Yeni Sayı Çıktı!

En son hikaye, röportaj ve yazıları şimdi tıklayıp ücretsiz okuyabilirsiniz!

Yeni Sayı Çıktı!

En son hikaye, röportaj ve yazıları şimdi tıklayıp ücretsiz okuyabilirsiniz!

İnteraktif Hikaye: Oyuna Davet! – 2. Bölüm – Süleyman Topal Versiyonu

Diğer Yazılar

Dedektif Dergi
Dedektif Dergihttps://dedektifdergi.com/
En çok aldığımız sorulardan biri, Dedektif’e yazı gönderebilir miyiz? Evet, elbette bize konusu polisiye olan öykülerinizi ve gene polisiye üzerine yazılmış denemelerinizi, incelemelerinizi, kitap/film eleştirilerinizi ve makalelerinizi gönderebilirsiniz. Öykü ve yazılarınız yayın kurulumuz tarafından değerlendirildikten sonra dergimizde yayınlanacaktır.

Bizimle bir oyuna var mısın?

Bu öyküyü birlikte yazmaya ne dersin?

Lütfen ilk iki bölümü dikkatle oku ve üçüncü bölümü sen yaz!

Detaylar bölümün sonunda!

Yazılanları hızlı bir şekilde bir kaç defa daha okudu. Mektup zarfını evirdi çevirdi, OYUNA DAVET yazısını incelemeye koyuldu. Kalbi yerinden fırlayacak gibiydi. İyi de, ne oyunuydu bu? Neden kendisine gönderilmişti? Sakinleşmeye çalışarak sandalyeye oturdu. Yazılanları tekrar bir defa daha okudu yutarcasına.

İsmi ile hitap ediliyordu her şeyden önce. Öyleyse kendini tanıyan birinin işi olmalıydı. Hayatını değiştirmekten söz ediyordu. Derin bir iç çekti. Sahi neleri değiştirmek isterdi hayatında? Önce oturduğu evi mesela; her zaman üst katlarda geniş bir dairede oturmayı hayal etmişti. Şöyle bir yaz gecesi balkon sefası yapmayalı kaç yıl olmuştu? Şimdi oturduğu evde imkânsızdı bu.

Zihnini toparlamaya çalışarak tekrar elindeki nota baktı. Kim olabilirdi bunu yazan? İhtimalleri düşünmeye koyuldu. Öncelikle zarf iş yerine değil de evine getirilmişti. Getirilmişti, çünkü mektubun üzerinde pul ya da resmi bir mühür yoktu. Bu da yazanın evini bildiğini gösterirdi. Notta yazılanlarda düşünüldüğünde, zarfı hazırlayanın kendisini yakından tanıdığı kesindi. Şimdi yapılacak iş ‘Oyuncu’yu bulmaktı. Ona ‘Oyuncu’ demeye karar verdi. Yakın çevresindense, kim olabilirdi peki? İlk akla gelen ihtimal yaşadığı apartmandan olmasıydı Oyuncu’nun. Sevmeyeni var mıydı bilemiyordu apartmanda, ama düşmanı yoktu bildiği kadarıyla. Osman sessiz sakin bir adamdı, öyle etliye sütlüye karışanlardan değildi. Komşuları içinde en çok konuştuğu insan yönetici Selçuk Bey’di, o da aidat zamanları üç beş hal hatır sormadan öteye geçmezdi. Diğer apartman sakinleri ile karşılaştıklarında sadece selamlaşırlardı, o kadar. Apartmandan birinin olma olasılığı düşüktü yani.

Peki, öyleyse kim? Yarım kalan bardağını sıkıntıyla bir dikişte bitirdi. İş arkadaşları şaka yapmış olabilir miydi? Öyleyse, eşek şakasıydı bu. “İnşallah öyle değildir, yoksa ben ne yapacağımı bilirim,” diye söylendi sıkıntıyla. Bir bardak daha rakı doldurdu. Bardaktan bir yudum aldı. Arkadaşları neden böyle bir şey yapsındı ki? Bir defa, onlarla hiçbir zaman samimi olmuş değildi. Gerçi sulu şakayı seven adamlardı, ama insanın birine şaka yapması için birazcık da olsa senli benli olması gerekmez miydi? Hem gözlemlediği kadarıyla iş arkadaşlarının kendisine acımayla karışık bir saygıları vardı. Kimi zaman bunun üzerine çok düşünmüş, onlara kızmak bir yana, hak verdiği yanlar da olmuştu. Acıyorlardı, çünkü onların sık sık kendi aralarında kullandığı tabirle, ot gibi yaşıyordu. Kurumda yapılan hiçbir etkinliğe katılmadığı gibi arada sırada iş çıkışı kendisine yapılan birkaç kadeh içip muhabbet etme tekliflerini dahi bir bahane ile geri çevirmişti. Zamanla da bu tekliflerin arkası kesilmişti doğal olarak. Saygı duymalarının nedeni ise bunca yıllık polis memuru olmasına rağmen, yükselemediği halde, işindeki ciddiyetinden ve titizliğinden bir şey kaybetmemiş olmasıydı. Oysa kendi akranlarından çoğu komiser, başkomiser olmuş, hatta bazıları emniyet amirliğine kadar yükselmişti. Kendisi ise ilk göreve başladığı gibi masa başında evrak işlerine bakıyordu hâlâ. Amirlerinden hiç biri onu sahada görevlendirmeyi düşünmemişti. Bunu sessiz sakin kişiliğine, biraz da vücut yapısının zayıf olmasına vermişti hep. Mesleğe başladığı ilk zamanlar bu durumdan rahatsız olup saha görevi istemeyi düşündüğü anlar olsa da evlenince, özellikle de çocuğu olunca, eşine ve çocuğuna aşırı düşkünlüğünden istemeyerek de olsa durumunu kabullenmiş, ses çıkarmamıştı. Sahada olmak, risk demekti ne de olsa.

Bardağından büyük bir yudum daha içti sıkıntıyla. Dalgın dalgın önündeki zarfa ve içinden çıkan yazıya bakmaya başladı, dirsekleri masada, başı iki elinin arasında olduğu halde. Kolay sarhoş olan biri değildi, ama yaşadığı duygu yoğunluğunun da etkisi ile masada sızdı kaldı.

Uyandığında saat 09.00’a geliyordu. Kafası kazan gibiydi. Saatine bir daha baktı, kahretsin işe geç kalmıştı. Uzun bir süre sonra ilk defa işe geç kalacaktı. Hızlı bir şekilde lavaboya girdi elini yüzünü yıkadı. Temiz pantolonlarından ve gömleklerinden alarak çabucak ütüledi. Elbiselerini değiştirip mektup ve zarfı da alıp sokağa attı kendini. İşyerine gelip odasına girdiğinde saat 10.00 olmuştu neredeyse. Selam verdi ve masasına oturdu. İş arkadaşlarının birbirine bakıp anlamlı anlamlı sırıtmaları gözünden kaçmamıştı. İçlerinden daha tecrübeli olan Hasan, “Osman Bey, iyisiniz değil mi, bir sorun yok ya?” diye sordu. “İyiyim, teşekkürler, akşam biraz fazla kaçırmışım,” diye cevap verdi Osman. Daha fazla soruyla muhatap olmamak için dosyalarını açtı, işe koyulmuş gibi yapmaya çalıştı. Ama aklı cebindeki zarfta ve içinden çıkan nottaydı.

Mesai arkadaşlarını çaktırmadan şöyle bir süzdü. Acaba bunlar olabilir miydi? Tavırlarında şüphe uyandıracak bir şey yoktu. Hasan otuzlu yaşlarında hareketli ve geveze biriydi. Lakabı ‘Ulubatlı’ idi. Atılgan olduğu için arkadaşları bu lakabı vermişlerdi ona. Ama bu pek olumlu anlamda bir atılganlık ve cesaret sayılmazdı. Nerede karmaşık bir iş var, araştırmadan incelemeden üzerine atlar, sonunda da eli boş ve mahcup olarak geri dönerdi. Büyük bir olay çözüp, kendi deyimiyle kurumda ‘efsane’ olmaktı hayali. Ama pek başarılı olamamıştı şu ana kadar. Diğerinin adı Batuhan’dı. Ona da ‘Batu’ diyorlardı. Polis Akademisi’ni yeni bitirmiş, ilk olarak bu karakolda göreve başlamış, hevesli ve biraz da kendini beğenmiş bir gençti. Çok yakışıklı olmamakla birlikte, kendisini öyle zanneden, havasından geçilmeyen tiplerdendi. Bir de bütün kızların üniformalı erkeklere bayıldığı gibi bir izlenimi vardı. Olmayan çapkınlık hikâyelerini anlatır, bununla da övünürdü. Yine heyecanlı heyecanlı bir şeyler anlatıyordu Hasan’a. Arada kıkırdamalarından, anlattığı şeyin yine sözde bir çapkınlık hikâyesi olduğu belliydi. Arkadaşlarının tavırlarından bu işle bir ilgilerinin olmadığı kanaatine varınca, sevinsin mi üzülsün mü bilemedi. İhtimallerden biri elenmişti, ama diğer taraftan elle tutulur bir ipucu yoktu ortalıkta.

Akşam zarfın ve kâğıdın üzerindeki parmak izlerini aldırmayı düşünmüştü, ama sonra bundan vazgeçti. Çünkü birincisi, kâğıda kendisi de dokunduğu için büyük ihtimalle izler birbirine karışmıştı. İkincisi ise böyle bir şeyi arkadaşlarına ve amirlerine nasıl anlatacaktı? Bunca yıllık ağırlığı vardı kurumda. Gülünç duruma düşüp alay konusu olmak istemiyordu. Sıkıntıyla başını sağa sola sallayıp derin bir iç çekti. Keşke akşamki şişeden dolu bir tane de burada olsaydı, “Buz gibi bir bardak ne iyi giderdi,” diye düşündü, gülümsedi. Arkadaşlarının bir süredir kendisini merakla izlediklerini fark edince toparlandı ve dosyalarına geri döndü.

İş çıkışı dolmuş durağına doğru yürürken çevresinden geçen insanları daha dikkatli süzmeye başladığını fark etti. Anlaşılan bilinçaltı hala şüpheli aramakla meşguldü. Dolmuştan inip on dakika sonra apartmanın dış kapısından girdiğinde, ilk işi yeni bir zarf olabilir mi düşüncesiyle posta kutusuna bakmak oldu. Bir kaç dönerci ve pizzacı broşüründen başka bir şey bulamadı. Hayal kırıklığına uğradığını fark edince gülümsedi. Galiba bu oyun fikri onu sarmaya başlamıştı. Evin dış kapısını açarak içeri girdi. Anahtarı her zamanki yerine fırlattı. Damat terliklerini giydi. Çubuklu pijamalarını üzerine geçirerek mutfağa yöneldi. Ocağa çay suyunu koydu, her zamanki tostundan yaptı. Mutfak masasına oturdu, çayın demlenmesini beklemeden tostunu hızlıca yedi. Üzerine de bir bardak su içti. Cebinden mektup zarfını ve notun yazılı olduğu kâğıt parçasını çıkardı masanın üzerine koydu. Herhangi biri dalga geçmek amacıyla böyle bir şaka hazırlamıştı anlaşılan, posta kutusundan da bir şey çıkmadığına göre. Akşamdan beri telaşlı hali gözünün önüne geldikçe gülümsüyordu şimdi. Amma da ciddiye almıştı. Az daha ortalığı velveleye verecek, gülünç duruma düşecek, böylece oyunu hazırlayanlar da amacına ulaşıp kıs kıs güleceklerdi. Çok şükür ki kimseye anlatmamıştı. Yine de içinde bir yerlerde durumun daha ciddi olduğuna dair bir inanç vardı, ama üzerinde durmadı. Bir şey varsa zaten Cumartesi belli olurdu. ‘Gidecek miyim?’ diye düşündü. Mantıklı olan tabii ki gitmemekti. Ne gibi bir durumla karşılaşacağını henüz bilmiyordu. Tehlikesi bir yana,  bu bir şaka bile olsa, aptal durumuna düşmek istemezdi. Dalgın dalgın nota bakarken gözü, ‘’Peki, buna gücün ve cesaretin var mı?’’ cümlesine takıldı. Cümleyi bir kaç kere daha okudu içinden. Güç ve cesaret bu hayatta eksikliğini en fazla hissettiği duygulardı. ‘Gücüm ve cesaretim olsa belki daha farklı bir hayatım olurdu,’ diye düşündü. Tahrik edici bir cümleydi bu kendisi için, ama kabul etmek gerekir ki hedefini de bulmuştu. Belki de ilk defa cesur olmalı, olayların içine balıklama dalmalıydı. Derin bir iç çekti. Çok düşünmenin yararı yoktu, gidip gitmemeye son ana kadar karar veremeyecekti anlaşılan.

Zarfı ve notu yemek masasında bırakıp ocakta kaynayan suyla çayını demledi. Çaydanlık ve bardağı çay tepsisine koyup oturma odasına geçti. Tepsiyi koltuğun önündeki sehpaya koydu ve koltukta duran uzaktan kumandayı alıp televizyonu açtı. Koltuğa yatar vaziyette uzandı. Bir türlü bitmek bilmeyen polisiye dizinin tekrar bölümlerinden biri vardı. İzleyecek daha iyi bir program olmadığı için onda kalmaya karar verdi. Son yirmi dört saatte yaşadığı heyecan, gerginlik ve iş gününün yorgunluğuyla, bir süre sonra uzandığı yerde uyuyakaldı.

Uyandığında her taraf zifiri karanlıktı. Anlaşılan elektrikler kesilmişti. Bir süre kendine gelmeye çalıştı. Bir yerlerden tıkırtılar geliyordu sanki. Biraz kulak kabartınca sesin dış kapı tarafından geldiğini anladı. Hızla ayağa kalktı, bu arada önündeki sehpaya çarptı. Devrilen çaydanlığın ve yere çarpıp kırılan bardağın sesi duyuldu. “Hay aksi!” diye söylendi. Bu böyle olmayacaktı anlaşılan, ışık lazımdı. Düşünmeye çalıştı; mum, hayır yoktu. El fenerinin, hatırladığı kadarıyla, pili bitmişti. Cep telefonu, evet cep telefonu olurdu. Uzandığı koltuğun üzerini elleri ile yokladı, cep telefonunu başını koyduğu yastığının yan tarafında buldu. Telefonu açtı hızlıca, şarjı bitmek üzereydi. Ekranın zayıf ışığında holü geçip kapıya vardığında, uzaklaşan ayak sesleri işittiğini sandı. Tam kapıyı açacaktı ki çıplak ayaklarına bir şeyin değdiğini hissetti. Telefonun ekranını yere çevirdiğinde, zayıf ışıkta kâğıda benzer bir şey gördü. Eğilip ekranın ışığını yaklaştırdığında gözlerine inanamadı; bir zarftı bu! Heyecandan kalbi duracaktı neredeyse. Titreyen eliyle zarfı yerden aldı ve arkasını çevirdi. Ekranın ışığını iyice zarfa doğru yaklaştırdığında, yazılanları zor da olsa okuyabildi:

OYUNUN KURALLARI

 

***

– 2. BÖLÜMÜN SONU –

Bu oyuna var mısın? Öykünün üçüncü bölümünü sen yazmak ister misin?

Cevabın evet ise tüm yaratıcılığını kullan ve istediğin öykü seçeneğini 700 kelimeden az olmayacak şekilde devam ettir! İstersen final yapabilir veya kritik bir noktada bırakıp bir sonraki sayıda başka bir yazarın devam etmesini sağlayabilirsin. 

Öykünün devamı için önerilerini 5 Mayıs 2020 tarihine kadar [email protected]adresine gönder! En uygun bulunan metinler 22. sayıda yayınlanacak ve yazarlarına birbirinden güzel polisiye kitaplar hediye edeceğiz.

Haydi, bekliyoruz!

***

 

En Son Yazılar