KADIN
-I-
Cani
“Amirim arka mahalleden ihbar aldık. Konumu atıyorum size.”
Arka mahalle ilçenin en belalı mahallesi demekti; Başkomiserin küçük yerleşkesinin suç potansiyelini besleyen arka mahalle… Aslında konuma da gerek yoktu. Nerede bir insan kalabalığı varsa olay yeri orası demekti. Çünkü bu mahalle bir bütün halinde yaşar, birinin başına geleni diğerleri hemen duyar, ya yardıma ya da izlemeye koşarlardı.
Başkomiser Rıfat, ağzına bir parça kuru ekmek attıktan sonra üzerine de bir bardak su içip çıktı evden. Bu küçük ekmek parçası bütün enerjisini yerine getirmiş gibiydi, su da ağzındaki, geceden kalma pası temizlemişti.
Kalabalığın toplandığı yerdeydi hakikaten de olay yeri. Başkomiser insanların arasından güçlükle geçip eve girdi. Bir kadın cesedi boylu boyunca yatıyordu. Göğüs bölgesi kanlar içinde, yüzünde katilini görmenin şaşkınlığı ya da çektiği son ıstırabın acısı asılı kalmış… Başı sol yanına düşmüş. Ölmeden önce çok kan kaybetmiş olmalı. Yaşamaya direnmiş de son anda kendini bırakmış gibi duruyor. Elleri iki yanında açık, teslim olmuş; son teslimiyet…
“Amirim çok kötü değil mi? Kadının göğüslerini kesmiş!”
“Buldunuz mu bir yerde?”
“Neyi amirim?”
“Ha söylettirme işte, göğüsleri almış dedin ya!”
“Ha, evet, başkomiserim. Arkadaşlar klozette buldu. Göğüs demeye bin şahit ister bir sürü kan ve doku. Ama arkadaşlar emin…”
“Anladık, tamam! Nasıl ölmüş kadın, baktın mı başka yara var mıydı?”
“Bıçak darbesine benzeyen izler var, siz de bakmak isterseniz…”
Cesedin yanına güçlükle çöküp kadının en son halini incelemeye koyuldu. Elindeki mendille burnunu kapatmıştı; çünkü kan kokusu dayanılmazdı. Başkomiser biraz baktıktan sonra, “gördüm, tamam, şimdilik bu kadar yeter. Otopside belli olur gerisi nasıl olsa” dedi aceleyle.
“Cinayet aleti? Komşulardan şüpheli birini gören? Sorguladınız mı komşuları?”
“Cinayet aleti ne yazık ki yok. Komşularla konuştuk. Kadının kimsesi yokmuş, ne bir eş ne çocuk… Eskiden evliymiş aslında fakat kocası aylar önce terk etmiş evi.”
“Hiç mi akrabası yokmuş burada? Ne iş yaparmış?”
“Aşağıdaki markette çalışıyormuş, akrabalarının çoğu köydeymiş amirim. Muğlalıymış, Muğla’nın bir köyünden… Bir tek amcasının oğlu oturuyor yolun aşağısında bir evde, eşi ve çocuklarıyla birlikte.”
“E, onlarla konuştunuz mu?”
“Daha iyisini yaptık amirim. Merkeze aldırdık karı kocayı.”
“Neden öyle acele ettin ki şimdi?”
“Adam sabrımı taşırdı amirim. Kesin bir şeyler biliyor, bir şeyler karıştırıyor. Hatta o bile yapmış olabilir bunu.”
“Ne dedi ki sabrını taşıracak?”
“Kadın hakkında ileri geri konuştu, yok kocası gittikten sonra iyice sapıtmış, eve adam alıyormuş, yok bu eskiden de böyleymiş, kocası zaten o yüzden terk etmiş, falan…”
“Anlaşıldı, şu terk eden kocaya da ulaşın hemen. Bakalım ne çıkacak bu işin altından?”
Bunun son olmasını dileyerek oflaya puflaya bindi arabasına; yaz günü bu sıcakta durmuyordu insanlar. Hiç duracak gibi de görünmüyorlardı. Üstüne üstlük bir cani vardı karşısında, bir ritüeli bile vardı.
“Seri katil olmasın, n’olur Allah’ım olmasın!” diye geçirdi içinden. Ankara’da ve İstanbul’da çalıştığı zamanlarda uğraşmıştı birkaçıyla. Şimdi, emekliliğinin yaklaştığı şu yıllarda, bu küçük Akdeniz ilçesinde hiç uğraşamazdı canisiyle, sapığıyla. Odaklandığı tek şey vardı çünkü biraz sakinlik… Tabii insanlar izin verirse!
-II-
Hanife mi Handan mı?
Bir ay önce…
“Son günlerde çok dağıttım, hem kendimi hem de etrafımı. Önce aklımı başıma toplamalıyım, yaşadıklarımı unutmalıyım, internetteki terapistin dediği gibi, “olumlama cümleleri” kullanmalıyım. Belki o zaman…”
Handan, günlüğüne içini dökerken, biri delirmiş gibi kapıyı dövmeye başlamıştı. Kimin geldiğini tahmin edebiliyordu. Kalemi ve defteri bir kenara bırakıp yavaş hareketlerle kalktı, aldığı ilaçların etkisi iyiden iyiye kendini göstermeye başlamıştı. Kapıdaki tahmin ettiği gibi Hasan’sa damarlarında gezinen kimyasalların zamanlaması harikaydı.
“Nerdesin ulan sen? Yine biri mi var içerde?”
“Hasan başlama, kim olacak!”
“Geçen seferki adam kimdi peki? Sen benim adımı boynuzluya mı çıkaracaksın?”
“Ben senin karın mıyım be ayı! Sen ne karışırmışsın arkadaşlarıma!”
“Hıh, arkadaşmış… Biliyorum ben o arkadaşları!”
Hasan burnundan soluyordu, odanın içinde birkaç defa döndükten sonra Handan’a yaklaştı, işaret parmağını sallayarak konuşmaya, daha doğrusu Handan’a çıkışmaya başladı. “Bana bak Hanife, benim bir şerefim var, bir muhitim var, öyle aklına estiği gibi davranamazsın, senin orospulukların bizim de canımızı yakıyor! Kahvede millet ne diyor, sen biliyor musun? Yoksa ne halt yiyorsan ye! Bana ne!”
“Ağzını topla sen önce, orospu anandır. Töbe Töbe… Hem benim adım Handan, Hanife değil!”
“Yesinler seni! Kenar mahallenin paçozu! Eski Hanife ne ara Handan oldu? Adını değiştirdin de kadın mı oldun?”
Handan günlerdir bir bulutun içinde yaşadığını hissediyordu. Hasan’ın son sözleri o bulutu delip bir mızrak gibi girdi kulaklarından. Çok sinirlenmişti. “Çık git lan evimden, çık git!” dedi bağırarak, “Bak hala oturuyor!”
Handan, Hasan’ı kapıya kadar kovaladı. Gittiğinden emin olmak için kapıyı kapatıp arkasından birkaç defa kilitledi.
“Kapıdan kovsan bacadan girer bu dürzü!” diye söylendi kendi kendine, “Gelmiş bir de namus dersi veriyor! Muhiti varmış. Biliyorum ben o muhiti; it, kopuk anca!”
Handan rahatlayamıyordu bir türlü. Neden herkes karşısındaydı? Sevilmemek bulaşıcı mıydı? Bir insanı birisi sevmediğinde ya da sevmeyi bıraktığında, sevilmemek, habis bir virüs gibi diğer insanlara da mı geçiyordu? O yüzden mi kocasıyla birlikte bütün dünya da bırakmıştı onu sevmeyi?
İnternetteki terapistin dediği nefes egzersizini yapmalıydı. Çünkü bir an önce rahatlamalıydı. Yoksa küçücük evde, tek başına… Çıldırabilirdi. Kafasının içi genişlemiş, vücudu büzülmüş gibiydi. Hem sığamıyordu içine hem de taşıyordu Handan.
***
Günümüz…
Maktulün eski kocası Ahmet, sorgu odasındaydı, zayıf ışığın altında ter döküyordu. İnce telli, seyrek saçları ve alnı sırılsıklam olmuştu. Ya sakladığı bir şeyler ya da Handan’ın ölümünde parmağı vardı. Başkomiserin ilk izlenimi bu şekildeydi. Karşısına geçip oturdu. “Handan Hanım’ı en son ne zaman gördünüz?” diye sordu ciddi bir sesle.
“Altı ay oluyor, nafakasını elden vermem gerekmişti.”
“Neden?”
“Hem başka konuşacaklarım da vardı.”
“Neydi mesela?”
“Ne olacak amirim, para… İşi gücü paraydı karının, gözü hep yükseklerdeydi. Mahkemenin biçtiği nafaka yetmiyordu hanımefendiye!”
Eski eşin konuşmaları, duvara yaslanıp sakin sakin dinleyen Tolga’yı bile rahatsız etmişti.
“Af edersiniz amirim” dedi başkomisere bakıp. Sonra eski kocaya dönüp “Sana ne lan nereye harcadığından! Kadını hem bırak git, sahip çıkma, bir de konuş!” dedi.
“Yok, öyle kaçma gitme falan amirim!”
“Kes lan, amir ben değilim! Kaçma meselesine gelirsek, komşular senin gibi söylemiyor, dövüyormuşsun kadını, içiyormuşsun durmadan, sonra bir gün çıkıp gitmişsin, bir yıl görünmemişsin ortalarda. Buna ne diyorsun?”
“Amirim inanın bir yıl bile evli kalmadık Hanife’yle… Sonra bir haller oldu buna, beni beğenmez, elindekiyle yetinmez oldu.”
“Handan demek istiyorsun herhalde?”
“Hanife, amirim gerçek adı bu, biz evlendikten iki, üç ay sonra değiştirdi adını.”
“Neden böyle bir şeye gerek duydu peki?”
“Neden olacak amirim? Dedim ya bir haller oldu, ismini, cismini, hiçbir şeyi beğenmez oldu.”
“Nereliydin sen?”
“Urfalıyım amirim.”
***
Başkomiser Rıfat, sorgu odasındaki eski eşi, Tolga’yla birlikte bırakıp çıktı. Bu aslında gerisini sen hallet demekti. Tolga mesajı alırdı muhakkak. Fakat çok geçmeden o da çıktı dışarı, Başkomiserin odasına girdi heyecanla.
“Benim düşündüğümü siz de düşündünüz mü başkomiserim?”
“Ne düşündün bakayım sen?”
“Kan davası başkomiserim…”
“Evet, şu isim değiştirme olayı, adamın Şanlıurfalı olması… Akla böyle bir ihtimali illa ki getiriyor. Fakat birincisi kadın Muğlalı, ikincisi öldürülme şekli… Göğüslerin alınması falan… Hem bu çağda kalmadı kan davası pek…”
“Başkomiserim tam kan davası olmasa da… Namus cinayeti gibi geliyor bana bu. Belki eski kocası yaptırdı memleketten birilerine, belki de akrabalardan biri kendisi harekete geçti. Kocanın ifadelerini duydunuz, kadın evlendikten sonra…”
“Adam abartıyor olabilir. Ne yani kadın kendine bakıyor diye… Töbe töbe… Sen de mi onlar gibi düşünüyorsun şimdi?”
“Yok, başkomiserim olur mu hiç? Tamam, kocanın anlattıkları abartı olabilir. Ama kadında hem fiziksel hem de karakter olarak gözle görülür bir değişme olduysa, birilerinin gözüne batmıştır demek istedim. En başta kocasının tabii… Yani, belki aslında kadın iş yerindeki çevresine uyum sağlamaya çalıştı yalnızca. Fakat etrafındakiler yanlış yorumladı, demek istiyorum.”
“E bu bizi nereye götürür şimdi? Eski koca veya onlarca akrabadan biri mi katil?”
“Öyle görünüyor Başkomiserim. Sanırım mecburen laboratuar sonuçlarını bekleyeceğiz.”
***
Altı Ay Önce…
Handan her gün saat yedide uyanırdı, sabah rutini -duş, makyaj ve saç bakımı- bittikten sonra kahvaltı yapmadan çıkar, sekiz olmadan açardı marketi. Zincir marketin mahalledeki şubesinin açılıp kapanmasından Handan sorumluydu. Bu işi neden ona vermişlerdi? Bunu çok sorgulamamıştı Handan. Sebep basitti. Patronun ve müdürün gördükleri… Karşılarında arı gibi çalışan, dur durak bilmeyen, boş günlerinde bile iş yerine uğrayan, kısaca kendini işine adamış Handan vardı. Evinde mutsuz olanların işkolikliği, ne olacak! Çalışmaktan başka mutlu edecek bir şey buluncaya kadar devam ederdi bu.
Handan için böyle bir ihtimal, mutlu olma ihtimali, yok gibiydi. “Aman yapacak başka iş mi var? Genciz, çalışacağız tabii” derdi sürekli ve aslında mutsuz olduğunun, onun için çok çalıştığının farkındaydı. Çoğu zaman insanlar mutsuz olduklarının farkına varamazlar, ne zamanki onların mutsuzluğu çevresindekilere batar, o zaman anlarlar. Handan buna izin vermediği için mutsuzluğunu kimse anlamazdı, bir tek o bilirdi. Görenler neşeli, konuşkan bir Handan görürlerdi karşılarında. İyimser, yardımsever, çocuğu olmasa da anaç davranan bir Handan…
Handan’ın içindekileri, girdaplarını, sürüklenmelerini, mutsuzluğunun kaynağını bilen tek bir kişi vardı. İşyerinden Aslı… Sırdaşı, her şeyi Aslı…
***
Günümüz…
Aslı Ertok, en fazla yirmili yaşlarının sonunda -Handan’a göre oldukça genç- market çalışanlarından birisiydi. Güzel, alımlı bir kızdı. Sorgu odasına girdiğinden beri gözü Komiser Tolga’daydı. Fakat Tolga, hiç oralı olmuyordu. Arkadaşı canice bir cinayete kurban gitmişti fakat onun aklı, fikri neredeydi hala! Başkomiser de durumu fark etmişti. O yüzden hemen söze girdi. “Handan Hanım’ı ne zamandan beri tanıyorsunuz?” diye sordu.
“Bir yıldan fazladır” dedi Aslı, “Handan abla aldırmıştı beni işe. Aynı zamanda komşumuz olurdu kendisi.”
“Handan ne derdi bu konuda?”
“Kocasından şikâyetçiydi tabii. Fakat bir türlü bitirememişti bu evliliği.”
“Neden?”
“Neden olacak amirim? Bir kadın için boşanmak kolay iş mi?”
“Yürümüyorsa eğer…”
“Valla işin ucu öyle değil. En başta kendi ailesi baskı yapardı. Kitabımızda boşanmak yok, diyordu babası. Sonra, kocasının akrabaları… Gurur meselesine çevirmeye hazırlardı işi… Yani Handan ayrılmak isterse kendilerine hakaret edilmiş sayacaklardı.”
“Anlıyorum. Sonuçta bu ayrılık gerçekleşti. Ayrıldıktan sonra kocasının ailesinden Handan Hanım’a diş bileyen, düşman kesilen biri çıktı mı?”
“Bildiğim kadarıyla, hayır… Aksine, Handan çok rahatlamıştı.”
***
Üç Ay Önce…
Handan’ın çok da anlatacak bir şeyi yoktu fakat karşısındaki ısrarla bir açıklama bekliyordu. “Kimdi o adam hı? Kimdi?” diyordu durmadan.
“Yıldırım abiyi mi diyorsun?”
“Her ne boksa, ismini cismini bilmem ben. Adam almışsın eve, rezil ettin bizi, farkında mısın sen bunun? Senin orospuluklarınla mı uğraşacağız!”
“Ağzını topla önce sen! Sana benzer orospu! Yıldırım abi, bizim marketten, yaşlı başlı, evli barklı adam, alış veriş yapmıştım o gün, torbaları eve bıraktı. Ne var ki bunda? Herkesi kendiniz gibi bilmeyin.”
“Onu diyorum ben de, yaşlı maşlı, erkek değil mi? Bana bak Hanife, bizim yüzümüzü yere düşüremezsin! Ha eğer ben yine de yaparım dersen, o zaman yapacağımızı biliriz biz!”
“Tehdit mi ediyorsun sen beni? Çık git evimden, bir daha da da gelme!”
Uğursuz misafir ayaklandı sonunda, hâlâ konuşuyordu ama. “Nasıl anlarsan artık! Ben diyeceğimi dedim” dedi sırıtarak, sonra ekledi, “şu üstüne de bir şey giy, memelerin meydanda resmen!”
-III-
Çorap Söküğü
Ertesi gün Tolga, Başkomiserin odasına bir elinde poğaçalar bir elinde de pembe, karton bir dosyayla girdi. Otopsi raporları ve olay yerinden alınan örneklerin sonuçları çıkmıştı. Başkomiser, poğaçalarla pek ilgilenmedi, raporları almak için atıldı hemen.
Kadın üç bıçak darbesiyle öldürülmüştü, ikisi karın hizasındaydı; bunlar birkaç iç organa kalıcı hasar vermişti. Esas darbeyi göğüs kafesinin tam altından almıştı, bıçak yukarı doğru kaymış ve kadının akciğerlerini parçalayıp geçmişti. Başkomiser, kadının ağzından kanlar boşalarak öldüğünü hayal etti bir anda, yüzü buruştu ister istemez.
Göğüsler kadın öldükten sonra alınmıştı. Rapora göre vefatından birkaç saat sonra… Demek ki katil evde epey vakit geçirmişti. O arada ne yapmıştı? Düşünmeye çok vakti olmuş olmalı. Düşüne düşüne kadının göğüslerini kesip klozete atmayı mı düşünmüştü? Bu, eğer bir mesajsa nasıl bir mesajdı?
Başkomiser, raporları okurken çok fazla fikir yürüttüğünü düşündü, bir kısmı kesinlikle gereksiz düşüncelerdi. Bunu arka sayfaya geçtiğinde daha iyi anlamıştı. “İşte!” dedi kendi kendine. Belki de bütün cevaplar buradaydı, bundan sonrası çorap söküğü gibi gelecekti.
Kadının üzerinde bulunan bir saç örneği analiz edilmiş ve bunun DNA yapısının kadının eski kocasıyla yüksek oranda uyuştuğu tespit edilmişti. Rapora göre saç, eski koca Ahmet’e ait değildi fakat onunla birinci dereceden akraba olan bir kadına aitti.
Ahmet’le birinci derece akraba olacak ve kadın olacak… Kim olabilirdi ki bu? Seçenekler çok azdı; Ahmet’in annesi veya kız kardeşi… Daha doğrusu kız kardeşlerinden biri… Çünkü Ahmet’in dosyasında üç tane kız kardeşinin olduğu yazılıydı.
Başkomiser, Tolga’dan hemen bu kardeşlerin adres bilgilerine ulaşmasını istedi. Belki de beş, on dakika içinde bütün cevaplara ulaşabilecekti.
Öyle de oldu! Kadınlardan ikisi Şanlıurfa’da yaşıyor, yalnızca biri burada yaşıyordu.
***
Aradıkları kadını evinde buldular, apar topar tutuklayıp merkeze getirdiler. Adı Bahar’dı, yirmilerinin başında gösteriyordu en fazla. Fakat çoktan evlenmişti. Esmer, kavruk bir yüzü, sürmeli gözleri vardı. Karakola geldiğinde etrafına korkuyla bakıyordu o gözler. Sonra başkomiser kanıtları bir bir önüne koymaya başlayınca korku kayboldu gözlerinden, nefret saçmaya başladı.
“Hanifeyi sevdiğimi söylemedim size” dedi, gözleri alev saçıyordu. “Geçen gün birbirimize girmiştik. Oradan kalmıştır o saçlar.”
“Ne zaman oldu bu?” diye sordu başkomiser merakla.
“Bir hafta oluyor…”
“Handan da bir haftadır hiç yıkanmadı değil mi? Sizin saç tellerinizi üstünde taşıdı. Kan içindeki cesedinin üzerinden yapışmış bir şekilde çıktı sonra saçlarınız.”
“Ne bileyim ben! Yıkanmamıştır belki. Pis bir kadındı” dedi Bahar. Pişkin pişkin sırıtıyordu. Başkomiserin fena halde sinirini bozmaya başlamıştı.
“Bak Bahar” dedi en sonunda, “gencecik bir insansın ve muhtemelen hayatının bundan sonraki kısmının çoğunu hapishanede geçireceksin. Çünkü bütün deliller seni gösteriyor.”
Bahar araya girdi, “ben ne yaptım ki?” diye sordu. Masum bir kız çocuğu gibi davranmaya başlamıştı. Çünkü başına gelecekleri anlamaya başlıyordu.
“Ne yaptığını biliyoruz” dedi başkomiser, “itiraf edersen işbirliğinden dolayı belki cezan biraz azalır.
Bahar’ın gözleri doldu bir anda. Ardından ağlamaya başladı. Başkomiser, kızın hangi ara bu moda girdiğini anlayamamıştı.
“Ben öldürmedim yemin ederim” dedi. “Ben anneme yardım ettim.”
Bahar her şeyi itiraf etmeye başladı. Annesi onlara gelmişti bir hafta kadar önce, polisin Handan’ın cesedini bulduğu gün de Şanlıurfa’ya dönmüştü.
Handan’la konuşmaya gitmişlerdi o akşam. Konuşmanın konusu tabii ki “namus” olmuştu. Eski kayınvalide ağzına geleni söylemişti Handan’a. Oğlundan boşanmış olması bir şey değiştirmiyordu, şerefleri ve belli bir çevreleri vardı, Handan’ın da ona göre davranması gerekiyordu. “Ya memleketine git ya da namusunla yaşa” demişti eski kayınvalide en son. Handan evden kovmuştu onları, fakat cellâtların gitmeye hiç niyeti yoktu. Kayınvalide bir bıçak alıp gelmişti mutfaktan, Bahar ise Handan’ı etkisiz hale getirmeye çalışıyor, kollarından tutuyordu. Yaşlı kadın bulduğu boşluğa saplamıştı bıçağı. Göğüslerini alırken de Bahar yardım etmişti annesine.
Annenin merkeze getirildiğinde söyledikleri her şeyi özetliyordu aslında, Handan’ın bunları neden yaşadığını anlatıyordu.
“Memeyse meme… Herkes de var” demişti anne, “Oğlumu elaleme rezil etti o kahpe!”