimatıyla direk savcılığa, nöbetçi savcının karşısına çıkardılar. Nöbetçi savcı, olayın intihara da benzediğini ancak intihar süsü verilmiş cinayet şüphesi üstünde durduklarını, en büyük şüphelinin ben olduğumu anlattı. Savcıya derdimi güzelce anlattım. Olay akşamı evde onlarla birlikte olduğumu kabul ettiğimi ancak kimseyi öldürmediğimi, bunu yapmayı istediğimi, ancak yapmadığımı söyledim. İzin verdikleri takdirde, cep telefonumdan bağlanarak, eğer internet bağlantısına sahip bir bilgisayar sağlanırsa görüntüleri izleyebileceğimizi, böylece katilin ya da katillerin de kim olduğunu bulabileceğimizi anlattım. Dediklerim savcının pek kafasına yatmamış olsa da, mesleğimden ötürü istediklerimi yerine getirdiler. Her şey yolunda gitmiş, görüntüler iki kamera tarafından tamamen kaydedilmişti. Açıp izlemeye başladık.

Benim masaya zarfı bırakmamla başlıyordu kayıt. Bu kısımlarda zaten ben vardım. Asıl bomba ben evden çıktıktan sonra başlıyordu.

“Sana kaç kere dedim, boşanayım diye, bu evliliği daha fazla sürdürmek istemiyorum, sen de çocukların senden olduğunu söylemelisin diye defalarca söyledim sana, dinlemedin beni. Yok daha vakti var, yok ben şimdi boşanamam, vakti var, zamanı var, diye diye hep seni bekledim, hep senin keyfinden boşanamadım. Şimdi ben ne yapacağım, çocuklarımın yüzüne nasıl bakacağım, hepsi senin suçun.”

“Neden benim suçum oluyormuş? Sen demedin mi kocamdan kurtulalım diye? Al işte, bu evi boşuna mı aldırdım? Ne kadar uğraştığımı biliyor musun bu evi bulana kadar? Tam planlarımıza uygun bir ev. Daha önceden cinayetler işlenmiş, insanlar kendini öldürmüş, lanetli, perili, cinli bir ev. Komşulara da üç beş kuruş verip aynı şeyleri söylettirdiğimiz zaman iyice psikolojisi bozulacaktı, dediğim de olmadı mı? Oldu. Kapıma kadar geldi, kafası karışmıştı.”

“Dedi de ne oldu? Nereden öğrendi ilişkimizi? Çocukları? Bütün bunları bunca sene sonra kimden öğrendi? Kim söyledi? İkimizden başka kimsenin bilmediği bir sırrı bu adam nasıl öğrenebilir? Aklım almıyor ya. Durup dururken adama gökten mi indi? Tövbe tövbe?”

“Ne bileyim ben? Bu hesapta yoktu. Tam ikinci aşamaya geçecekken. Evde gece tuhaf tuhaf sesler,  gürültüler duyacaktı, ses sistemini hazırlatmıştım, siz şimdi birlikte yurtdışına çıkınca elemanlara kurduracaktım hepsini. Kafayı yiyecekti, delirtecektim, ya tımarhaneye ya da kalpten öbür tarafa gidecekti.” 

“Olmadı işte. Şimdi temizle yaptığın işi.”

“Birlikte yaptık. Ben değilim tek suçlu. Kendini bu işin içinden sıyıramazsın. Kaç yıldır birlikteyiz. Sensiz yaşayamam ölürüm beni bırakma ne olur, diyen kimdi?”

“Sıçayım aklıma da kalbime de. Güvendim sana ben.”

“Güvendin de ikimiz için yaptım ben de ne yaptıysam. Neye sıçarsan sıç şimdi, bana ne, daha da karışmıyorum. Kendin hallet kendin temizle bu meseleyi.”

“Hadi ya, öyle işler bu hale geldikten sonra ben yokum kendin hallet demek var mı erkeklikte paşam. Yaparken iyi, yakalanınca bak başının çaresine. Yok öyle yağma.”

“Neyse. Çok gerildik. Buluruz elbet bunun da bir çaresini, tamam tamam sen sakin ol.”

“Ne sakin olması ya ne sakin olması, bittim ben anlıyor musun, bittim bittim. Adım lekelendi, kötü kadın diyecekler bana yarın. Kimsenin yüzüne bakamayacağım. Sen erkeksin, sana bir şey olmayacak tabi.”

“Benim için de kolay değil. Ben nasıl bakacağım karımın yüzüne, çocuklarımın yüzüne.”

“Aynı şey değil. Ben bu utançla yaşayamam. Hepsi senin suçun. Ben yaşamazsam sen de yaşamayacaksın.”

“Anlamadım. Bu ne demek oluyor şimdi? Aklından ne geçiyor?”

Odanın içine açık pencerelerden giren bir rüzgar kadehleri, çerez tabaklarını titretti, eşim, yan tarafındaki el çantasından ona aldığım üzerine kayıtlı taşıma ve bulundurma ruhsatlı altın renkli küçük tabancayı çıkardı. Gözleri boş ve tuhaf bakıyordu.

“Hayır,” dedi, kuzeni. “Böyle bir saçmalık yapmayacaksın. Bu işi çözeceğiz, sana söz veriyorum. Koy o silahı yerine şimdi.”

“Kusura bakma,” dedi eşim. “Böyle bitmesini istemezdim.”

Yakın mesafeden adamın kafasına sıktı. Adam pelte gibi yığıldı kanepede. Sonra elindeki tabancayı iki eliyle tutarak çenesinin altına tuttu, ateşledi. Hepsi belki de otuz saniye sürmüştü.

Önceki İçerik
Sonraki İçerik

En Son Yazılar