Yeni Sayı Çıktı!

En son hikaye, röportaj ve yazıları şimdi tıklayıp ücretsiz okuyabilirsiniz!

Yeni Sayı Çıktı!

En son hikaye, röportaj ve yazıları şimdi tıklayıp ücretsiz okuyabilirsiniz!

KIL DÖNMESİ

Diğer Yazılar

KAMBUR

O GECE

KIL DÖNMESİ

Ev sahibi zırt pırt telefon açmaya, sonra da ağır gövdesiyle kapıya dayanmaya başladı. Ama haklıydı. Telefonlarımız hariç, üç aylık kira, bakkal, elektrik, su, gaz, aidat, internet faturaları beklemekteydi. Öyle borç takan biri değilimdir, aylık giderlerimi gününde tıkır tıkır öderdim. Bu güzel alışkanlığıma sekte vurulmasının nedeni Dünya Sağlık Örgütü oldu. Çin’de peydahlandığı söylenen Covid-19 salgını dünyayı esir almış, DSÖ de 2020 yılının Martında, Martın on birinde pandemi ilan etmişti.

2020 yılını yaşıyorduk; çoğu iş yerlerinin kapandığı, kapatıldığı, iflas ettiği yılı. Nisanda eşim işinden olmuş, bense evde çalışanlar kervanına katılıp kıçı bir süre kurtarmıştım, ancak patron “Maaş için acele etmeyin,” diyerek, üç aydır personeli oyalıyordu.

Ne yapmamız gerektiği konusunda bir süredir sürdürdüğümüz tartışmayı karım kazandı. Zira “Çözümün ne?” sorusu karşısında limon satmak düşüncesi dışında beynim bir fikir üretemedi.

“Ablama taşınıyoruz aşkım, daha fazla direnemeyiz. Sen bi b.k satamazsın!”

Karım aslında tatlı dillidir fakat işinden kovulmak onu kötü etkilemişti. Mamafih altı Temmuz gecesinin karanlığa gömüldüğü sabahın üçünde biraderin pikabına kolay taşınır eşyaları atıp, tüydük. Kaçtığımız belli olmasın diye perdeleri çıkarmadık, buna rağmen gözetleme meraklısı komşulara yakalandık mı bilemiyorum? Eğer gıcır mobilyaları orda bıraktığımızı anlamışlarsa hakkımızda bol dedikodu etmiş, WhatsApp gruplarında paylaşmışlardır. Öte yandan ağabeyime mahcuptum. Emeğinin karşılığını alamadı. Meğer o da bana karşı mahcupmuş.

“Birader iş yok, piyasada yaprak kımıldamıyor, beraber taşımacılık yapamayız…” 

Güneş karanlığı göndermeden ikinci kez mahcubiyet yaşamadım. Baldız güler yüzle, sarılarak karşıladı bizi, ferahladım. Fakat içi tıka basa kıyafet dolu iki valiz, bir etajer, iki laptop, 50 inçlik televizyon, karımın vazgeçmediği üç bin liralık on iki kişilik porselen yemek takımı, iki çuval ayakkabı, saksıda sardunya ile iki menekşe ve birkaç ufak tefek şeyleri görünce bozulur gibi oldu, kardeşine sitem etti.

“Ama Ahu ev küçük demiştim, eşyaları internetten sat, sadece valizlerinizle gelmenizi…”

Aslında dediğini yapmış belli başlı eşyaları orada bırakmıştık. Üç beyaz eşyayı da internetten satmıştık. Onu da yapmasaydık tam enayi durumuna düşerdik.

Henüz çocuğumuz yoktu, baldız iki kişiyi bir süre idare edebilirdi. Hoş geldiniz esnasında patronumun biriken maaşımı ödeyeceği ihtimaline dayanarak bir vaatte bulundum.

“Baldız, en fazla bir ay, ikinci ay bizden kurtulacaksın.”

İkinci hafta misafirlik bitti -misafirlik üç günmüş- sığınmacı konumuna düştük ama Allah var kendi yatak odasını ve o kocaman, ortopedik yataklı karyolasını seve seve bize verdi.

“Boşuna ısrar etme enişte, biz iki bacı işsiziz, bu odada sabahlara dek gevezelik eder, kahve falına bakar, dizi seyrederiz, sen de rahat rahat…”

Gene de kendimi o küçük evde fazlalık hissediyor, bundan ötürü günün birkaç saatini dışarıda dolanarak geçiriyordum, zira salgın nedeniyle belediye gezinti yerlerinin, parkların banklarını sökmüş, çay bahçeleri, lokantalar, pastaneler kapatılmıştı. Aylak aylak dolaşmaktan dolayı iki saat sonra dizlerimde derman kalmıyordu.  

Baldızın evine yerleşmemizden üç hafta sonra, tam yirmi birinci gün, aynı saatte hazırlandım. Bu kez ortalıkta dolaşmayacak bir kadınla buluşacaktım. Perdeyi aralayıp dışarıya göz attım.

İki polis dünden beri sokağı yolgeçen hanına çevirmiş, hepi topu iki yüz metre olan yolda gidip geliyor, şüpheli gördükleri kişilerin kimliklerine bakıyorlardı. Neydi voltalarının sebebi, mahalleye orospu mu taşınmıştı? Arada arabalı devriyeler geçiyordu. Hani çarşı olsa, müşteri kıtlığı nedeniyle esnaf birbirine girer ya da bir banka soyulur, normal karşılarım. Burası sessiz bir muhitti. Valiliğin halktan gizlediği bir olay mı olmuştu? Mesela tünel kazan mahkûmlar (ilin kapalı cezaevi arka sokaktaydı) sokağın köşesindeki rögardan teker teker çıkıp firar mı etmişlerdi? Velhasıl paranoyaya kapıldım, bunda karımın ve baldızın endişeli halleri de etkili oldu. Karım aklımın ucundan dahi geçmeyen bir şey söyledi.

“Bizi arıyor olabilirler.”

“Neden?”

Karım hık mık etti, sonra “Ev sahibimiz şikâyet etmiştir” dedi.

Baldız gözleriyle onayladı. Olabilirmiş.

Onların bu kuruntularını çok saçma buldum. “Hadi canım, hiç olur mu öyle şey! Varsayalım ki şişko göbek karakola gitti, komiser adamı ciddiye aldı. Wanted yazılı fotoğraflarımız ağaç gövdelerine çivilendi, duvarlara asıldı, altına da bir milyon dolar ödül…”

“Saçmalama Mert, adamın kirasını, apartmanın aidatını, elektrik-su-gaz faturalarını ödemeden sıvıştık, muhakkak aranıyoruzdur.”

“Hayatım vestiyer, iki berjer, kanepe, yatak odası takımı, kap kacak hepsi gıcır, taksitleri yeni bitti, piyasada karşılıkları üç aylık kiradan çok çok fazla…”

“Onları da netten sataydın ya, kirayı da diğer faturaları da rahatlıkla öderdik. Zaman kalmadı dedin, şişkoya bırakıp kaçtık. Adam göbek atıyordur şimdi, daha fazla kira alacağı için, ilan dahi vermiştir, eşyalı daire diye. Ev iki odalı olmasa salon takımı da almış olurdum… Neyse, faturaların önemi yok, yetkililer borcuna istinaden elektriği, suyu, gazı keser, saatlerini söker, mühürlerler, bizi polise arattırmazlar…”      

Salgından dolayı maske takılan devirdeydik. Hepimiz birer Maskeli Adam olmuştuk. Karım dışarı çıkmamı onayladı, çıkmak zorundaydım. Dedim ya, bir kadınla randevum vardı.

“O halde çift maske tak. Ortalığın virüsünü eve getirme!”

“Yahu şu temmuzun bunaltıcı sıcağında iki maske ne, kafayı mı yedin?”

Kız kardeşlere el sallayıp kapıyı yavaşça açtım. Baldızın iki artı bir kiralık dairesi beş katlı asansörsüz apartmanın sokağa bakan ikinci katındaydı. Adımımı taş döşeli kaldırıma attığım an aynasızları fark ettim. Otuz metre geride, çenelerinin altına indirdikleri siyah maskeleriyle yaklaşıyorlardı. Heyecan bastı, karımın dikkate almadığım sözleri kulaklarımda çınlıyordu.

“Bizi arıyorlardır…”

Kaldırıma vuran ayakkabı sesleri kalbimin küt küt atışlarıyla bir ritim oluşturmuştu. Sanki bir gerilim filminin kovalamaca sahnesindeymişim, az sonra biri bir koluma diğeri de öbürüne girecek “Hadi merkeze” diyeceklermiş.

İnsanoğlunun beyni vesveseye yatkın, anında kurgular üretir.

“Demek kirayı, diğer borçlarını ödemeden kaçtınız!”

Kollarıma bakarak hızlandım, onlara ters kelepçe takılacaktı. Zihnimin gerekçesi hazırdı.

“Hayır, kiraya sayılsın diye değerli birçok eşyamızı orada bıraktık…”

Mantığım galip geldi, senaryo yazan korkak beynime çıkıştım.

“Kadın aklına uyma, mantık denen bir şey var. Kendine gel, ne bu panik? Adamlar seni takip etmiyor, asıl hızlanırsan kıllanırlar, yavaşla.”  

Görüşme 12.30’da olacaktı. Hovardalık yapmayacaktım, cebinde meteliği olmayan, kaç aydır maaş alamayan bir garibana, Brad Pitt gibi yakışıklı olsa bile günümüzde hangi kadın randevu verirdi? Kaldı ki virüs canavarı nedeniyle profesörler her gece tivileri zapt etmişler, maske-mesafe-hijyen diye bangır bangır bağırıyorlardı.

Baldız bir kadının telefon numarasını vermiş, sıkıca tembihlemişti. “Ara randevu al, orospunun erkek elemana ihtiyacı varmış, sakın beni referans verme!”

Küçük portföylü mahalle emlakçısı, baldızın işine son vermiş, üstelik salgın dememiş, “Müşteri tavlama konusunda yeteneksizsin” diyerek biletini kesmiş. Baldız emlakçıya simsarlık ediyor, müşteri bulma karşılığında çalışıyormuş, SGK’ya BAĞKUR’a kaydı kuydu yokmuş.

Velhasıl para kazanacağım ikinci bir işe ihtiyacım vardı. Karımın pimpiriklenmesi boşunaydı. Geçen yıl evlendiğimizde evi kendim döşemiştim. Şimdi sallantıda olan, değişik ihaleler takip eden bir sektörde harita mühendisiyim, salgın öncesi piyasa koşullarında iyi maaş alıyordum.

Evden kaçarken sadece bakkal efendiye karşı kendimi mahcup hissettim. Zavallı adam defteri karıştırdıkça homurdanıp duruyordur.     

Polislerin uyumsuz ayak sesleri beynimi eziyordu, mantığım ‘endişelenme, sen suçlu değilsin’ dese de atmosferden etkiledim. Dünden beri sokağı mesken tutan o iki aynasızı pencereden izliyordum, biri yirmi beş, diğeri otuz yaşında olabilirdi. Kısa boylu, etine dolgun, yaşını otuz tahmin ettiğim polisin yayvan kalçası topuklu giymiş gibi sallanıyor, akla eşcinsel olabileceği fikrini sokuyordu. Uzun boylu, geniş omuzlu, yaşı küçük olan ise acayip havalıydı, Tom Cruise’un ikizi olabilirdi. Eminim sokağın evde kalmış-kalmamış kızları pencereden ayrılmıyorlardır. Şerefsizin siyah gözlükleri bile vardı.

Nihayet polislerden biri seslenerek kovalamaca haline benzeyen yürüyüşümüzü noktaladı.

“Hoop, birader bekler misin?”

Anında durdum, döndüm. Seslenen kıçıkırık olandı.  

“Bana mı seslendiniz, memur bey?”

Randevuya on dakikam vardı. Emlakçı da olsa bir kadın bekletilmemeliydi.

“Yahu sen Mert değil misin?”

‘Aha da yakalandım anasını… karım haklı çıktı’ düşüncesi anında beynimde dolandı. Polislere gelince: katili yakalayan dedektiflerin yanaklarına başarı gülücüğü kondurmaları gibi sırıttılar. Dizginleri elime almalıydım.

“Evet, ama maskeleri düzgün takın. Maske-mesafe-hijyen kurallarına sizler uymazsanız…”

Zaten herkes sağlıkçı olmuş beynimizi kemiriyor, polisler de maskesizlere ceza yağdırıyordu.  

“Boş ver şimdi maskeyi” dedi yosmalar gibi yürüyen polis. “Beni tanımadın mı?”

Bir suçluyu değil de bir tanıdığını görmüş havasındaydı. Adımı dahi biliyordu. Hem maskeye rağmen nasıl tanımıştı beni?

“Maskeni apartmandan çıkarken taktın. O saat bu Mert dedim. Lisede aynı sırayı paylaştığın Hamdi’yi ne çabuk unuttun, sefil?”

“S.tir.”

Neyse ki polis ağzımdan refleksle çıkan argoya takılmadı. Alışkındılar herhalde.

“Hamdi, sahiden sensin! Baya kilo almışsın ama. Lise ikide kıl dönmesi ameliyatı olmuş, bir daha da okula dönmemiştin.”

Hamdi, ‘bunu hatırlatmanın sırası mı eşşolu’ bakışı fırlattı. Tom Cruise kahkahayı koyuverdi.

“Kıl dönmesi mi? Ahahhaaa…”

Bir polis memuru sokakta böyle kahkaha atmamalıydı. Polis dediğin ciddi olmalıdır. Kaldı ki kıl dönmesi gülünecek bir hastalık değildir. Hem hangi dert bir gülme sebebi olabilir ki? Tom, birlikte göreve çıktıkları devriye arkadaşının kırıtarak yürümesini çözememiş, çaylak olduğu için de sormaya cesaret edememiş, komik senaryolar üretmiş olmalıydı zihninde.

‘Cerrah, Hamdi’nin kıçıyla uğraşırken makası mı unuttu, o yüzden mi çanakları çalkalanıyor?’

Hayatta her şey oluyordu. Bir radyo programında dinlemiştim. Berberin teki Osman Amca’nın burnundaki kıl dönmesini alıp hayatını kurtarmış, bir sürü doktorun teşhis koyamadığı derdi bitirmiş.

O sıra Hamdi devriye arkadaşının suratına şak diye bir şaplak patlatmaz mı?

“Ne gülüyorsun lan p..venk!”

Polisler birbirleriyle dalaşmaya alışkın olmalılar, yoksa olacak şey mi birinin ötekini sokakta tokatlaması.

Olayı soğutmalıydım. “Neden iki gündür burada…” diyordum ki Hamdi lafı ağzıma tıktı.

“Yahu duymadın mı? Mahallenize hırsızlar dadanmış, beş altı evin mücevherlerini soymuşlar. Baş komiserin ablasının evi burada, aha şu karşıki apartmanda, önceki gün kadının pırlantaları gitmiş. Korkuyormuş. Amir bizi görevlendirdi. ‘Orada kuş uçurtmayacaksınız!’ dedi.”

Tom toparlanıyordu. Silahının kılıfı ışıkta bir kedinin gözleri gibi parıldıyordu ama karizma yerle bir olmuştu.

“Eşkâl belli miymiş, görgü tanığı falan.”

Kıçıkırık Hamdi, “Mert, sadece bir apartmanda güvenlik kamerası var. Kapüşonlu iki hırsızı kamera yakalamış. Dur, dur, sana o k.takları göstereyim” dedi. Cep telefonunu özenle çıkardı. Görüntüyü güneşten korumak için gölge bir yere geçtik.

Videoyu izlerken gözlerim döndü, görüntü karanlık olsa da yürüyüşlerinden belli ki iki kadın. Yüzleri gözükmeyen hırsızlar tanıdık geldi, özellikle spor ayakkabıları.

“Durdurup büyütebilir misin görüntüyü?” dedim eski sınıf arkadaşıma.

Başkalarının telefonunda öyle özellik yokmuş gibi sırıttı. Kadınların ayaklarına baktım. Zira hoşluk olsun niyetiyle taşındığımız günden iki gün sonra kız kardeşlere ikişer liraya aldığım mavi boncuklu bileklikler…

 Benzer bilekliklerle hiçbir hırsız işe çıkmazdı. Bu bir tesadüf de olamazdı.

Meğer gündüzleri evden çıkmayan ses teknisyeni karımla mahallenin inciğini cıncığını bilen emlakçı simsarı ablası -ben gece horul horul uyurken-, dizi mizi seyretmiyor ev gezmelerine çıkıyorlarmış.

Kıçıkırık arkadaşım pek övündüğü telefonunu arka cebine sokuştururken, gece, “Hayatım, sen git uyu, gündüzleri dolaşıp, yoruluyorsun, bizim dizimiz var” diyen karımın sesi kulaklarımda çınladı.

“Bizi arıyorlardır.”  

Önceki İçerik
Sonraki İçerik

En Son Yazılar