HÂLÂ HAVLIYOR KÖPEKLER
Sinirlenince saçlarını savururdu kadın, yine saçları bir o yanda bir bu yandaydı. “Gebeeer!” diye bağırdı. Cevap vermedi adam, durdu öylece, sonra döndü gitti arka odaya. Hemen peşinden korkunç bir silah sesi geldi, kulakları patlatırcasına şiddetli. Şaşkına dönmüştü kadın, yakınında hiç silah patlamamıştı şimdiye kadar. Hemen koştu arka odaya, kanlar içinde yüzüstü uzanıyordu kocası. “Haaayııır!” diye bağırdı. “Ben sadece sinirle söylemiştim, niye yaptın ki şimdi bunu? ” Cevap yoktu. Kapının eşiğine doğru, koyu, kıpkırmızı bir yol ilerliyordu, günlerden pazardı ve sıkıntılıydı her pazar gibi.
Odanın yerleri tertemiz olmuş, sildiği bezleri büyükçe bir poşete tıkıştırmıştı. İçine sinmedi, bir poşete daha sardı. “Artık sızmaz,” dedi kendi kendine, en azından burada iz kalmadı. Son bir kez daha bakındı etrafa, her şey yerli yerindeydi ve kan yoktu artık. “Şimdi esas iş banyoda,” diyerek kapısını açtı, yirmi üç yıllık kocası boylu boyunca uzanıyordu küvetin içinde. Parmağındaki yüzüğü ve saatini aldı, kanlı elbiselerini çıkardı, duşu açtı ve uzun uzun üzerine tuttu.
Suratının ağzından aşağısı yoktu, yüksek ihtimal ağzının içine sokup namluyu öyle ateşlemişti. Onu öyle görmeye dayanamadığından yüzüne siyah bir poşet sardı, kan akışı yavaşladı, yavaşladı ve sonunda durdu. Poşeti değiştirmeye cesaret edemediğinden başka birisini tekrar üzerine geçirdi, güç bela kocasını küvetten çıkardı. Son bir yıldır yediklerine dikkat edip on küsur kilo vermiş olsa da hafif sayılmazdı. Bornoz ile silerek kuruladı, banyodaki boydan boya aynanın karşısına oturttu. Kafasında siyah poşetli bu tanıdık vücutla geçirmişti ömrünün gençlik yıllarını. Kötü birisi değildi, hatta erkeklerden beklenenin çok üzerinde hassas ve duygusaldı, hiç bir zaman kötü söz sarfetmez çok sinirlendiği zamanlar günlerce susardı. Sinir bozucu bir suskunluk, yanındakini deli eden bir sükunet. Geçti yanına oturdu. “Şimdi de sessizsin her zamanki gibi,” dedi, koluna girdi ilkin, sonra kafasını göğsüne dayadı. Saçlarında hissettiği kocasının eli değil siyah poşetin kalitesiz sertliğiydi.
“Şehirde olsak çoktan polisler, konu komşu doluşmuştu eve, ama en azından buradayız, Allah’ın unuttuğu yerde,” diye geçirdi içinden. Geçen yıl aldıkları bu dağ evine oldum olası ısınamamıştı ama kocasının uzun uzun susmasını istemediğinden bir kaç sefer onunla birlikte gelmiş, bu da son gelişleri olmuştu.
Hiç çalışmamıştı, durumları iyiydi. Çocuk istemişler ama olmamış, sonra vazgeçmişlerdi ondan da, her şeyden vazgeçtikleri gibi. Gezmeyi sevmez, çokça evde zaman geçirirlerdi. Kocası daha antisosyal bir tipti; yıllarca babadan kalma manifatura dükkânını idare etmiş, geçen sene emekli olduğundan beri de iyiden iyiye içine kapanmıştı. Kimseyle görüşmez, genelde evde oturur, herkes ve her şey ona fuzuli gelirdi. Zaten az olan bir kaç uzaktan akraba da artık aramaz olmuş, görüştükleri kimse kalmamıştı. Elli küsur yaşlarında olmalarına rağmen ikisinin de günlerce evden çıkmadıkları oluyor ve bu durum kendileri için bir rahatsızlık yaratmıyordu ya da öyle sanıyorlardı, çünkü sıkça yaşanan bu öfke nöbetlerine bir neden aramak gerekirse, pekâlâ insansızlık denebilirdi.
Ayna karşısında oturmaya devam ediyor, daha birkaç saat öncesine kadar eli kolu gibi pek tabii şekilde mevcut olan kocasının bundan böyle olmayacağını bilmek, kendisini çıplak hissetmesine neden oluyordu. Onsuz nasıl yaşardı? Neredeyse kendini bildi bileli hep o vardı; iyi ya da kötü olduğu tartışılabilir ama hep vardı, bir uzvu gibi. Hiç düşünmemişti örneğin, ayağı iyi bir ayak mı diye, ayaktı sonuçta ve vardı, kocası da öyleydi işte. Onun eksikliğini tekrar içinde hissetti ve dönüp siyah poşete bir kez daha baktı. Her zamankinden daha sıcak ve sevecen geldi kocası. Kendini toparlamalıydı, üzerinde epeyce kan lekesi olan giysilerini çıkarıp aynı poşete koydu ve evin dışındaki büyük çöp kovasına taşıdı. Dışarısı soğumuştu. Yaklaşık beş dönümlük arazi içerisindeki dağ evlerinin yakınlarında pek bir yerleşim yoktu. Geçen yıl aldıklarından beri üçüncü sefer geliyorlardı, hepsinde de bir haftadan uzun kalmamışlardı. Baştan beridir istememişti zaten, böyle sapa bir yere onca para vermeyi.
Dışarıda sonbahar esintisi vardı, hava mı serindi yoksa yalnızlığın mı serinliğiydi acaba bu hissettiği?
Gözünün önünde durmasını istemediği kanlı giysileri dışarıdaki çöpe attıktan sonra yeşilden çok sarıya çalan çimen ve çalıların arasından geçerek tekrar eve girdi. Banyoya gitmek istemedi. Salondaki büyük yemek masasının bir iskemlesini çekerek oraya ilişti. Kocasının sigara tablası ve taşlı çakmağı masanın üzerindeydi. Yıllardır içmediği sigaradan hemen bir tane yaktı ve derin derin içine çekmeye çalıştı, sanki dumandan medet umuyor gibiydi. “Bu kötü rüya da keşke duman olup gitse,” diye düşünürken eline gözyaşı damladı, çok şaşırdı. Ağladığını hiç hissetmiyordu ama sürekli yaşlar iniyordu gözlerinden ve bunu şimdi fark etmişti.
Bu evin ücra, insanlardan uzak bir dağ evi olması nedeniyle kocasının bir silah aldığını ve burada sakladığını biliyordu; hatta bunu konuşmuşlardı. “Sen silahtan ne anlarsın, eşkıya gibi adamlar gelse o küçücük silahla ne yapabilirsin ki? Boşuna aldın o evi de silahı da, ben gitmem oraya, korkuyorum,” diyerek kavgasına malzeme bile etmişti geçenlerde.
Bugünün ne özelliği, ayrıcalığı olduğunu, kocasının neden bugünü seçtiğini düşünüyor ama bulamıyordu. Her zamankinden daha şiddetli bir kavga kesinlikle değildi, hatta şu an nedenini bile hatırlayamıyordu anlaşmazlığın. Peki ama neden böyle bir şey yapmıştı? O kesinlikle bunu yapacak insan değildi. “Neden, neden?” diye kendine sorup duruyor ve bu sırada üst üste sigara içiyordu. Şaşkındı. Dün sabah şehirdeki evlerinde otururlarken kocasının kendisinden beklenmeyen bir ısrar ve istekle buraya gelmek için nasıl uğraştığını ve güç bela onu ikna ettiğini hatırladı. “Acaba o zamandan bunu planlıyor muydu?” diye düşündü. Ürpermesi, üşümesi devam ediyordu ve gözyaşları eteğine damlıyordu. “Ne çok seviyormuşum onu,” diye içinden geçirdi, gerçekten de âşık olup evlenmişti ve yıllardır huysuzlansa da aslında kocasını çok sevdiğini defalarca kendisine itiraf etmişti. Ama o ketum, buzdolabı, soğuk nevale adam bir kere bile ‘seni seviyorum’ dememiş, hatta o dedikten sonra ‘ben de’ diyerek onaylamamıştı bile. Hırçınlaşmasının ve kavgacı olmasının nedenlerinden biri belki de bu beklentiydi, ama yıllar yılı bu durumu kanıksamış olması gerektiğini düşünürken bile aklındaydı bu kayıtsızlık. Bu sırada gözü masanın üzerindeki bir kâğıda takıldı; tam masanın ortasına konulmuş kartviziti eline aldı. Üzerinde ‘cenaze işlemleri’ yazıyordu.
Her türlü cenaze işlemleriniz hızlı ve güvenilir şekilde gerçekleştirilir.
Telefon numarası vesaire vesaire…
Bir anda gözü karardı. Böyle bir tesadüf olamazdı, evet tahmini doğruydu, kocası kendini öldürmeyi planlamış olmalıydı, çünkü bu kartı ondan başkası buraya böylece bırakamazdı.
Kalktı arka odaya geçti. Düşüncesini destekleyecek bir şeyler arıyordu. Dışarıda köpekler bağrışıyordu. Buralarda başıboş köpekler çeteler halinde dolaşıp, özellikle geceleri sesleriyle uykuyu zindan ediyorlardı insana, gerçi daha hava kararmamıştı ama…
Odada olağan dışı hiçbir şey yoktu. Silahı da yerden alıp masaya koymuştu zaten. Elinde tuttuğu cenaze işleri kartına bir daha baktı. Adreste buraya en yakın kasaba yazıyordu. Emindi, emin olmuştu, planlı bir ölümdü bu. Ama bir not, belki bir yazı bırakırdı kocası, tanıyordu çünkü onu. Suçlayıcı bir not bile olsa razıydı aslında. Ona, “Geber!” diye bağırdığı için anlık bir sinirle tetiği çekmediğini, daha öncesinden ölümü istediğini bilmek istiyordu. “Belki de cebindedir,” diye düşündü ve bir anda elbiseleri çöpe attığı aklına geldi. Dışarı fırladı. Dört tane köpek tüm vahşilikleri ile çöpü karıştırıyorlar, birbirlerini ısırıp saldırıyorlar ve darmadağın ettikleri kanlı elbiseleri paylaşamıyorladı. Sağa sola fırlattıkları elbise parçalarından ağızlarına bulaşan kan ile daha da vahşi görünüyorlardı; kan onları doyurmaktan ziyâde daha da sinirlendiriyordu belli ki. Günlerdir aç olması muhtemel köpeklerden bu elbiseleri kurtarmak imkânsız gibiydi. Onu gördükleri gibi daha çok havlamaya, hırlamaya ve tehlikeye karşı birlik olurcasına onun üzerine gelmeye başlamışlardı. “Gidin defolun!” gibi bağırışları onları daha da sinirlendirmiş, üzerine doğru koşmaya çalıştıklarında güç bela eve girip camdan bakarak gitmelerini beklemeye başlamıştı. Bu sırada kendisine kızıp duruyordu, sanki suçluymuş gibi, ne diye apar topar onları çöpe atmıştı ki sanki? Panikten olsa gerek, ne yaptığını bilememişti. Şimdi aklı başına geliyordu, yoksa ne alıp veremediği vardı ki kanlı elbiselerle, kendisini bu kadar zor duruma düşürmüştü yok yere?
Hava kararıyordu. Yarım saat geçmeden köpekler çöpün çevresinden uzaklaşıp ormanın derinliklerinde kayboldular. Seslerin uzaklardan gelmeye başladığından emin olduktan sonra hızla evden çıkıp elbiseleri toplamaya başladı. Gömlek paramparçaydı, pantolonun paçaları ısırılmıştı, ceplerine baktı hiç bir şey yoktu. Cekette olmalıydı. Üzerindeki kandan olsa gerek, aksi gibi en çok hırpalanan da oydu; kolları yırtılmış, neredeyse ikiye bölünmüş, yer yer parçaları koparılmış, iyice çiğnenmişti. Aceleyle iç ceplerine baktı, boştu. Yırtılmış sağ cebinden bir elin yarısı kadar büyüklükte, kanlı, yırtık bir kâğıt çıktı. Bulmuştu, evet evet, bulmuştu işte. Heyecandan eli titreyerek bir çırpıda okudu. Notta aynen şöyle yazıyordu:
Sayın ilgililer, ölümümden kimse sorumlu değildir, bunu ben isteyerek yaptım.
Tülay, sana hiçbir zaman söyleyemedim ama ben seni sev—-
Bu kadardı.
Evet evet, tam buradan yırtılmıştı kâğıt. Neydi, devamı neydi, sevmiyorum sevmedim diye mi, yoksa seviyorum diye mi yazmıştı? Tam burasından kopmuştu, her yanı aramaya başladı, neredeydi! Neredeydi bu parça? Ta uzaklarda bir kaç gömlek parçası buldu, o kadar. Yoktu. Tüm kanlı giysileri kucakladı ve tekrar evin girişine attı onları. Sonrasında tekrar dışarı çıkıp tüm civarı dolaştı. Köpeklerin gittiği taraftan ormana kadar gitti ama hiçbir şey bulamadı.
Kâğıdın eksik parçasını bulamama ihtimalini düşünmemeye çalışıyor, aklına geldikçe boğulacak gibi oluyordu ve bu esnada istemsiz olarak daha hızlı hareket ediyordu, delirmişti adeta.
Eve döndü, hızla kapıdan içeri girip tek tek giysi parçalarını aramaya başladı. Çıkartıp attığı kendi giysilerini bile arıyordu ama yoktu, yoktu işte.
Dünya başına yıkılmıştı. Cebindeki notu çıkartıp tekrar tekrar okuyor, kimisinde, “Belli ki seni seviyorum yazmış,” diyor, ama hemen sonra tekrar okuduğunda, “Sevmedim demiş ya galiba,” diyerek derin bir hüzne boğuluyordu.
Gece çökmüştü ve yine köpeklerin çok uzaklardan sesleri geliyordu.