Yeni Sayı Çıktı!

En son hikaye, röportaj ve yazıları şimdi tıklayıp ücretsiz okuyabilirsiniz!

Yeni Sayı Çıktı!

En son hikaye, röportaj ve yazıları şimdi tıklayıp ücretsiz okuyabilirsiniz!

Hikaye: Pazar Banyosu

Diğer Yazılar

KAMBUR

KAYIP

BİR EFSANE BİR CİNAYET

Güneş Barguş
Güneş Barguş
1990 yılı ekim ayının 17’sinde Salihli ‘de dünyaya gözlerini açan yazar: Ehh, madem sonbaharda dünyaya geldim hüzün mevsimi deyip ağlamaya başlamıştır. Bakmış ki ağlamakla olmuyor yazmaya başlamıştır. Yazdıkça yaşamayı büyük bir arzuyla istemiş ve sevmiş bir kız çocuğuna dönüşmüştür. Hüzünlenmiş yazmıştır, mutlu olmuş yazmıştır, sevmiş yazmıştır, acıkmış yazmıştır, susamış yazmıştır, ayağı taşa takılsa dahi yazmıştır, şu sevgili dünyada en iyi yapabildiği şeylerden birisi yazmaktır. Edebiyatla kalmak adına Anadolu Üniversitesi Edebiyat bölüm öğrencisidir. Van Şairler ve Yazarlar Derneği’nin düzenlediği hikaye yarışmasında “Berelenmiş Onurlar” adlı hikayesiyle birincilik ödülünü almaya hak kazanmıştır. Uşak Üniversitesi Eğitim Fakültesi’nde eğitim gören yazar, şu anda Van/ Erciş’te sınıf öğretmenliği yapmaktadır.

Mukaddes, Mukaddes!

Allah aşkına beni duyuyor musun minik serçem? Neredesin, bir ses versen seni bulacağım. Demek, balkondasın. Söyleseydin ya makineden çıkan çamaşırları birlikte sererdik. Hadi, çekil sen, ben devam ederim. Mezarlık manzaralı arka balkonumuza ben çamaşırların geri kalanını sererken Mukaddes de ikimize bol köpüklü bir kahve yapmak için mutfağa gitti.

Bu oturduğumuz evin arsasını yirmi yedi yıl önce aldım. O zaman tabii, buralar metruk araziydi, in cin top oynuyordu, kimsecikler yoktu. Mukaddes’in o gün bana söyledikleri dün gibi aklımda: “İyi mi yapıyoruz İsmail, mezarlık karşısından arazi almak uğursuzluk getirir, derler. Hem şehre de çok uzak buralar; kasvetli, insanı sıkan bir havası var. Şu çam ağaçlarının bolluğunu da sevmedim, dallarıyla insanı çekip alacakmış gibi geldi.” O gün Mukaddes’i dinleyip de almasaydım bu arsayı, şimdi bu beş katlı apartmanın yerinde yeller esecekti. Gerçi yaz aylarında çoluk çocuk, torunlar hepsi bir tatile gidince ıssızlaşıyor buralar ama alıştık artık, o kadar kusur kadı kızında da olur nihayetinde.

Biz köpüklü kahvelerimizi yudumlarken bir elime de kumandayı alıp kanalları dolaşıyorum. Mukaddes, bunu yapmama çok sinir olsa da bir şey demiyor çoğu zaman. Ama bu kez dayanamayıp: “ Bir kanalı aç da onu izleyelim, kanal kanal dolaşmak da noluyormuş,”deyiverdi. Bu işin zevki burada canım, biraz yemek programında acıkır gibi olunca hoop evlilik programı, kızlar taliplerini beğenmeyince en iyisi hayvan belgeseli, bakıyorum ki hayvanlar çok hır gür yapınca biraz polisiye bir dizi derken akşam oluyor.  Yaşlılık da böyle bir şey işte: önceleri merdivenleri hızlı hızlı çıkıyordum, yetmişe üç merdiven kala ayağımın tekini üst merdivene atamaz hale geldim. Mukaddes, sevgili karıcığım, benden üç yaş küçük olmasına rağmen onun durumu da benden farklı değil ama idare ediyoruz. Apartmanın alt katı bizim, üst katları çocuklara verdik.  Yetişemediğimiz işlerde çocuklar, sağ olsun, gelip yardımcı oluyorlar. Bir de torunlar var, görmeniz lazım o kadar tatlılar ki insanın çocuklardan öğreneceği birçok şey olduğunu torunlarım olunca daha iyi anladım.

Kapı aniden, gürültülü bir şekilde çaldı: güm, güm güm. Bizim büyük oğlanın karısı, en sevdiğim gelinim Zehra, akşam için yemek getirmiş bize ama elinde tepsi olduğu için beş yaşındaki torunum Nilay kapıyı yumruklayarak çalmış.

Kapıyı açar açmaz, Zehra yüzündeki büyük gülümsemeyle: “Baba napıyorsun akşama kadar evde, hiç sesin soluğun da çıkmıyor,” dedi ve terliklerini çıkarıp içeri girerken ekledi: “Gün içinde biraz yürüyüş yapsan senin için iyi olur,” mutfağa doğru yönelirken de “Bak yarın ben evi temizlemeye gelicem sen de ben evi temizlerken biraz yürüyüş yaparsın,” diye ekledi neşeli ses tonuyla.

Nilay da o masum ve ince sesiyle annesini onayladı: “Evet, dede hep evdesin, oyuncakların da yok ki senin; neyle oynuyorsun bütün gün?”

“Benim güzel kızım, sen varsın ya oyuncaklarım olmasa da olur, arada geliyorsun ya içimde çiçekler açıyor bir bilsen,” dedim konuştukça kırılan ses tonumla ve derin bir iç çekeceğimi kendim bile bilmezken.

“Bak senin için imambayıldı yaptım, sen seversin,” derken yaptığı yemeği mutfak dolabından uygun bir tabak bulup ona boşaltıyordu. Yemeği boşalttıktan sonra bana dönerek: “Biz gidelim, sen de soğutmadan yemeğini ye, yarın gelicez zaten,” dedi. Gideceklerini anlayan Nilay da annesinin elini tutmuş gitmeye hazırlanıyor gibiydi.

Onları kapıdan geçirdikten sonra pencereme, batan günün son ışıkları vuruyordu ki içime bir yürek sızısı düştü. Onca yılın nasıl geçtiğini hiç anlamamışım çalışmaktan. Bir bakmışım evlenmişim, bir bakmışım çocuklarım olmuş, bir de bakıyorum ki torun seviyorum. Şu hayatta en iyi yaptığım şey Mukaddes’le evlenmek oldu. Bu hoşgörüyü, bu anlayışı, bu sıcaklığı başka kimseciklerde bulamazdım. Yıllar geçse de üstümüzden Mukaddes’im hep aynı kaldı. O, ömrü hayatını bana ve çocuklarımıza adadı. Hayat boyu sırdaşım, can yoldaşım oldu. Ne yapsam onun hakkını ödeyemem…

İçeride uzanan Mukaddes’e seslendim: “ Minik serçeeem, bak Zehra yemek getirmiş bize,” İki üç dakika sonra ancak mutfağa gelebildi Mukaddes.

Pek mahcup bir edayla: “Aşk olsun İsmail Bey, beni neden çağırmadın, ayıp oldu Zehra’ya şimdi. Annem geldiğimi gördü de kalkıp gelmedi, diye düşünecek. Hayy Allah ! Napsak acaba?” dedi sitemkâr ses tonuyla.

Üzülme sen minik serçem, yarın temizliğe gelecekmiş o zaman söylersin, diyerek endişesini biraz olsun bastırdım. Sonra da “Hadi sen çayı koy da yemekten sonra şöyle karşılıklı sıcacık bir çay içelim, içimiz ısınsın,” diyerek muhabbeti değiştirdim.

Gözlerimi açar açmaz, pencereyi açıp sabahın berrak havasıyla misler gibi çam kokusunu içime çektim. Tam yatak odamızın karşına denk gelen ve mezarlıkla sokağı ayıran, biraz alçakça yapılmış duvarın arka kısmında yani mezarlıktan olan kısmında çam ağaçları bulunuyordu. Benim için anlayışın ve hoşgörünün timsali olan bu ağaçları görünce derdimi ve kederimi unutuyordum, aynı bir dost gibiydi benim için onlar. Ama Mukaddes için böylesine sıralanmış bu ağaçlar, kasvetli ve can sıkıcıydı.

 

Kapı aniden, gürültülü bir şekilde yine çaldı: güm, güm güm. Bu kez Zehra’nın elinde kırmızı renkte ve yeterli büyüklükte bir temizlik kovası, yerleri silmek için paspas ve renkli birkaç tane toz bezi olduğu için Nilay kapıyı yine aynı tarzında yumruklayarak çalmıştı.

Neşeli ses tonunun emrivaki nüanslarıyla birlikte: “Hadi baba sen de doğru yürüyüşe,” dedi içeri girerken.

“ Tamam kızım ben de çıkıyorum, sırtıma ceketimi alayım, hemen çıkıcam.”

“Babaa,” dedi bu sefer ürkek ses tonuyla “Şu kapalı odanın anahtarını versen de oranın da bir tozunu alsam.”

“ Sen diğer yerleri temizlersin kızım, orayı ben hallediyorum, biliyorsun,” deyip anahtarımı da alarak kapıyı yavaşça çekip çıktım.

Mezarlığın çevresinde turlarken zamanın nasıl geçtiğini anlayamıyorum. Yirmi dönümlük bir alan, on bine yakın mezar, oymalı mezar taşları, taşların kabartmasındaki detaylar, üzerindeki kişisel mesaj ve dualar,  açtığında ölen kişilerin mutlu olduklarına inandığım mezarlık çiçekleri, ölen kişinin adı, doğum tarihi, ölüm tarihi, kaç yıl yaşadığını hesaplayacağım derken zaman akıp gidiyor.

Kaç saat geçti bilmeden eve süzüldüğümde Zehra ile Nilay gitmiş, evi ise hafif bir çamaşır suyu kokusu kaplamıştı. Geldiğimde Mukaddes Hanım’ı yorgunluktan sere serpe uzanmış buldum.

“ Mukaddes Hanım; temizlik nasıldı, neler yaptınız?” diye sordum minik serçeme.

“İyiydi, iyiydi ya bu yaştan sonra vücut kaldırmıyor artık.”

“Yerinde duramadığından oluyor hep bunlar, bıraksaydın Zehra yapardı her şeyi.”

“ O yaptı zaten çoğu şeyi, benden geçmiş nerde o iş bitiricilik, tez canlılık ?”

“Üzme o tatlı canını sen, olur gider her şey.”

Günün son pembemsi ışıkları altında akşam yemeğimizi sessizce yedikten bir süre sonra uykunun davetkâr kollarına bıraktık kendimizi.

Pazar sabahına uyandığımda, arsızca içeri sızmaya çalışan gün ışığını gördüm, yatağımdan kalkıp perdeleri çekerek içeri girmesine izin verdim. Kapının çalındığını işittiğimde elimi yüzümü yıkamıştım. Uzun ve dar koridordan geçerek kapıyı açtığımda Zehra karşımda dikiliyordu.

“Baba biz alışveriş merkezine gidiyoruz. İstediğin bir şey var mı ?”

“ Biraz mevsim meyveleri, biraz yeşillik, peynir, zeytin işte kızım alırsınız bir şeyler. Haaa, bir de şu orta odanın ampulü patladı, bir tane de ampul alıver sana zahmet.”

“Tamam baba, aklına başka bir şey gelirse ararsın bizi.”

Zehra gidince Mukaddes Hanım’la biz de banyoya geçtik. Banyo günümüzü pazar günü yaptık, çocuklar alışverişe gidince ortalık sakinleşiyor eve giren çıkan olmuyordu. Bir yaştan sonra banyo yapmak bile meşakkate dönüşüyor. Sırtıma elim yetişemiyor ki güzelce kendi kendimi keseleyeyim ama Mukaddes Hanım yapınca tüy gibi hafifliyorum. Pikaba da plağı koymuştum odadan banyoya gelen Zeki Müren’in sesi:

“Elbet bir gün buluşacağız,

Bu böyle yarım kalmayacak

İkimizin de saçları ak,

Öyle durup bakışacağız,” diyordu.

Tam da şarkının bu yerinde öylece durup bakışmıştık. İkimizin de saçları aktı, gerçi Mukaddes’in saçları dökülmüştü artık, yüzü de epeyce solgundu ama olsun halâ çok güzeldi. Her şey tamamdı artık banyo yapabilirdik ama açık olan banyo kapısının önünde bir karaltı belirdi ve başımı çevirip baktığımda Zehra’yla göz göze geldik.

“ Baba, maaş kartını almayı unutunca geri döndüm, yedek anahtarla kapıyı açtım ,o kadar seslendim yine de duymadın, son ses müziği de …” demesine fırsat kalmadan boğazı yırtılırcasına çığlık attı.

“Baa, baa baaa, aaaaaaaaa”

“Zehra, Zehraaa! Ne vardı bu kadar bağıracak, ah be kızım!”

Zehra beni duymuyor gibiydi,  gözlerini Mukaddes’e dikmiş bakıyor, aynı zamanda üst dudağı dahil tüm bedeni titriyordu. Sanki başı dönüyormuş gibi duvara tutundu, banyoda yankılanan sesimi gittikçe duyamaz hale gelip bir süre duvara yapışık halde durdu sonra göz kapakları düştü ve onun için dünya silikleşti. Tutunduğu duvardan aşağı yıkılıverdi.

Zehra, Mukaddes’i uzun zamandır görmüyordu çünkü Mukaddes ölüydü. Ben Mukaddes ile Zehra arasında bir yerde durup öylece kalmışken hayatımın en güzel anları ruhumun bulanıklığıyla birlikte zihnimde dolaştı.

Bundan iki ay önceydi, mezarlığa gittiğimde saat gecenin üçünü gösteriyordu. Bizim sokağı mezarlıkla ayıran alçakça yapılmış duvardan elimdeki kürekle atlayıp bulmak istediğim mezarı aramaya başladım. Çok uzakta sayılmazdı, iki gün önce gömüldüğü için üzerinde canlılığını yitirmemiş çiçekler ve iki çelenk olması gerekiyordu. Mezarlığı bulduğumda içimi garip bir heyecan kapladı, başka bir havada nefes alıp veriyordum artık daha hızlı ve daha hırslıydım. Çam ağaçlarının koyu gölgesi, sokak lambası ışığını perdeleyerek mezarı kuytuya düşürmüştü. Yapışık, nemli, tenha ve sıcak bir geceydi.  Delirmişçesine toprağı kazmaya başladım. Mukaddes’im buralarda bir yerlerde olmalıydı. Karanlıktan da çok korkar benim minik kuşum, iki gün ayrı kaldık ya çok özlemiştir şimdi beni, diye diye mezarı kazdım. Kefene sarılmış incecik bedenini kollarıma aldığımda kuş gibi hafiflemiştim. Tuttuğum gibi Mukaddes’i çam ağacının dalları arasına sıkıştırdım. Mukaddes’in karnı ile iki dal birleşmiş, başı aşağı gelmişti.

O sırada Mukaddes kafasını yukarı kaldırıp sitemkâr ses tonuyla: “ İsmail nerde kaldın iki gündür seni bekliyorum.” deyiverdi.

“Ancak gelebildim minik serçem.”

“Acele et kocacım, bir an önce aşk yuvamıza götür beni.”

Beyaz kefeni toz toprak olsa da ağaçta o kadar güzel duruyordu ki aynı gece kuğusu gibiydi. Bir süre hayranlıkla izledim: salınıyordu, sallanıyordu. On iki metrelik kefene sarmıştık onu, bu sıcak havada terleyecekti. Eve götürüp üzerini değiştirmeliydim, beyaz ya kiri çabuk gösteriyordu. Sonra bir anda kendime geldim: Vakit kaybetmeden mezarı tekrar kapatma işine girişmeliydim. Duyulmasından korkmasam, mezarı ıslık çalarak kapatırdım ya da şöyle keman çalmayı bilseydim belki daha romantik olabilirdi. Dalda salınan Mukaddes’i sırtıma attığım gibi evin yoluna koyulduk.

“Görüyor musun Mukaddes, çam ağaçları dostluğunu gösterdi bize.” dedim çam ağaçlarının dökülmüş iğne yapraklarını ezerken.

“Aman İsmail, ne dostluğu, dalda sallanırken hiç rahat değildim üstelik çam ağaçlarının yaprakları her yerime battı.”

“Az kaldı Mukaddes’im eve gidince rahat ederiz.”

Eve gidene kadar gelecek güzel günlerin hayalini kurduk. İki gün önce ne kadar ağladıysam o gece de o kadar kuru ve çatlak bir şekilde kahkaha attım.

Eve geldiğimizde Mukaddes’in üzerindeki kefeni çıkardım.

İki gün geçmesine rağmen karnı açılmıştı.

“Mukaddes noldu karnına neden böyle açıklık var?” diye sormadan edemedim ve onu öyle görünce istemsizce bir hüzün çöktü üzerime.

“En son bizim oğlanların doğumunda sezaryenle açılmıştı,  nostalji olsun diye karnımı açtım, sakın üzülme İsmail, ”diyerek içimi rahatlattı.

Açılan karnını bir bıçak yardımıyla kestikten sonra iç organlarını çuvallara koymaya başladım.

“Kocacım ne iyi yapıyorsun iç organlarımı çıkarmakla, hep yüktü bunlar bana şimdi kuş gibi hafiflemiş hissedeceğim kendimi.”

Garip bir koku odayı doldurmuştu, pencereyi açtıysam da inatçı bir koku olduğundan tam olarak çıkmıyordu.

“İsmail, iç organlarımın bulunduğu çuvalı burdaki çöp tenekesine atma, mahallemizde koku yapar. Başka bir yere atarsın hem köpekler falan da yer, belki sevap olur.”

Bedeninin bütün zerreleriyle benimle olmasını istesem de artık Mukaddes’in içi koftu. Peki, şimdi ne yapacaktım? Mukaddes’in sesiyle tekrar kendime geldim.

“Geçen gün hayvan belgeselinde izledik ya onun adı neydi? Hani ölünün bozulmaması için yapılan işlemin adı?”

“Sen tahnitten bahsediyorsun,” dedim heyecanla.

“Odunluktan bir koşu reçine takımına al da gel o zaman.”

Odunluktan alıp geldiğim reçine takımıyla Mukaddes’i reçinelemeye başladım.

“İsmail itinayla beni reçineliyorsun da bu koku üzerimden nasıl çıkacak ?”

“Sen onu bana bırak hatta sen kendini bana bırak Mukaddes,” dedim kendime güvenen ses tonumla.

Mukaddes’i kokusundan arındırmak için o eşsiz ve bana onu hatırlatan kokusunu sıkmaya başladım. Bu işlem bittikten sonra artık Mukaddes hazırdı. Elbiselerinden en güzelini seçtikten sonra üzerine giydirdim, saçlarını taradım, ojelerini sürdüm ve yüzüne makyaj yaptım. Hem bu dünyada hem de öteki dünyada varlığı olacaktı artık. Bu küçük ve karanlık odaya da soğutucu koyarak ona mezardan daha soğuk bir yer, mezardan daha karanlık ve mezar kadar küçük ve dar bir yer hazırlamış olsam da Mukaddes artık benimleydi. Elbet bir gün buluşmamıza gerek kalmamıştı. Mezarlığa onu almaya gitmeseydim asla beni affetmezdi, onu yalnızlığa mahkûm etmediğim için kendimle ve o da benim onu mezarlıktan almamı beklediği için aşkımızla gurur duyuyorum.

Zehra hafiften gözlerini araladığında ağzından belli belirsiz: “Sen n’aptın böyle? N’aptın sen ?” gibi bir şeyler mırıldanıyordu.

“Kızım annenle anlattık ya olan, biten her şeyi daha niye sorup duruyorsun?”

Aslında bu olayların çıkış noktasını Nilay başlatmıştı. Mukaddes’in öldüğü gün Nilay yanımda oyuncak bebekleriyle oynarken: “Artık hiç hasta olmayacaksınız çünkü size ben bakacağım, böyle saracağım sizi sıkı sıkı,” derken uzun beyaz bir örtüyle sardığı bebeklerini ayağında sallıyordu. Sonra da : “ Hiç ayrılmayacağız artık benim güzel bebeklerim,” derken de oyuncak bebeklerine sarılmış bir o yana bir bu yana sallanıyordu.

“Nilay oyuncak bebeklerinden ayrılmıyorsa ben de ayrılmam Mukaddes’imden,” dedim kendi kendime ve “Mukaddes’in beni orda beklediği aklıma geldi. Nasıl olmuştum da düşünememiştim. Üstelik boşu boşuna üzülmüştüm.”

Kırk üç yıllık karım o benim: gençliğim, yıllarım, gözlerimde yaşım, gülüşlerim, ümitlerim, kederlerim, canım o benim. Öylece hiçbir şey olmamış gibi gidişini mi kabullenecektim? Yok, öyle yağma.

“Evet kızım baban haklı, bak gül gibi geçinip gidiyoruz işte,” dedi Mukaddes yüzündeki o güzel tebessümle.

Önceki İçerik
Sonraki İçerik

En Son Yazılar

EDİTÖRDEN

SUÇÜSTÜ

GECE YOLCUSU