Yeni Sayı Çıktı!

En son hikaye, röportaj ve yazıları şimdi tıklayıp ücretsiz okuyabilirsiniz!

Yeni Sayı Çıktı!

En son hikaye, röportaj ve yazıları şimdi tıklayıp ücretsiz okuyabilirsiniz!

YeniSayı Çıktı

Polisiye Dergi Dedektif'in yeni sayısını şimdi ücretsiz okuyabilirsin!

IŞIK SÖNDÜ, IŞIĞI KİM SÖNDÜRDÜ?

Diğer Yazılar

Serap Gökalp
Serap Gökalphttp://[email protected]
Bursa doğumlu. İlk kitabı, Astak Kum Saatinde Akarken, 2002 yılında Sistem Yayıncılık’tan, ikinci kitabı Kulak Misafiri, 2009 yılında Pupa Yayıncılık’tan çıktı. Ödüllü öykülerinin yer aldığı bu kitabı, Orhan Kemal Ödüllü üçüncü kitabı Tuz Saraylar izledi. 2010 yılında İlya Yayıncılık tarafından kitaplaştırıldı. Dördüncü kitabı Pirana Kahkahaları 2017 yılında Kanguru Yayınları tarafından yayımlandı. Kişisel kitapları dışında Anlatılan Bizim Hikâyelerimiz, Çığlık, Mübadele Öyküleri, Öykü Dostluğu, Kadınların Ruh Acıları, Öyküden Çıktım Yola-252 Yazardan Minimal Öyküler, Gurbet (Almanya, Gökyüzü Yayınevi Seçkisi) Tanzimat’tan Günümüze Rumeli Motifli Öyküler seçkilerinde öyküleri yer aldı. Kadın Yazarlar Derneği Yayını, Kadınlar Edebiyatla Buluşuyor adlı projede öykü atölyeleri düzenleyerek aynı adlı yapıtta ve yine Kadın Yazarlar Derneği Yayını olan Söz Kesmek, Kına Yakmak, Nikah Kıymak adlı kitapta incelemeleri, yayınlandı. Çalışmalarından Fadime Hanım’ın Işığı adlı öyküsü Petrol İş Sendikası – Kadın Öyküleri Yarışmasında 2007 birinciliğini, Sisin İzi adlı öyküsü, Madenci Öyküleri Yarışması 2007 ikinciliğini, 16/24 Vardiyası adlı öyküsü, Abdullah Baştürk İşçi Öyküleri Yarışması 2007 üçüncülüğünü kazanmıştır. 2009 yılında Tuz Saraylar adlı dosya ile katıldığı öyküleri Orhan Kemal Öykü Ödülü ikinciliğini almıştır. Öykü kitapları dışında oyunlar yazmakta, metin incelemelerini dergilerde, internet edebiyat siteleri, kendi bloğu ve edebiyat etkinliklerinde, paylaşmakta, yetişkinler ve çocuklar için öykü ve yazı atölyeleri düzenlemektedir.

Sirkeci Şaban Sokak hafif bir yokuştur, kimini yorar, kimini yormaz. Yukarı doğru hilal şekli mi desem, kanca mı, kıvrılarak tırmanırsın. Arif Efendi Caddesi’ne kestirmeden gitmek isteyenler, çoğu öğretmenler, öğrenciler bir de onların ana babaları gelir gider diyeceğim ama yokuşun sonunda okulla karşı karşıya bir de cami vardır. Oraya gidenler de kullanır bu yolu sanırım.  A, elbette çok emin olamazsın Arif Efendi Caddesi’nde bir tek okul yok sonuçta. Neyse… Sirkeci Şaban Sokağının iki yanında küçük bahçeler içindeki yapıların bazılarının alt katları esnafa kiraya verilmiştir. Kimi kendi kullanır, boş olanlar da var muhakkak. Sokağın alt başında ilk dükkân, tabelasına inatla- bu zamanda- bakkal yazdıran Basri, Gürbüz Kasap’la bitişik, kırtasiye ve tuhafiyeyle karşılıklıdır. ‘E, ne var bunda?’ diyeceksiniz. Son birkaç yıldır Sirkeci Şaban Sokak’ta bir şeyler oluyor. İnsanlar sağı solu göz ucuyla kontrol eder oldu, adımlarını hızlandırıyor yürürken. Sanırsın yola iskeletler fırlayacak… Bence Nuri yüzünden. Belki ondan değildir ama adı iğrenç suçlara karışmış, her seferinde yok şartlı tahliye, yok takipsizlikle evine dönmüş bu adamdan kim olsa uzak durmak ister. Hatta varlığıyla sokağın adını koronaya çevirdi desem yalan olmaz. Tabi daha da şaşırtıcı olan Nuri’nin evinin karşısında midyeci Yakup amcanın oturması. Onun orada işi ne, ya da dünya iyisi Yakup, bu Nuri’ye nasıl oluyor da komşu oluyor diye şaşırabilirsiniz. Cevabı basit. İkisi de kendi evinde oturuyor. Hatta sokakta yanlış bilmiyorsam dükkânlar dışında hiç kiracı yok.

Neyse, konumuz bu değil aslında. Konumuz, yokuşun yukarısındaki terziyi geçtikten sonra sağdaki cami. Solda mı yoksa? Kuşkusuz bu gidiş yönüne göre değişir. Bugün musalla taşında bir tabut duruyor. İçindekinin yılbaşı gecesi alkol komasına girdiğinden eminler. Bazıları ‘kalp krizidir,’ diyor ya bilen yok. Tek başına yaşadığı için bir hafta sonra arkadaşları merak mı etmiş, bir mesele mi olmuş bilmiyorum, polis eşliğinde evin kapısını açınca bulmuşlar Nuri’nin ölüsünü. Şimdi şu tabutun başındakiler de onlar mı ki? Belki. Çünkü cenaze namazını usulünce kıldırmak isteyen imam, Cuma namazına gelenleri davet etti. Etmiş yani. E, üç kişiyle namaz mı olur? Bütün cemaat sözleşmişçesine itiraz etmiş. Kimse günaha girmek istemiyormuş. ‘Bu adamın namazı kılınmaz,’ demişler. Üstelik Elif oradayken… Herkes görmüş. Yoksa biri görüp de ötekilere mi fısıldamış? Onun bakışları altında hak helâl edilir mi, demişler birbirlerine. Garip olan o ki, belediye temizlik işçisi Elif bu sabah Sirkeci Şaban Sokak’ı süpürmeye caminin önünden, yokuşun başından başlamış. Oysa hep aşağı taraftan Bakkal Basri’nin tarafından başlarmış. Belki de cami bahçesindeki tartışmalara kulak kabartmak istediğindendir, kim bilir?

Adamlar da adalet sarayının önünde toplanmış kadınlar kadar öfkeliydiler. O günkü kalabalık Elif’in gözünde canlandı. Duruşmaya mahalle kadın meclislerinden, derneklerden, barodan, dayanışma için bir sürü kadın gelmişti. Çocuk tacizcisinin duruşmasından ağır bir ceza kararı çıkacağından emindiler.

‘Adam buralıydı. Çocuklar buralıydı. Kaç çocuğa dokunduğu bilinmiyordu. Ama son olay bardağı taşırmıştı. Annesi belediyede temizlik işçisi olan kız çocuğu okul önünde pamuk şeker satan Nuri’den alışveriş yapmak isteyince olan olmuştu. Adam kızla sohbet etmiş, sonra -ne dediyse artık- arkadaşlarının gözü önünde mobiletine bindirip götürmüştü. Ama kızın annesi Elif şikayetçi olmuş, kadın derneklerinden yardım istemiş, ortalığı ayağa kaldırmıştı. İşin yönü değişmiş, adam bu sefer tutuklanmıştı. Olay duyulunca dört aile daha şikayetçi olmuştu. Duruşmadan yürekleri soğutacak karar bekleyen kadınlar avluyu inletiyorlar, aralarına aldıkları Elif’in omuzundan ellerini çekmiyorlardı.’ Muhabirler böyle diyordu.

Ama nerede? Nuri, adı ışık anlamına gelen o karanlık herif, elini kolunu sallayarak adliyeden çıkarken sanki korkunç bir ejderdi ve ona boyun eğmeyen, ondan korkmayan bir Allah’ın kulu yoktu. Adam insanların sabrını zorlayan, adalet duygularını yok eden, öfkelerini kabartan, var oluşlarını hırsızca cebine indiren, zafer dolu, tiksindirici bir gülüşle iniyordu basamakları! Kimileri onun etrafındakilere korku vermek için özellikle ana kapıdan çıktığını söylediler. Korkmuyor muydu? Korkmaz mı insan? Ama yüzündeki ifade öylesine düşmanca, sinsi ve insanlık dışıydı ki kadınlardan biri o gülüşü yırtmak için hiçbir şekilde temiz olmayan bu şeye saldırıverdi! Diğerleri gibi ben de ona katıldım. Bir anda çevresi tehlikeli bir çemberle sınırlanan, tartaklanan adam duraksadı. Yok, buna yalnızca duraksama denemezdi, kollarını yüzüne siper edip korunmaya da çalıştı diyenler var. Derken, nedendir bilinmez polis kadınlara müdahale etmez mi? İnanabiliyor musunuz? Polis kadınların üstüne yürüdü! Kadınların öfkesi arttı. İş çığırından çıktı. Yaralanan kadınlar günlerce haber konusu oldu. Muhabirler canlı yayınlar yaptı. Sonra ne oldu peki? Daha önemli toplumsal olaylar yüzünden konu unutuldu! Unutulmamıştır da… Hayır, hayır, ne olursa olsun Elif Abal unutmadı bence.  Elif Abal’ın o günden beri gözlerine bir şey oldu. Üzüntüden mi, öfkeden mi, çaresizlikten mi? Görmeden nesnelerin, insanların üzerinden kayar gibiydi bu gözler… Nuri gene halkın arasına karıştı… Tabi buna karışmak denirse. Her nedense Meyhaneci Avni (ki oğlunu Nuri’nin tacizi yüzünden yatılı okula gönderdi diyorlardı), midyeci Yakup Amca (mecburen evleri karşılıklı) ve Bakkal Basri (merakından dünyayı karnına dolduracak ya) şöyle böyle de olsa onunla konuşuyordu. Belki zorunluluk, belki akıllarında başka bir şey vardı… Onlar dışında mahalleli, tacizciyle selâmı sabahı kesti. Hele Sirkeci Şaban Sokak’ta hiç kimse yüzüne bakmıyor diyorlar. Hani zararlı bir şey, bir zehir insan vücudundan nasıl atılmak istenirse, nasıl iltihapla çevrilirse Nuri öyle bir görünmezle çevrildi. Olaylar unutuldu. Aslında unutulmadı da…

Elif, midyeci Yakup Amca’nın sesiyle düşüncelerinden sıyrıldı, süpürmeyi bıraktı. Cemaat, ısrarı yüzünden neredeyse imamın üzerine yürüyecekti.  Yakup amca “Tamam lan,” diye kesti itirazları. “Yürüyün namaza duralım.” Sonra da yapacağını yaptı. Tam imam nasıl bilirdiniz diye sorduğunda, “Günahkardı!” diye bağırdı. Cemaat tekrar etti. İmam duraksadı ama işini hızlıca bitirmek istiyordu. “Hakkınızı helâl ediyor musunuz?” diye sordu. Yakup amca yine sesini yükseltti. “Etmiyoruz! Haram olsun!” Cemaat tekrar etti. Konu çıkmaza girmişti. İmam namazı bozdu. Belediye görevlilerine işaret edip tabutu gönderdi.

Elif, yeşil arabanın arkasına atılan yeşil kutuya bakarken bir çam ağacı gövdesi gibi sessizdi. Kendine şu soruyu sordu, insan gerçeği niçin söylesin ki? Buna beni hiçbir şey zorlayamaz. İmam bile gerçeği duymak istemedi baksana. Helâl ediyor musunuz, ha? Kimse kimsenin yüzüne karşı gerçeği söyleyemez. Söyleyene deli derler. Delirmemeli. Dişlerini sıktı. Delirmemeli.

Cemaat sessizce dağıldı. Sessiz görünüyorlardı ya aslında öfkeden çatlayacak haldeydiler. İmamın bu kadar -duygusuz mu demeli, iki yüzlü mü yoksa- olmasına katlanamıyorlardı.  Sıkıca kavramış parmaklar, şapkaları, namaz takkelerini avuç içlerinde çevirip ceplere tıkıştırırken ayaklar sürükleniyordu. Sirkeci Şaban Sokak’tan aşağı inmeye başladılar. Meyhaneci Avni’yle otoparkçı Cezmi, Basri’nin bakkalının önündeki taburelere çöktüler.

Her bakkal gibi sokağın hatta mahallenin haber alma memuru, istihbarat subayı, belki de meraklısı Basri’nin birine hal hatır sorması ‘bugün bana ne malzeme vereceksin’ anlamına geliyordu. Nasılsın sorusunu o yüzden ‘ne var ne yok?’ diye sorardı. Hafızası korkunç güçlüydü. Tuzak sorular sorar, meseleyi orasından burasından bir tavuk gibi didikleyip sonunda mideye indirirdi. Kısacası aklına koyduysa öğreneceğini kesinlikle söyletirdi. 

“Ne var ne yok?” dedi Avni’ye.

“Cumada yoktun,” dedi Avni cevap olarak.

“Ne işim var cumada, ne işim var o herifin cenaze namazında? Cenaze arabasını camiye giderken gördüm, tahmin ettim imamın sizi bırakmayıp zorla…”

Otoparkçı Cezmi, “Şur’dan çay söylesene. Nasıl olmuş bilen var mı?” dedi.

“Niçin bana soruyorsun?” dedi Basri sinirle.

“Basri her şeyi bilir derler. Hatta on yıl önce kim hangi renk don giyerdi onu bile bilirmişsin.”

Sessizlik oldu. Cezmi dahil kimse gülmedi. “Senin olan bitenden haberin var mı?” diye ısrar etti.

“Yılbaşı günü sigara aldı. Kafa çekecekmiş. Sonra gitti,” dedi Basri. “Onunla gevezelik edecek halim yok ya. Lafı uzatmamak için rafları düzeltiyor gibi yaptım, duramadı.  Bir daha da görmedim.”

İçi daraldı. Gözünde o gece canlandı, sustu. Ya gören olduysa? Bu imkânsız, kimse görmüş olamaz. Peki ya sokak lambası? Onun altından geçtim mi acaba? Hiç hatırlamıyorum.  ‘Bakkalı kapatmak üzereyken, Nuri’nin motorunun sesiyle dükkânın önüne fırladım,’ derim.  ‘Onun motorla bayırı güçlükle tırmandığını gördüm. Sonracığıma motorun kaldırıma savrulup düştüğünü görünce yardım edeyim diye yani…Ben gidene kadar Nuri bütün gücünü kullanıyor gibi doğruldu. Kendini eve atması nedensiz bir içgüdüydü belli. Hayvan! Onun paçalarından bir şeyler akarken kustuğunu, iki büklüm yürümeye çalıştığını gördüm,’ derim. Bahçeyi batırıp evin içine girerken “Sı..tık laaan,” diye bağırıyordu. Hava sıcakmış gibi yakasını açmaya çalışıyordu. Ocak ayında! Yalpalamasından başının döndüğü anlaşılıyordu. Sokak lambasının içinde ilerledikçe gölgesi dalgalanıyordu. Arkasına bakmayı akıl edemeyecek durumda olduğundan beni fark edememişti. ‘Ulan sahte rakı mı içirdi yoksa bu pezevenk bize?’ diye kendi kendine bağırdı, derim. ‘Kimi kastettiğini nereden bileyim, nerede içtiğini bile bilmiyorum,’ derim.

İşte o an olan olmuş, dehşet Basri’ye üşüştüğünde bir yerlerde yeniden havai fişekler patlamaya başlamıştı. Ama yeni yıl gireli hayli oldu, diye düşündüğünü anımsadı. Gökte yıldızlar gibi ışıyan noktacıkları görecek durumda değildi. Sırtından soğuk bir ter inmişti. ‘Pencereye gittim, içeri bakmak istiyordum,’  derim. ‘İçeri falan girmedim.’  Nuri’nin çaresizce bir süre ayakta duruşunu izlemişti. Kanepeye yığılırken, yüzündeki şaşkın ifadeyle soluk alamıyor gibi ağzını açtı açtı ama… Birden kendi ayağının altındaki toprak zelzeleye yakalanmış gibi gelmişti.  Çevresinde hissettiği boşluk ürkütücüydü.  Nassı yani, diye olayı kavramıştı birden.

“Saat kaçtı sana geldiğinde?”

“Ne bileyim arkadaş, daha akşam yemeği saati olmamıştı ki meyhaneye gideceğini söyledi.”

“Yanında başkası var mıydı?”

“Yoo, kimse yoktu, yani o yalnız girdi bakkala, dışarıda kimse var mıydı, görmedim.”

“Hasta gibi görünüyor muydu?”

“Hiç farkında değilim, yüzüne de doğru düzgün bakmadım zaten.”

Sustular, sonra Basri, “Su testisi su yolunda,” dedi öyle ortaya. “Başka gören olmamış mı ki?”

“Motoru yılbaşı gecesi otoparka bıraktı. Avni’nin oraya gitti,” dedi Cezmi. “Gece yarısından sonra da gelip aldı. Zil gibi sarhoştu. Kaza yapacağı belliydi.” Avni’ye baktı. Adam onaylarcasına göz kapaklarını indirdi.

“Kaza mı?” dedi Basri. “Ben öyle duymadım. Evin önüne kadar gitmiş ama ne hikmetse motor devrilmiş bahçe duvarı önünde. Eve girmiş, sonrasını bilen yok.”

“Kim diyor bunları?”

Lafın burasında midyeci Yakup amca geldi. “Heee yoruldunuz. Benim gibi taban tepiyonuz ya,” diye selâmladı onları.

“Senin kadar taban tepmesek de oturduğumuz yerden işlemiyor dükkân efendi,” diye cevapladı Avni.

“İyi misin Avni, işi yaptın mı?”

“Merak etme. Yılbaşı bereketi. Sen?”

“Aynen. Dediğim gibi. Ben üstüme düşen her bir vazifeyi yaparım.”

“Ne demiştin?” diye söze girdi Basri, Yakup amcaya bir tabure uzattı.

“Yılbaşı gürültüsünde bütün midyeler biter, demiştim de…” Yan gözle Avni’ye baktı.

“Ama en iyi müşterin Nuri miydi ne?”

“Sen nereden gördün? Otoparkta değil miydin?”

“Oradaydım elbette. Yerimden hiç ayrılmadım, merak etme. O şerefsiz, motoru bizim otoparka bırakmıştı.” Başparmağıyla Avni’yi işaret etti, “Avni söyledi, bütün gece midye yedi diye.”

Basri arkasını dönünce, Yakup amca, elinin ayasını ne var ne yok dercesine çevirdi. Cezmi başparmağını bu kere içti diye işaret etmek için kullandı.

“Misafir ettim, rakı içtik beraber,” dedi sinsice. “Avni’den almıştım da…” Sonra gözlerini sokağa çevirdi.

Yakup onun bakışlarını izleyip, “Elif , motoru devrik, benzini kaldırıma yayılmış görünce kaygılanmış. Amiri de ‘Yıka orasını,’ demiş. İnsan itfaiyeden falan yardım çağırayım der. Benzin bu şakası yok ki… Evlerden kadınlar su getirmiş yıkamışlar kaldırımı. Biri izmarit atsa bilmeden… Allah muhafaza cayır cayır… Bahçeyi de yıkamak zorunda kalmışlar. ‘Her yer kusmuk ve dışkı olmuştu, sinek üşüşmüştü,’ dedi benim hanım. Senin işler de iyiydi ha Avni?”

“Ucuz rakı denk düşürdüm Yakup ağbi” Sesini alçalttı, anlaşılır anlaşılmaz “Nuri’yle arkadaşları götürdü.”

“Haa. Eh o zaman…Bereketini gör.”

Dalgınlaştı, haberlerde ‘ölü bulundu’ diyeceklerdi. ‘Hakkında çocuk taciziyle ilgili on ayrı suçlama olan tutuksuz yargılanan N.Ö.’ diyeceklerdi. Adını vermeyeceklerdi. Belki eski bir fotoğrafını bulan olurdu gazetecilerden. Mesela bayram yerinde uçan sandalye işlettiği günlerden kalma. Çocuklara bedava lolipop verip oyuncağa bindirdiği zamanlardan. Okul önünde pamuk şeker sattığı günlerden belki. Elif’in kızı artık pamuk şeker yiyemez olmuş, öyle diyor Elif… Yazık…

“Nas’sın Yakup Amca?”

Çaycının sesiyle irkildi, tepsisinden bir çay aldı, başıyla selâmladı.  

“Sen gördün mü o herifi yakında?” dedi Avni.

“En son yılbaşı gecesi işte. Senin orda midye aldı ya… Yedi Allah yedi…”

“Sığır gibi de içtiler.”

“Parasını ödedi mi bari?” dedi Basri. “Bana çok borç yaptı. İstedikçe de diklendi…”

“Bu sefer ödedi,” dedi Avni karşıya bakarak.

“Sonra konser meydanında da yedi. Ben ikinci parti midyeleri orada sattım. Meyhaneden kalkıp meydana yürürken gördüm onu. Ayakta zor duruyordu. Havai fişek gösterisinden sonra dibimde bitti. Konser devam ederken gene bir sürü midye tıkındı. Ona özel tabak yaptım.”

Yakup Amca’nın yüzünden Basri’yi meraklandıran bir duygu gelip geçti, ‘özel tabak’, derken. Ama soramadı. Bakkal Basri midyeden nefret ederdi. Ne yaz ne kış ağzına sürmüşlüğü yoktu. Denizin pisliğini emen bir şey gıda olur mu kişiye? Hele midyenin bayatını yedin mi tahtalı köyü boyladığının resmidir. Ama bu düşüncesini kendine sakladı. İyi adamdı Yakup ekmek parası kazanıyordu.

“O kadar midye yemek iyi değil birader,” demekle yetindi.

“Çok içtiler,” dedi Avni, tuhaf bir sesle. “O kadar içki de iyi değil.”

“Cehenneme kazık,” dedi Yakup amca çayını içerken.

“Siz ne konuşuyorsunuz öyle aranızda?” dedi Basri.

Avni diklendi, “Nasıl ne konuşuyorsunuz? Sen duymuyor musun be adam?”

“Ne bileyim, bir şeyler diyorsunuz demesine de…”

“Eeee?”

“Ben başka şey anlıyorum sanki siz aranızda başka şey diyorsunuz gibi…”

“Tövbe, tövbe,” diye başını salladı Yakup, Basri lafı değiştirdi.

“Bitmiş bu memleket. Kaç çocuğun ailesi şikâyet etti. Gene kurtardı paçayı yahu! Nasıl iş bu arkadaş? Kadınlar çocuklarını korumak için aklını bozdu. Ne günlere kaldık. Hani adalet? Hani birisi çıksa da bu kötülük kanına işlemiş adama dur dese… Ama nerede? Söylenenler doğruysa bir o kadar da sesiz kalan varmış. Korku mu, utanma mı?”

Otoparkçıya baktı. Cezmi gözlerini kaçırdı. Kırışık yüzüne bir hüzün çökmüştü. Kızı geldi gözünün önüne. ‘Allah korudu da yetiştim,’ diye geçirdi aklından.

“Herif utanmıyor ama!” diye ısrar etti Basri.

“Du,” dedi Yakup.

“He, doğru dedin,” dedi Basri.

Elif sokağı süpüre süpüre bakkalın önüne geldi.

“Kolay gelsin Elif bacım,” diye seslendi Basri. “Çay söyleyeyim.”

“Sağ ol Ağbi, içeyim.”

Basri diyafondan bir çay daha söyleyip Elif’e tabure getirdi, gelen çayı eliyle alıp ikram etti.

“Motosikleti sen bulmuşsun he?” dedi merakla.

“Ben,” dedi Elif.

Kaldırımda devrilmiş motosikletin deposundan sızan yakıt geniş, koyu bir leke yapmıştı. Havada benzin kokusu. Lekenin bittiği yerde alçak bahçe duvarı, çiçeksiz, yabani ot bitmemiş çıplak toprağı sınırlıyordu. Bir sokak kedisi rüzgârın getirdiği kâğıtların arasında yalanıyordu. Evin pencereleri sımsıkı kapalı, ev sessizdi. Elif bir anlığına kediyi izliyor gibi yapmıştı. Kedi bahçe kapısından evin kapısına uzanan, biçimsiz, pis kokulu lekeleri koklamış, sonra duvardan atlayıp sokağa çıkmış, Elif’i görünce ters yöne koşmuştu.

Kadın, devrilmiş motosiklet ve sızan yakıtla ilgili amirini aramıştı, ‘Saçılmış parçalar da vardı elbette. Duvara mı çarpmıştı, yoldan geçen bir araçtan mı kaçmaya çalışmıştı o kadarını bilemezdi. Sokak boştu. Hem ne zaman olduğunu kim bilebilirdi ki? Sürücü yoktu hayır…’ Amir yeri yıkamasını buyurup trafiği arayacağını söylemişti. Elif söylendi. Suyu nereden bulacaktı Allah aşkına? Bir süpürge, bir kürek, çöp torbaları, tekerlekli bir el arabasından ibaret donanımına baktı. Bahçenin kokusu bütün mahalleye yayılmış gibi gelmişti. Sonra midyeci Yakup amcaların kapısını çaldı. Yakup amcanın karısı hemen bir bidon su koşturdu. Onu gören Sirkeci Şaban Sokak’taki kadınlar evlerinden çıkmış, ellerinde kovalar, fırçalar, buz gibi gözlerle önce sokağı, sonra Nuri’nin bahçesini temizlemişlerdi. Ortalığı sinek basmıştı.  ‘Boyu devrilesi evde sızmıştır,’ dediler. Motoru da öylece bıraktılar. İş bitince Elif telefonundan bir numarayı aramış ve “Tamam,” deyip kapatmıştı. Kadınlar evlerine, Elif sokağı süpürme işine dönmüşlerdi.

“Yılbaşı gecesi sen neredeydin Elif?”

“Abimgillerdeydik, kızımla birlikte Yakup amca.”

“Tamam,” dedi Yakup, dizine bir şaplak vurup kalktı.

“Öyleyse,” dedi Avni “Ben de kalkayım.”

“Tamam,” dedi Cezmi “Haydi selametle.”

“Elif de kalktı. “Kesene bereket Basri ağbi.”

Basri tabureleri topladı, bardakları dükkânın önüne yere bıraktı. Markalarını koydu, içeri girdi. Olduğu yerden sokağı süpürmeye devam eden Elif’e baktı… baktı. Onların kendi aralarında başka bir mesele konuştuklarından emindi.  O sırada ben girdim bakkala ve ona dedim ki, “Bence Nuri eceliyle ölmüş olamaz Basri!”

“Ne diyorsun?” dedi iştahla.

“Nasılını bilem ama… Sen bana oradan… A! Kalem, defter de mi satıyorsun? Kırtasiyeci biliyor mu bunu? Yılbaşı akşamı uğradım sana, dükkânı boş bırakıp nerelere gittin öyle? Bekledim bekledim… Yoksa fazla oyalanmadım mı, eh ne bileyim işte sen gelmeyince…”

“Buradaydım yahu,” diye gözleri irileşti. “Dükkân bırakılır mı, hırsızı var uğursuzu var. Hep buradaydım ben, arkadaydım belki…”

“Ne bileyim, duyuramadım sesimi herhal… Şey alacaktım ben… Sigara… Sonra ana yoldaki benzin istasyonuna gittim. Dönerken baktım ışıklar sönmüş… Sen mi söndürdün ışığı?”

En Son Yazılar