HERCULE POIROT VE ART DECONUN DAYANILMAZ CAZİBESİ
Hercule Poirot, İngiltere’deki yaşamının büyük bölümünü Londra’da geçirdi. Myfair’de bir apartman katında oturdu. Ama onun dışında, İngiltere’ye ilk geldiği yıllarda ve yaşamının bir döneminde İngiliz kırsalında kaldığını da biliyoruz.
1916 yılında vatanı Belçika’dan ayrılıp Birleşik Krallık’a iltica eden Poirot, İngiltere’nin güneyindeki bir köye yerleştirildi. Yaşadığı yer hakkında fazla bilgimiz olmasa da burada Styless konağında işlenen bir cinayeti aydınlattığı malum. Bilinen ilk davası olan bu olayda savaş gazisi arkadaşı Yüzbaşı Hastings’le de karşılaşmış ve uzun yıllar sürecek olan birliktelikleri bu şekilde başlamıştı.
Poirot’nun diğer bir kırsal macerası ise Cranchester’den dokuz mil uzaktaki kurmaca King’s Abbot köyünde geçer. Kendisini emekliye ayıran dedektif, balkabağı yetiştirmek arzusuyla bahçeli bir köy evine yerleşir. Köyün ileri gelenlerinden Roger Ackroyd’un gizemli ölümü üzerine emekliliğini unutmak zorunda kalır. Yaşadığı ev hakkında fazla bir bilgimiz gene yok. Sadece hangi köyde olduğunu biliyoruz. Bir de bahçesinde balkabağı yetiştirmek için Poirot’nun çabaladığını.
Her iki kırsalda yaşadığı ev, artık bir Hercule Poirot referansı haline gelen ITV’nin Agatha Christie’s Poirot dizisinde ayrıntılı olarak betimlenmiştir. Her iki köy evinde en çok dikkatimizi çeken elbette dedektifimizin düzen ve intizam konusundaki aşırı hassasiyetidir. Özellikle King’s Abbot köyündeki evinde gördüğümüz milimetrik düzene hayran olmamak imkansızdır.
Yaşamının büyük bölümü Londra’da geçen Poirot’nun Myfair’de oturduğunu biliyoruz ama yaşadığı apartman hakkında fazla bir bilgimiz yok. Maalesef Agatha Christie, elli altı yıllık aktif yazarlık yaşamı boyunca, Hercule Poirot’nun yaşadığı ev hakkında bize çok az bilgi vermiştir. Her ne kadar zaman zaman bazı betimlemeler yapsa da bu, Arthur Conan Doyle’un Sherlock Holmes’ün evini betimlediği kadar ayrıntılı ve belirgin değildir.
Uzun yıllar, Agatha Christie’nin pek de cömertçe yapmadığı bu betimlemelerle sınırlı kalan hayal dünyamız, 1989 yılında başlayan Agatha Christie’s Poirot dizisiyle yeniden ışıldamaya başladı. Yirmi dört yıla yayılan dizi, Hercule Poirot’yu zihinlerimizde yeniden ve kalıcı biçimde cisimleştirdi. Zihnimize yerleşen, David Suchet’in canlandırdığı Hercule Poirot karakteri olmadı sadece. Yaşadığı ev, giydiği elbiseler ve kullandığı eşyalar da zihin galerimizdeki yerini aldı. Bugün artık Poirot dediğimizde nasıl ki o şekilli bıyıkları, pıtı pıtı yürüyüşü, bastonu ve aksanlı konuşmasıyla David Suchet gözümüzün önünde belirmekteyse, Poirot’nun evi dediğimizde de aklımıza ilk gelen, ihtişamlı bir art-deco ikonu olan Whitehaven Konağı’dır.

Art deco, iki dünya savaşı arasında, özellikle 1930’lu yıllara damgasını vuran bir sanat akımıdır. Ama onu bir sanat akımı olmaktan daha çok, görsel sanatlarda ve mimaride bir tasarım tarzı olarak tanımlamak da mümkündür. Bununla birlikte, 1930 ve 1940’lı yıllar boyunca mimariden mücevherlere, transatlantiklerden modaya, mobilyadan sinema salonlarına varıncaya kadar birçok ürünün tasarımını etkilemiş ve esin kaynağı olmuştur. Art deconun izleri Mısır ve Aztek uygarlığına kadar gider. Pürizm, ekspresyonizm, kübizm gibi modern sanatlardan da etkilenmiştir.

Mimaride en bilinen tasarımı Empire State ve Rockfeller Center binalarıdır. Art deconun ülkemizdeki en seçkin örneği ise İstanbul Radyoevi, Spor ve Sergi Sarayı, Ankara Garı gibi yapılardır. Art deco tasarımlar genellikle geometrik özellikler taşırlar. Bir başka önemli özelliği de simetri ve kusursuz biçimde yeniden üretimdir. Bu nedenle onu sanat dışı bir akım olarak değerlendirmek daha doğrudur. Modern, işlevsel ve cezbedici tasarımları çatısı altında toplayan art deco, bir bakıma kapitalizmin 1920’lerde ulaştığı zirvenin sanatsal olarak takdimidir. Bu nedenle başlangıçta objelerin üretiminde kullanılan pahalı malzemelerin yerini daha sonra bakalit, krom, çelik ve betonarme gibi sanayi ürünleri almıştır.

Agatha Christie’s Poirot dizisinin yapımcıları, 1920’lerle 1960’lar arasını kapsayan Poirot hikayelerini 1930’lu yıllara yerleştirmeye karar verince ister istemez iç ve dış mekansal arka fonu art deco tasarımlarından oluşturmaları gerektiğini de fark ettiler. Zengin bir art-deco mimariye sahip Londra’da Poirot’nun evi olarak gösterecekleri bir bina bulmaları bu nedenle zor olmadı. İkonik bir yapı olan Florin Court (dizideki adıyla Whitehaven Mansion) yeni elden geçirilmiş dış cephesiyle yapımcıların kolayca onayını almayı başardı.
Çekimi yirmi dört yıl süren dizi boyunca Florin Court’ta Poirot’nun evi olarak iki ayrı daire kullanıldı. Bu, seyirciye söylenmedi ama dikkatli izleyiciler aradaki farkları görebildiler. 1989’da binanın set olarak kullanılmasına karar verilince yapımcıların ilk işi, kırk sekiz saat aralıksız dış cephenin çekimini yapmak oldu. Bunun sebebi, ön cephede meydana gelebilecek değişikliklere karşı bir önlem almaktı. Nitekim, 2013’te ikinci katta çıkan bir yangın binanın ön cephesinde önemli bir hasara sebebiyet verdi. Orijinal malzemelerin temin edilerek hasarın giderilmesi ve restorasyon çalışmaları iki yıl sürdü. Bu kaza çekim esnasında meydana gelseydi önemli aksamalara yol açabilirdi. Bu gibi aksaklıkları bertaraf etmek için sözünü ettiğim iki günlük çekimler yapıldı ve yirmi dört yıl boyunca kullanıldı.
Poirot’nun dairesinin ayrıntılı bir planını çıkarmak neredeyse imkansız. Girişte bir hol olduğu kesin. Hemen sağ tarafta Miss Lemon’ın ofisi, karşıda ise, Poirot’nun çalışma masasının yer aldığı, konuklarını kabul ettiği ve yemek yediği salon var. Bundan sonrası ise biraz karışık. Pek çok meraklı, dairenin planını çıkarmak için çaba harcamış olsa da ortaya tatminkâr bir sonuç çıkmamış. Gene de bu iki oda dışında bir banyo, bir mutfak bir de yatak odası olduğunu da biliyoruz. Ayrıca, arkadaşı Hastings’i ağırlaması sebebiyle fazladan bir yatak odası daha olmalı.

Poirot soğuktan nefret eden biri. Bu nedenle dairesi her zaman aşırı sıcak. Serin evlerde oturmaya alışkın İngilizler için tahammül edilemez bir durum. Bunu, dizinin Hickory Dickory Dock bölümünde Japp’i izlerken görürüz. Karısı Fransa’da olduğu için, Poirot’nun davetini kabul edip onun dairesinde kalmaya başlayan Japp, evin içindeki bunaltıcı sıcaktan uyuyamaz. Uykusuz geçirdiği gecenin ardından, Poirot’ya teşekkür edip yıldırım hızıyla soğuk bekâr evine geri döner. O gece Japp sayesinde, Belçikalı dedektifin banyosunu da ayrıntılı bir biçimde görme şansını elde ederiz. Burada en fazla dikkatimizi çeken ayrıntı, Japp’in musluk olduğunu sanıp su içmeye çalıştığı bide olur.

Resim çerçeveleri, seramikler, banker lambası, halı, kapı camları, koltuk yüzeyleri gibi onlarca art deco tasarımın fonda yer aldığı dizi filmin diğer mekanlarında da durum farklı değildir. İngiltere dışında ve malikanelerde geçen bazı maceralar hariç tutulursa, Poirot’nun göründüğü her yerde bu akımın çizgileriyle karşılaşırız. Art deco mimari ve dekorasyon kaldığı otellerde, ziyaret ettiği zengin burjuvaların konaklarında, yazlık evlerde, fabrika binalarında, havaalanlarında, hastanelerde daima karşımıza çıkar.

Dizinin yapımcılarının doğru bir tercih yaptıkları kanısındayım. Zira, bence, art deco yapılar ve objeler, tam da Hercule Poirot’nun karakterine ve saplantılarına uygun bir beğeniyi yansıtıyorlar. Yuvarlaklıklardan nefret eden, simetriye, intizama ve lükse düşkün biri için son derece cazip tasarımlar bunlar. Agatha Christie’nin bir söyleşisinde, art deconun Hercule Poirot için fazla lüks kaçtığını söylemesine rağmen, dizi filmde karakterle mekansal tasarımın uyumu açık bir şekilde görülmektedir. Agatha Christie’s Poirot dizisi, 1930’ların muhteşem art deco objeleri, mimarisi, dekorasyonu, elbiseleri ve saç modelleri ile izleyicilerinin ve özellikle Hercule Poirot hayranlarının hayal dünyalarında kolay kolay silinmeyecek bir iz bırakmıştır.