Üç Gün Sonra…
Asırlar gibi gelen üç günün ardından akşam saatlerinde koğuşun büyük demir kapısı gıcırtıyla açıldı. Gardiyan Hayrettin ve yanında getirdiği temiz yüzlü, yaşlıca bir adam belirdi. O dakikaya kadar ne Baba’yla ne de Profesör’le tek kelime konuşmuştum. Yatağımın altında duran siyah yılanın varlığından ve kopacak olan kıyametten başka hiçbir şey düşünmemiştim. Uykularım da yılanlar ve şeytanlarla dolu kâbuslar yüzünden bölünüp durmuştu. İşte şimdi uykusuz gecelerimin, kâbuslarımın ve sorularımın sonuna gelmiştik.
Hayrettin adamı sırtından hafifçe ittirerek içeri soktu. Adam ürkek bakışlarla koğuşu ve içindekileri süzüyordu. O kapıdan girdiğim ilk günü anımsadım. Bu hissi biliyordum. Aynı ürkek bakışlar ve aynı göt korkusu… Katillerle, uğursuzlarla aynı kapana kısılmış olmanın getirdiği utanç ve başına geleceklerin bilinmezliği… Kimin kim olduğunu bilememenin, kime yanaşıp kimden uzak durman gerektiğini sezememenin getirdiği endişe… Ve tüm korkularını önce zirveye çıkaran sonra da silip süpüren o an: Baba’nın huzuruna çıkış…
“Gel Hayrettin! Misafir mi getirdin?”
Hayrettin yüzündeki o nefret ettiğim her zamanki yılışık sırıtışla yaklaştı.
“Artık ev sahibi mi olur misafir mi olur bilemem Baba. Takdir senin.”
Baba kısacık bir göz teması ve bir el hareketiyle beni ve Profesör’ü çağırdı. Ne ara yanına varmıştım, bilmiyorum. Belimde emanet, kalbimde kıyametin ayak sesleri, oturdum Baba’nın yanına.
Baba ayakta sırıtarak bekleyen Hayrettin’e baktı sertçe.
“Lan benden habersiz kitap falan mı okuyon Hayrettin? Böyle süslü lafları bilmezdin sen.”
“Aman Baba, ne öğrendiysek senin saye…”
“Kes lan kes! Bir kere de sinirimi bozmadan çık git şu kapıdan be!”
Hayrettin sessiz, başı öne düşmüş halde, dikilmeye devam etti. Adam tam bir sabır sınavıydı hakikaten. Profesör duruma el koydu.
“Şşşştt!”
Kısa ve net bir kafa hareketiyle beraber her şeyi anlatan bu sesin gardiyan için anlamı belliydi:
“Siktir git!”
Hayrettin başını hiç kaldırmadan ama bana da göz ucuyla ve nefretle bakmayı ihmal etmeden çıktı gitti. Baba’nın ağzından meraklı bakışları şiddetle püskürten ve kıyameti başlatan ilk söz çıktı:
“Dağılın lan! Yeni misafirimizle özel ilgileneceğiz.”
Ayağa kalktık. Babanın ranzasına geçtik. Ranzanın etrafını battaniyelerle örtülerle çeviren Profesör, son kontrolü de yaptı. Yatak, dışarıdan görünmeyen bir çadıra dönüşmüştü. Adam titriyordu. Zangır zangır. Ben de kıyamet düdüğünün çalmasını bekliyordum heyecanla. Baba misafirin gözüne bir kez baktı ve hiç uzatmadan, doğrudan mevzuya girdi.
“En son sattığın kadının adı neydi lan puşt?”
Profesör’ün elindeki eğik uçlu hançeri o an fark ettim. Adamın gırtlağına dayayınca…
Adamın sesi korkudan mı bilmiyorum, yalan kokuyordu. Kaypak, kaygan ve çatallı… Belimdeki yılanı anımsadım yine.
“Bak, sana çok para ve…”
Hançer biraz daha dayandı o kaypak sesi çıkaran gırtlağa. Hafifçe sızan kanlar göğsüne inerken adam sustu. Baba bana baktı. Profesör de… Bakışlardan anladım ki vakit gelmişti. Emaneti çıkardım. Horozu kaldırdım. Adam terden sırılsıklam olmuştu. Islaklık keskin bir kokuyla birleşti. Herif altına işemişti. Baktım, hâlâ işemeye devam ediyordu. Baba konuştu.
“Profesör çek şu bıçağı. Bıçak zoruyla konuşturdu, dedirtmem kendime. Sen de silahı çek evlat! Konuş lan sen de korkudan geberip gitmeden.”
Adam sümüğünü koluna sildi. Kesik kesik mırıldandı.
“Kadının… Adı… S… iha…”
Ne diyordu lan bu herif? Kıyamet basit bir tesadüf yüzünden mi çıkacaktı? Yo, hayır! Buna izin vermeyecektim. Belki de yanlış duymuştum.
“Götünden değil ağzından çıksın lan sesin! Doğru düzgün söyle! Kadın kimdi? Kimin nesiydi?” diye bağırdı Profesör.
“Sa-li-ha… İsmet abinin Saliha…” dedi herif utanmadan, sıkılmadan, ölümden korkmadan.
Kıyameti koparmak için ayağa kalkmaya yeltendim ama bir el omzuma bastırıyordu. Baktım, Baba’ydı. Baba bir yandan beni bastırırken bir yandan kaypak herife son sorusunu sordu:
“Aferin sana, aferin koçum! Kadını kime sattığını da de bakalım! Ama bu kez bir seferde söyle ki bitsin bu işkence, tamam mı lan?”
Adam Baba’nın güven veren sesinden sonra sanki daha sakinlemişti. Bana ve Profesör’e bakıp konuştu:
“Bu mahpushaneye düşmüş dediler, adı Süleyman.”
Beklenen bu son isim de gelince Baba ve Profesör sakince ayağa kalkıp çadırdan çıktılar. Çıkarken Baba’yla göz göze geldim. Hiç konuşmasa da o bakışlar çok şey demişti.
“Ablanı babandan alıp bir mal gibi satan adamı verdim sana. Süleyman’ın kıyametini ben kopardım. Bu puştunkini de sen kopar evlat! Kopar şu kıyameti! Kopar!”
O andan sonra karanlık çöktü kalbime. Ne bir şey görür ne de duyar oldum. Demek kıyamet böyle bir şeydi. Kapkara bir delilik…
Gözlerim yanıyor, beynim uğulduyordu. Silahı dayadım herifin alnına. Sonra kesmedi ağzından içeri soktum namluyu. Ağlamalar, zırlamalar duyuyordum sanki ama emin de değildim. Her şey bulanık, her şey karışıktı. Hayat, ölüm, doğru, yanlış, suç, masumiyet, sesler, gürültüler, yalvarışlar, zırıltılar, vızıltılar… Kafamın içinde uğuldayıp duran binlerce arı…
Susmalıydı! Her şey susmalıydı! Ama önce şu herif! Önce şu orospu çocuğu susmalıydı! Adını bile bilmiyordum. Ne garip…
Derin bir nefes aldım. Nefesimi bırakırken gözlerimi açtım. Herifin gözlerinde gördüğüm şeyden emindim. Kıyamet! Ve tetiği çektim…