Yeni Sayı Çıktı!

En son hikaye, röportaj ve yazıları şimdi tıklayıp ücretsiz okuyabilirsiniz!

Yeni Sayı Çıktı!

En son hikaye, röportaj ve yazıları şimdi tıklayıp ücretsiz okuyabilirsiniz!

KİTAP KULÜBÜ

Diğer Yazılar

Gamze Yayık
Gamze Yayık
Gamze Yayık. 1972 yılında doğdu. Babasının memuriyeti nedeniyle Türkiye’nin farklı şehir ve okullarında süren eğitimi, Dokuz Eylül Üniversitesi Jeoloji Mühendisliği Bölümü’nden 1994 yılında mezuniyetiyle son buldu. İşsiz bir mühendis olarak başladığı yetişkinliğini Ying Yang mahlasıyla DivxPlanet sitesinde polisiye dizi ve filmlere gönüllü altyazı çevirmenliği, altyazı editörlüğü yaparak geçirdi. En büyük tutkusu olan kitaplardan ve okuyup öğrenmekten asla vazgeçmedi. İzmir’de yaşıyor. Halen Handan Gökçek’in “Yaratıcı Yazarlık” Atölyesi’nde polisiye okuma tutkusunu yazma uğraşına çevirmeye çabalayan bir öğrenci.
<strong>KİTAP KULÜBÜ</strong> 1

YAZI ÇİZİ ÇEKİ KİTAP KULÜBÜ’NDE “BELLA’NIN ÖLÜMÜ”NÜ KONUŞUYORUZ

Sevgili Dedektif Dergi okurları, bu sayıdan itibaren kitap kulüplerine misafir olarak suç edebiyatına polisiyeseverlerin gözünden bakmaya çalışacağız. 43. sayımızın konuğu Yazı Çizi Çeki Kitap Kulübü. Kulübün kıymetli katılımcıları -Ayça Turgut, Beril Erbil, Işıl Erbil, Sevil Çalıkkasap, Nilgün İleri, Medine Genç, Mustafa Tokdede, Nadire Ercan, Müge Faden Mersin, Işıl Özten, Funda Akıncı, Cahide Tüzün, Hüseyin Can, Nedim Atak ve Selin Aravi- Ocak ayında Dedektif Dergi için Georges Simenon’un ünlü polisiyesi “Bella’nın Ölümü”nü okudu. Bu keyifli toplantıya konuk olduk ve sizler için kâğıda döktük.

Kitap kulüpleri, okumayı seven her yaşta kitapseverin fikirlerini ve bilgiyi paylaşabildikleri özel oluşumlar. 2017’den beri faaliyetini sürdüren Yazı, Çizi, Çeki Atölyesi katılımcıları kendilerini şöyle tanımlıyorlar.

Yazı Çizi Çeki olarak hikâyeleri dinlemeyi, anlatmayı, hayatın her alanından beslenerek yeni hikâyeler yaratmayı seviyoruz.

Sanatı, okumayı ve yazmayı hayatımızın merkezine koyduk.

Yazıyla, yazmak istediğiniz kitaplarla ya da yazdıklarınızla ilgili konularda ihtiyacınız olan editörlük, danışmanlık ve koçluk hizmetini sunuyor, yaratıcı yazarlık başta olmak üzere atölyeler düzenliyor, edebiyat kulübümüzde nitelikli edebiyatı tartışıyor, kurumunuza yönelik eğitim ve atölyeler düzenliyoruz.

Yazmak çok bireysel bir iş ve bu alanda güvenilir yol göstericilere ve iyi yol arkadaşlarına ihtiyaç var.

Farklı konularda atölyeler, topluluklar bulunduran ve hizmetler sunan oluşumun kurucusu Beril Erbil bir yazar ve editör.1982 yılında İzmir’de doğan Erbil, Dokuz Eylül Üniversitesi İşletme Fakültesinden mezun olduktan sonra uzun bir süre perakende sektöründe çalışmış. Daha sonra Ege Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Psikoloji Bölümünde “Sosyal Bilimlerde İnsan Çalışmaları” üzerine yüksek lisansını tamamlamış.

Yazı Çizi Çeki Atölyesi’ni kurmasıyla beraber edebiyat ve yazı alanında tam zamanlı emek vermeye başlamış. Söyleşi ve yazıları Bir Gün, İzmir Life, İz Gazete başta olmak üzere çeşitli dergi, gazete ve dijital mecralarda yayımlanmış. 

Oluşumun etkin ve başarıyla süregelen kitap kulübünde yönlendiriciliği her ay farklı bir katılımcı üstleniyor. Ocak ayı yönlendiricisi Ayça Turgut toplantıyı, “Bella’nın Ölümü” başta olmak üzere yüzlerce roman ve öyküyü suç edebiyatına kazandıran ünlü polisiye yazarı Georges Simenon’u etraflıca tanıtarak başlattı. Kitabı iki farklı çeviriden okuyarak hazırlanmış olması bizi oldukça sevindirdi ve etkiledi doğrusu. Gelin yazarı bir de Ayça Hanım’ın sözleriyle tanıyalım.

“1903 yılında doğan Belçikalı yazar üretken kişiliğiyle polisiyeye çok sayıda eser vermiştir. Günde 60-80 sayfa yazı yazabilen Simenon 200 roman, 150’nin üzerinde novella ve denemelerle hızlı bir edebiyatçı olarak nitelenebilir. Aşk yaşamı da yazın hayatı kadar hızlı ve hareketli geçen yazarın kadınlar ve edebiyat dışında en sevdiği şey hiç yanından ayırmadığı piposu. Aynı pipoyu romanlarında karakterlerinin de taşıdığını görüyoruz. Simenon hayatını dört ayrı ülkede geçirmiş. 19 yaşına kadar memleketi Belçika’da kalan yazar, Paris’e yerleşerek 42 yaşına kadar orada yaşamış. İkinci Dünya Savaşı sırasında yaşanan kâğıt sıkıntısı nedeniyle kitaplarını bastırmakta zorlanan Simenon on yıl kadar yaşayacağı Amerika’ya göçmüş ancak ömrünün kalanını İsviçre’de tamamlamış. Belçikalı kimliğini hiç kaybetmeyen Simenon yazmaya ilk gençlik yıllarında bir gazetede suç haberleri yaparak başlamış. Burada edindiği tecrübe ve birikim daha sonra yazacağı romanların kaynağı olmuştur. Önceleri duygusal ağırlıklı hafif macera kitapları yazar, 1929’da tanınan karakteri Komiser Maigret’i yaratır ve 75 roman ve 28 hikâyede Maigret maceralarını kaleme alır. Yaklaşık kırk yıl boyunca yayınlanan bu dizi romanlar yazarın en çok okunan ve film senaryosuna aktarılan eserleri olmuştur.”

“Simenon klasik bir polisiye yazarı değildir. Kitaplarındaki psikolojik derinlik ve gerilim okurun ilgisini kitabın sonuna yönelik olmaktan çıkarır. Olaya, katile ve nasıl yakalandığına odaklanmayıp karakterlerin ve suçun psikolojisiyle ilgilenir. “Bella’nın Ölümü” bunun iyi bir örneği. Dili yalın kullanan yazar basit cümlelerle bile bizi gerilimli bir atmosfere sokmayı başarıyor. Kitaplarında yaşamın her köşesinden ve farklı tiplerde ne mutlak iyi ne de mutlak kötü olan sıradan insanlara rastlıyoruz. Mekân olarak kırsal ve daha küçük yerleri seçen yazar, küçücük bir trajik olayın sıradan bir hayatı nasıl değiştirebileceğini anlatıyor. Bella’nın ölümü dışında okuduğum iki kitabında İstanbul’a göndermeleri olduğunu fark ettim. Araştırınca öğrendim ki, Simenon 1933 yılında Büyükada’da sürgünde olan Bolşevik siyasetçi Lev Troçki’yi ziyaret ve röportaj amacıyla İstanbul’a gelmiş, mekanların cazibesine kapılarak bir müddet kalmış. Bu nedenle bazı eserlerinde Türk toplumunun 30’lu yıllarını yansıtmıştır.”

Kitabın çevirmeni ve Türk edebiyatının postmodern dönem yazarı Bilge Karasu üzerine de bilgi veren Ayça Hanım gruba tercüme hakkında fikirlerini sordu.

Nadire Ercan, “Bilge Karasu çevirisinde günlük hayatta kullanmadığımız bazı sözcüklerle karşılaştım, bunları ilginç buldum. Türkçeye yeni kelimeler eklenmesini olumlu ve bu eylemi yenilikçi görüyorum.”

Işıl Erbil “Bilge Karasu çevirisini akıcı buldum. Güzel bir Türkçe, yeni kelimelerin o tarihte dilimize kazandırılması çok kıymetli ancak bunlar günlük dile yerleşmemiş. Bu nedenle okurken beni kitabın akışından kopardı. Beni en çok rahatsız eden ‘Emmioğlu’ söylemi oldu. Türkçe’nin evrilmesiyle değişmiş bazı yazım kuralları olduğu gözüme çarptı. Bunun dışında temiz Türkçeyle gayet keyifli bir okuma yaptım.”

Funda Akıncı, orijinale bağlı o dönem metinlerinde bu tip yazımlar var. Bu sadece Karasu’ya ait bir özellik değil. Bazı sözcükler beni de şaşırttı. Standart dilde kullanmadığımız halk ağzı sözcükleri seçmiş.

Nilgün İleri “O dönem Türkçeyi kendine dert eden edebiyatçılar dile yeni kelimeler sunuyor ve toplumda kabul görüp görmeyeceğini izliyorlardı. Dile yerleşenler zaten kullanılıyor, diğerleri unutuluyor.”

Nedim Atak “40’lı 50’li yıllarda yazan edebiyatçılarda bugün alışkın olmadığımız kullanımları görürüz. Bilge Karasu, ilginç bir adam, çılgın bir zihne sahip. Öğrencilik yıllarımda arkadaşlarımdan hakkında çok şey dinlemiştim. Bu çevirisinde gördüğümüz kullanımları inatla yapmış sanki. Okumaya çok meraklı ve Türkçe aşığı olduğunu biliyoruz. Ancak diğer metinlerinde bu sözcükler bu kadar yoğun değil. Okurken ben de yoruldum açıkçası, ancak sözlüğe bakma ihtiyacı da duymadım. Simenon o şekilde mi yazmıştı bilmiyorum ancak Bilge Karasu, çevirisiyle romana bambaşka bir şey katmış. Değişken ruh halini çevirisine de yansıtmış. Simenon da az tuhaf biri değilmiş gerçi. Kitabın sonunu çok net anlayamadım.”

Çevirmen usta bir kalem olunca kitap ve yazarı gölgede mi kalacak acaba diye endişelenmeye başlamıştık ki Ayça Hanım ve katılımcılar Karasu çevirisinin güzelliği üstünde hemfikir oldular ve kitap hakkında konuşmaya geçildi. Bundan sonraki satırlar kitabı okumayanlar için okuma keyfini bozabilecek detaylar içerir, hatırlatalım.

Ayça Turgut “Klasik bir polisiye okumadığımızda sanırım hemfikiriz. Klasik bir polisiyede olması gereken unsurların bir kısmı bu romanda da var elbette ancak, yan karakter olmasını beklediğimiz Spencer işin odağında ve romanın anlatıcısı olarak karşımıza çıkıyor. Olay olup bitmişken biz önce evinin sonra kafasının içine giriyoruz. Bu nedenle kitabı psikolojik gerilim olarak da tanımlayabiliriz.”

Nilgün İleri “Doğrusu polisiye seven biri değilim. Roman klasik bir polisiye olsaydı muhtemelen beğenmezdim. Ancak kahraman çok ilgimi çekti.”

Nedim Atak “Kitapta bir şey çok dikkatimi çekti. Neden yazar kahramana bazen Ashby bazen de Spencer olarak hitap ediyor. Bunu pek anlayamadım.”

Mustafa Tokdede “Yazar ezber bozan bir tarzda yazmış. Normalde bir polisiyede kitabın son bölümüne kadar katilin kim olduğunu merak eder ve bu nedenle kitabı okuruz. Bu romanda ise suçlu yok, suçluluk psikolojisi var. Daha çok suçlu zannedilmenin yargılanmasını okuyoruz.”

Nadire Ercan “Suç edebiyatını fazla okumuyorum ancak seyrettiğim filmlerden anladığım kadarıyla klasik polisiyede sorgulama sahneleri daha dinamik oluyor. Ayrıca karakter için romanın farklı yerlerinde başka hitaplar kullanması konusunu ben de çok düşündüm. Bence karakter antisosyal ve içe dönük olduğundan yazar ismini kullandığında daha yakın, soyadını kullandığında daha mesafeli olmak istemiş gibi geldi.”

Ayça Turgut “Kitabın başında öldürüldüğünü öğrendiğimiz Bella, aslında baş karakterimiz Spencer’ı daha yakından tanımamız için var. Öykümüz New York’un küçük bir kasabasında geçiyor. Yazar romanda orta sınıf Amerikan yaşantısını yansıtıyor. Ben Spencer karakteriyle Suç ve Ceza romanının Raskolnikov’u arasında bir benzerlik buldum. Orada da suç başta işlenmiştir. Sonrasında sayfalarca Raskolnikov’un kendi içindeki hesaplaşmalarını okuruz. Suçlu hissedişi ve vicdani hesaplaşmaları bana o romanı anımsattı. Spencer Ashby 43 yaşında, evli, çocuğu olsa iyi bir aile babası sayılabilecek sıradan bir adam. Toplumun ona bakışı böyle en azından. Zaten roman boyunca yazar toplumu ve toplum kurallarının birey üzerindeki etkisini irdeliyor.”

“Romanda Spencer’ın yaşadıkları toplamda sekiz gün sürüyor. Geri dönüşler ve iç hesaplaşmalarla zaman kavramının esnetildiğini görüyoruz. Alelade bir adamken kitap ilerledikçe aslında derinlerde farklı arzuları olan biriyle tanıştık. Romanda bazı kilit kelimeler dikkatimi çekti. Toplum, anne, büyüteç, baba, Bayan Moeller’in bacakları ve Bayan Katz. Spencer’ın hayatı bir gecede değişiyor. Olay sonrası toplumun büyüteci altında tıpkı bir böcek gibi incelemeye alınıyor. Sakin hayatı birden evine giren çıkan insanlarla hareketleniyor. Tüm kasabanın ilgisi onun üzerinde. Kahramanın Bella’nın ölü bedenini gördüğünde ilk gençlik yıllarındaki bir ana gidişi var. Arkadaşının gösterdiği pornografik bir resim onu çok utandırmış. Önce paranoyakça düşüncelere kapılıp geriliyor. Romanın ilerleyen sayfalarında şüpheler Spencer’dan uzaklaşsa da Spencer’ın eve gelen daktilo Bayan Moeller ve komşu Bayan Katz üzerine düşünceleri okur gözünde de katilin o olabileceği izlenimini yaratıyor.”

Nilgün İleri “Bense Spencer’ın önceleri kendisinden şüphelenildiğini anlamadığını ancak sorgu ilerledikçe bunu fark ettiğini düşünüyorum. 13 yaşındaki travmasını anımsaması da kendisinden emin olamamasına neden oluyor. Kız arkadaşı olmamış. Eşiyle de aralarında cinsel bir çekim yok. Bella’nın bedenini görünce yaşadığı utancı geçmişteki o anla örtüştürüyor. Utancı depreşiyor yani.”

Ayça Turgut “Roman ilerledikçe Spencer’ın üzerindeki baskı ve ilgi o kadar artıyor ki evi adeta bir cinayet müzesi haline geliyor. Çeşitli bahanelerle eve gelip olayı sorgulayanlara masum olduğunu kanıtlayabilmek için özel yaşamının dokunulmazlığını bile savunmuyor karakterimiz. Belki de mahremiyetine yapılan bu saldırıdan dolayı Spencer’ın da en gizli duyguları ortaya çıkıyor. Bella’nın odasında bulunan talaş tozu şüpheyi tekrar Spencer’a çekse de aslında tozun geçmiş bir tamirat nedeniyle orada olduğunu öğreniyoruz. Doktorun bedensel muayenesi sırasında yeniden utanç hisseden Spencer gençlik travmasını tekrar anımsıyor. Bella’nın tanıdıkları masum genç kızdan farklı bir karakterde olduğunu öğrenen Spencer okuldaki görevinden de bir süre uzaklaştırılınca ağlayacak kadar çok üzülüyor. Artık toplumun bir parçası olmaktan çıkıp dışarı itildiğini fark ediyor. Karı koca arasında konuyla ilgi konuşulmadığı için birbirinin duygularını öğrenmeleri de mümkün olmuyor. Eskisi gibi toplumun bir parçası olabilmek için kilisedeki ayine katılıyorlar ancak Spencer artık kendi de oraya ait hissetmiyor. Toplumdan ayrışarak ötekileşiyor.

Nilgün İleri “Aslında Spencer onlardan hep farklıydı ama bunu hiç sorgulamamış. Sırf annesine benzediği için Christine’le evlenmiş, neden çocuğu olmadığını bile sorgulamıyor. Bella’nın ölümüyle birlikte gözler ona çevrilince hayatını sorgulamaya başlıyor. O zaman ötekileri fark ediyor, orta sınıfın durumunu. Aynısı bizim toplumumuzda da var. Bizde de insanlar suçu ispatlanana kadar masum sayılmıyor maalesef.

Nadire Ercan “İlk bölümde Bella’nın annesi sahneye çıkıyor. İlgisiz bir anne olduğunu anlıyoruz ama olaylarla ilgisini kuramadım, sizin düşünceniz ne?”

Nilgün İleri “Ashby çifti Bella’yı hiç tanımadıkları halde evlerinde konuk ediyorlar. Genç kızın annesi Christine’in yakın arkadaşı ancak aralarında en ufak bir benzerlik yok. Bella’yı tanıyabilmemiz için annesinin gelip kendini göstermesi gerekiyordu. Anne ve etraftan duyduklarımız kanalıyla Bella’yı tanıyoruz.

Hüseyin Can “Anne cinayet zamanında orada değil, Paris’te.”

Ayça Turgut “Evet, kadın fırtına gibi gelip gidiyor. Christine’e tezat bir karakter olarak kurgulanmış. Spencer giderek yalnızlaşıyor. Yazarın burada toplum eleştirisi yaptığını görüyoruz. Spencer’ın postanede Christine’in kuzeniyle yaşadığı bir olay var, anımsarsanız.”

Nilgün İleri “Orda Spencer suçsuz olduğu için herkesin gözlerinin içine baka baka yürüyüp gidiyor. Artık Spencer’da büyük bir değişim başlıyor.”

Hüseyin Can “Katilin suçunu itirafı için vicdan muhasebesi gerekir. Ben Spencer’ın artık kendisiyle yüzleştiğini, geçmişini anımsayarak iç hesaplaşmalar yaşadığını düşünüyorum.”

Ayça Turgut “Spencer bu yaşadıklarını bir savaş ilanı olarak niteliyor ve o andan sonra daha cüretkâr bir adama dönüşüyor. İçindeki karanlık noktalar su yüzüne çıktıkça başka bir insana evrilmeye başlıyor. Evde Christine’ın yüzünü inceleyerek anne ve babasının geçmişine gidiyor Spencer, böylece büyüdüğü ortamı görüyoruz. Kadınlara karşı beslediği düşmanlığın nedenlerini öğreniyoruz. Kendinden korunmak diye bir bölüm var kitapta. Spencer kendini kendinden korumaya uğraşmış yıllarca.”

“Sonunda rahat tavırlarını tehlikeli bulduğu Bayan Moller’le buluşarak bugüne kadar kendini sakındığı bütün hareketleri sergiliyor. Gecenin sonunda arabada -yazarın dolaylı anlatımıyla- birlikte olduklarında Spencer’ın başarısızlığı ve kadının ona gülüşü kadını öldürmesine neden oluyor. Bella’nın katili belki Spencer değil ancak toplum baskısıyla yaşadıkları onu bir katile çeviriyor. Sonun daha açık ve detaylı anlatılabileceğini düşünüyorum. Barda dayak yiyip kendini cezalandırdığı bölümü çok beğendim. Sizin romanın sonuyla ilgili görüşleriniz neler?”

Nadire Özcan “Açıkçası romanın sonuyla ilgili bir sorunum olmadı. Ancak romanın gelişme kısmında sorgu sahneleri uzundu. Elbette karakteri tanımak ve yaşadığı değişimi görmek açısından bu sahneler gerekliydi.”

Hüseyin Can “Yazar romanın genelinde beklenti, toplumsal yargılama, kaygı ve kuşkuyu yerinde veriyor. Aslında katili öğrenmek beklentisiyle okuyoruz romanı. Temayı gerçekten güzel işliyor. Karakter bozuk kişiliği ve geçmişi nedeniyle suça eğilimli. Çok ustaca yazılmış. Güzel bir kitap seçimi oldu.”

Beril Erbil “Sonu bana da çabuk bitti gibi geldi. Kafasının içini çok iyi gördük. Yaşadığı o son sahne de muhtemelen çok çabuk olup bitmiştir. Olayları Spencer’ın kafasındaki hızda yaşadığımızı düşünüyorum.”

Müge Faden Mersin “Ben sonunda katilin Spencer olmamasına şaşırmıştım. Bu akşama kadar da Bella’nın katilinin belirsiz kaldığını düşünüyordum. Ancak bu akşamki toplantı fikrimi değiştirdi. Spencer Bella’yı öldürmüş olabilir. Kitabın başında Bella’yı da çok masum bir kız olarak tanımıştık. Ancak konu ilerledikçe durum değişti. Yargılarımızın yanıltıcı olabileceğini anladık. Spencer’ın da geçmişte birtakım yaralarının olduğunu gördük. Kafa sesi katil olmadığını söylüyor ama bana ‘gerçekten Bella’yı o öldürmüş olabilir mi’ diye de sordurdu.

Işıl Erbil “Bana da roman hiç bitti gibi gelmedi. Olaylar çok hızlı gelişti ve kadını tasarlayarak öldürmedi. Sorunlu bir kişilik suç işlemeye meyillidir düşüncesine katılmıyorum. Evet geçmişte yaşadığı acılar mutlaka Spencer’ı şekillendirdi. Fakat herkesin hayatında büyük veya küçük travmalar var. Hepimizin içinde iyi ve kötü var. Biz veya şartlar hangisini beslerse hayat o yöne kayıyor. Romanda toplum baskısıyla insanların belli kalıplara sıkışıp kaldığını görüyoruz. Bunun etkisiyle olaylar gelişirken hiç olmaz dediğiniz biri bile bir anda katil olabilir. Spencer’ın katil olduğunu hiç düşünmedim ama o bile sonunda öldürdü, bu hepimizin başına gelebilir. Başta bahsettiğimiz Raskolnikov’un suç nedir, katil kime denir sorgulamasına götürdü okuduklarım beni.”

Beril Erbil “Aslında şöyle diyebiliriz, insanın içinde iyi ve kötü dengededir. Bir tarafı baskılayıp yok saydıkça, bastırılanın geri dönüşü onu katil yapabiliyor. Duyguları bastırmanın da ne kadar kötü sonuçlar doğurduğunu görüyoruz.”

Nilgün İleri “Orta sınıfın toplumsal baskısının, insanları siyah ve beyaz olarak ikiye ayırışının ya iyisindir ya kötüsün fikrinin sonucunda Spencer da katil olmayı seçti. Postanede ona söylenen bir söz vardı ya ‘Yüzde on katil olma ihtimalin bile olsa elini sıkarsam bir katilin elini sıkmış olacağım’ demek ki bu durumda kimseyle tokalaşmamak gerek.

Katılımcıları vedalaşmaları için yalnız bırakmadan önce Dedektif Dergi ailesi adına bizi konuk ettikleri için teşekkür ediyor, sonraki toplantılarında keyifli okumalar ve tartışmalar diliyoruz.

Bir sonraki Kitap Kulübü yazımızda görüşmek üzere…

En Son Yazılar