Hoş geldiniz sevgili Gencoy Hocam. Kurucusu, geliştiricisi, hocası, her bir şeyi olduğunuz yuvamız Dedektif Dergi sayfalarında bu sefer sizi konuk etmek ne güzel… Konuşacak öyle çok konumuz var ki nereden başlasam bilemiyorum. Sizi usta polisiye yazarı kimliğinizle iyi tanısak da hepimiz için hayli gizemli bir kişiliksiniz. Bu röportajı hazırlarken hakkınızda çok az şey bildiğimi hayretle fark ettim. O yüzden polisiyeci kimliğiniz haricinde de merak ettiğim her şeyi sormayı planlıyorum. Hazır mısınız?
Hazırım. Başla bakalım.
Zonguldak’ın Filyos ilçesinde doğduğunuzu biliyoruz. Nasıl bir çocukluk ve gençlik geçirdiniz? İlgi alanlarınız nelerdi? On dört yaşında ailenizle birlikte taşındığınız İstanbul’da devam eden hayatınız ve sonrasında ne işlerle meşgul oldunuz?
1950 ve 60’lı yıllarda Türkiye’nin birçok bölgesinde kamuya ait sanayi teşekküllerinde çalışanlar için devletin oluşturduğu siteler vardı. Bulunduğu kasabaya veya şehre can veren, kültürel ve sosyal yaşamında etkili olan modern kentleşme projeleriydi bunlar. Bazıları buna Atatürk modeli de diyorlar. Çetin Altan’ın, tarladan döndükten sonra tenis oynayan köylüler hayali gibi bir şey. Filyos da bu modern kentleşme örneklerinden biriydi. Şimdi düşünün; deniz kıyısında 3.500 nüfuslu küçücük bir nahiye. Büyük merkezlerle en ekonomik ve hızlı bağlantı sadece demiryolu ile sağlanabiliyor. Merkezinden dışarıya yüz adım attığınız vakit, bildiğiniz köy hayatı başlıyor. Ama siz sineması, tiyatrosu, tenis, golf, basketbol, voleybol ve futbol sahaları, lokalleri, okulu, çocuk parkları, özel plajı, marketi olan korunaklı bir sitede, bahçeli, villa benzeri modern evlerinizde yaşıyorsunuz. Bahçenizde tavuk besliyorsunuz, sebze yetiştiriyorsunuz, kediniz, köpeğiniz var. Ve kimse kimseye karışmıyor, yaşamına, kılığına, kıyafetine müdahale etmiyor. Ne içki içmek yasak, ne kadınlı erkekli bir araya gelmek, ne kızların oğlanlarla flört etmesi. Herkes modern, herkes çağdaş, herkes iyi giyimli, herkes kültürlü…
Benzer ortamlar Anadolu’da birçok yerde vardı. Zonguldak’ta çok daha büyük ve gelişmişleri kurulmuştu. Merkezde, Karabük’te ve Ereğli’de… Nazilli’de, Bursa’da, Gemlik’te, Hereke’de, Maraş’ta, Eskişehir’de hatta İstanbul’da Bakırköy’de bile bu modern kentler vardı. Hepsi de kamu sanayi işletmelerinin bir parçasıydı. Özelleştirme, önce bu sanayi işletmelerini yok etti. Ardından çevresine kurulmuş modern kentleri. Aslında yok edilen binalar, bahçeler değil, bir hayat tarzıydı. Sanırım hedef de buydu.
Bugün Filyos’taki bahçelerin, kırmızı kiremitli o güzel evlerin yerinde çirkin çirkin apartmanlar yükseliyor. O güzel dünya sadece hatıralarda kaldı. Oysa; vadim o kadar güzeldi ki…
İstanbul’da önce Kabataş Erkek Lisesi’ne gittim. Ardından İstanbul Teknik Üniversitesi’nin İşletme Mühendisliği Fakültesi’ni bitirdim. Bir süre İstanbul Üniversitesi İktisat Fakültesi’nde araştırma görevlisi olarak çalıştım. O süreçte yüksek lisans ve doktora yaptım. Eğitimle geçen bütün bu süre zarfında sadece İTÜ’deki yıllarımı hasretle anıyorum. Hem hocalarımla hem sınıf arkadaşlarımla kalıcı dostluklar edindim. Kabataş yıllarımdan sadece edebiyat hocam Oktay Tuncer’i anmadan geçemem. Bana, yazar olabileceğimi söyleyen ilk kişi odur. O özgüveni bana Oktay hocam verdi.
Edebiyata, özellikle de polisiye edebiyata düşkünlüğünüz ne zaman başladı? Agatha Christie sevdası yüreğinize nerede düştü? İngiltere’ye taşınmanız nasıl oldu? O süreci biraz anlatır mısınız bize?
Polisiyeye ilgim, Mike Hammer romanlarıyla başladı. O sıralarda on-on bir yaşlarındaydım. Tabii o zamanlar okuduğum Hammer romanlarının bizim yerli yazarlarımız tarafından yazıldığından haberim yoktu. Yıllar sonra F.M. İkinci’nin Kemal Tahir olduğunu öğrendim. Ama onun dışında başka romanlar da vardı. Filyos’taki evimizin tavan arasındaki sedire uzanıp bir yandan bahçedeki ağaçlardan topladığım elmaları yer, bir yandan da onları okurdum.
Agatha Christie’yle tanışmam Beyoğlu’nda oldu. Yok, Pera Palas’ta değil, İstiklal Caddesi’nde. O yıllarda (1972) cadde üzerinde kitap satarlardı. Bunlardan birinin sergisinde Ölüm Sessiz Geldi romanını almamla başladı her şey. Agatha Christie, o zamana kadar duyduğum, bildiğim bir yazar değildi. Herhâlde kitabın kapağındaki fotoğraf ve arka kapaktaki yazı hoşuma gitti. Böylece Mösyö Poirot’yla da tanışmış oldum. Ondan sonra deliler gibi Agatha Christie kitaplarını okumaya başladım.
Agatha Christie’de beni cezbeden şey, romanlarındaki sürpriz sonlar, yarattığı atmosfer ve minimalist anlatımıydı. Gerçeği öyle güzel kamufle ediyordu ki ipuçlarını gözümün içine sokmasına rağmen katili bulamıyordum. Okuru yanıltırken gerçeği de veriyordu. Bunu hemen her romanında yaptığını görüyordum. Ve bu, aslında hiç de sanıldığı kadar kolay bir şey değildi.
Yazar olmaya karar vermemde Agatha Christie’nin büyük etkisi oldu. Göründüğü gibi olmayan şeyleri anlatmayı çok seviyordum. Sonunda bir sürpriz olan hikâyeler yazmak, insanları şaşırtmak hoşuma gittiğine göre hangi türde yazacağımı daha üniversiteye başlamadan kafamda belirlemiştim.
Türkiye’deki ortamdan bunalıp İngiltere’ye gitmemde Agatha Christie’nin de etkisi olmuştur herhâlde. Onun romanlarında anlattığı yerleri, sokakları, evleri, köyleri gördüğümde, o atmosferi yaşadığımda hissettiklerim, benim için benzersiz bir deneyim olmuştur her zaman.

Peki, bir diğer polisiye tutkunu olan Turgut Şişman’la yollarınız nasıl kesişti? Birlikte Türkiye’nin ilk dijital platformları olan www.polisiyedurumlar.com ve Dedektif Dergi’yi kurmaya nasıl karar verdiniz? Bu yolda ne gibi güçlüklerle karşılaştınız?
Turgut’la tanışıklığımız eskidir. Fakat birbirimizin polisiye merakını öğrenmemiz Feneryolu Cinayetleri sayesinde oldu. Benim bir polisiye roman yazdığımı öğrenince dosyayı okumak istediğini söyledi. Ben de verdim. Okuduktan sonra çok yapıcı eleştirilerle bana geri döndü. Daha sonra dosyanın basılması için de bana büyük destek verdi. Polisiyeye olan ilgimizi keşfedince bir web sayfası açalım dedik. Aslında ben daha önce bir blog yayınlıyordum. Onu Polisiye Durumlar sitesine dönüştürdük. Site, epey ses getirdi. Röportaj, kitap tanıtımı, film eleştirisi, araştırma yazıları ve polisiye öyküler içeren Türkiye’deki ilk oluşumdur. O zamana kadar bu tarz bir yayın ne basılı ne de dijital olarak vardı. Turgut’un Polisiye Durumlar’daki emeği büyüktür. Birçok polisiye yazarından ilk röportajı o aldı. Birçok genç kalemi Polisiye Durumlar döneminde polisiyemize kazandıran da odur.
Daha sonra bu yayını bir dergi anlayışı içinde, yani periyodik olarak yapma fikri gelişti. Basılı yayını hiç düşünmedik. Yine dijital yayın yapacaktık. Ben Polisiye Durumlar’ı dergiye dönüştürmeyi önerdim. Turgut ise onun devam etmesini, bizim yeni bir dergi oluşturmamız gerektiğini söyledi. Sonunda onun önerisi üzerinde anlaştık. Dergiye bir ad bulmak da epey zamanımızı aldı. Sonunda “Dedektif” adını uygun bulduk. Dedektif, öykü ağırlıklı bir dergi olacaktı. Çünkü ikimiz de polisiye öykü yazılmasını teşvik etmek istiyorduk. Öykülerin en kolay yayınlanabileceği mecra ise her zaman dergiler olmuştur. Öykü kitapları nedense fazla satmaz. Bu nedenle polisiye öyküye açık bir dergi çıkarma fikri ikimize de iyi bir fikir olarak göründü. Tabii, polisiyenin diğer alanlarına, kitap ve film tanıtımlarına, eleştirilerine, polisiye edebiyatla ilgili makalelere ve suçla ilgili araştırmalara da yer verecektik. Dergi böyle kuruldu. Ve çok tuttu.
Üzülerek söyleyeyim ki bazı polisiye yazarları bu çabamızı küçümsemek için ellerinden geleni yaptılar. Bulabildikleri her mecrada bize sataştılar. Bunu neden yaptılar bilmiyorum. Aslında biliyorum da söylememe gerek yok. Çünkü dokuz yıl sonra biz güçlü bir şekilde burada ve ayaktayız. Onlar ise neredeler kimse bilmiyor.
2017 yılında ilk romanınız ve çok sevilen kahramanınız Dedektif Kerim Ülkü’nün ilk macerası olan “Feneryolu Cinayetleri” okurlarla buluştu. Kerim Ülkü karakteri nasıl ortaya çıktı? Kendisi nasıl biri? İlk kitabınızı elinizde tuttuğunuzda neler hissettiniz?
Feneryolu Cinayetleri aslında 2008 yılında bitti. Fakat yayınlanması dokuz yıl sonra gerçekleşti. Yurt dışında olunca yayınevleriyle bağlantı kurmak da zor oluyor hâliyle. Bir de yayınevlerinin çoğunun yerli yazarlarla ilişkisi –belli başlı birkaç popüler yazar dışında– ahbap çavuş ilişkisiyle yürüyor. Yayınevleri, yabancı yazarlar ve popüler birkaç yazar dışındaki yerli yazarlarla sağlıklı bir ekonomik ilişki kurmaktan kaçınıyor. Sebebi sorulduğunda yerli yazarların kitaplarını basmanın riskli olduğunu ileri sürüyorlar. O kadar ki bazı yayınevleri yerli yazarların kitaplarını basarak bir tür amme hizmeti yaptığını düşünüyor.
Kerim Ülkü’ye gelince… Yazacağım türe uygun bir dedektif karakteri yaratmam gerekiyordu. Bir defa sorunlu biri olmayacaktı. Dedektiflik dışında başka bir mesleği (yeteneği) de olan, zeki, olgun yaşlarda bir erkek. Özel hayatı ve karakteri hakkında derinlemesine bir bilgiye gerek yoktu. Seri bir roman kahramanı olacağı için bu tür bilgiler zaman içinde verilebilirdi. Zaten özel hayatı, hiçbir zaman asıl olayın önüne geçmeyecekti. Bir bakıma gizemli bir kişilik olacaktı. Hakkında fazla bir şey bilinmeyen biri. Kerim Ülkü böyle bir adam. Şu ana kadar iki romanı yayınlandı ama okur onun hakkında çok fazla bir şey bilmiyor.
Kerim Ülkü’yü yaratırken esinlendiğim kişiler Altın Çağ dedektifleriydi. Onlar gibi biri olsun istedim. Yani klasik polisiyenin kurgusal kahramanlarından esinlendim. Kerim Ülkü’de Holmes’ün de Poirot’nun da Peder Brown’un da izleri vardır. Sadece adını ve ikinci mesleğini gerçek hayattan aldım. Dedem Kerim Sümer, 1930’lu yıllarda tanınmış bir aşçıydı. Herkes Hacı Kerim Lokantası diye bilse de lokantasının adı Ülkü’ydü.

2017 yılından itibaren birbiri ardına roman ve öykü kitaplarınız yayımlanmaya devam etti. “Göl Kıyısındaki Ev” adlı öykü kitabınız (2018), ilk olarak Dedektif Dergi’de maceralarına yer verdiğiniz Dedektif Percule Hoirot ile “Aile Sırrı” romanınız (2018), Kerim Ülkü’nün yeni macerası “Mavi Kolye” romanınız (2021), Percule Hoirot maceralarından oluşan öykü kitabınız “Bir Ölüm Kalım Meselesi” (2021), gizemli suç öykülerinden oluşan “Bir Yaz Günüydü” (2024) ve son olarak yeni roman kahramanınız, emekli öğretmen Ayten Akdoğan’ın ilk macerası “Lanetli Evin Katili” (2024) Herdem Polisiye etiketiyle okurlarla buluştu. Gördüğüm kadarıyla izlediğiniz bir şablon var: Üç senede bir olmak üzere, aynı yıl içinde hem bir roman hem bir öykü kitabı çıkarıyorsunuz. Bu sizin toteminiz mi, tesadüf mü? Gerçi siz de çok iyi bilirsiniz ki iyi bir polisiyede tesadüflere pek yer yoktur.
Korkarım seni hayal kırıklığına uğratacağım. Bu durum tamamen tesadüf.
Biraz son romanınız “Lanetli Evin Katili”nden bahsetmek istiyorum. Cosy mystery de denen rahat polisiye türünün güzide bir örneği olan bu romandaki başkarakteriniz, emekli öğretmen Ayten Akdoğan. Kerim Ülkü ve Percule Hoirot gibi “klasik erkek” karakterlerden sonra Ayten’i yaratmaya nasıl karar verdiniz? Erkek yazarlar kadın kahramanlar çizmekte zorlanabiliyorlar. Hâlbuki Ayten son derece kanlı canlı, gerçek bir karakter ve ben editörünüz olarak kendisini çok sevdiğimi söylemeliyim. Kimlerden ilham aldınız? Ayten’in yeni maceralarını okumak için yine üç sene bekleyecek miyiz?
Seri bir kahraman üzerinden polisiye romanlar yazmanın en büyük problemi, kurduğunuz hikâyenin o karaktere uygun olup olmamasıdır. Uygun değilse hikâyeyi değiştirmek zorunda kalırsınız. Bir diğer alternatif ise hikâyeye uygun yeni bir kahraman yaratmaktır. Lanetli Evin Katili’nde dedektifin bazı olaylara tanıklık etmesi söz konusuydu. Bunu Kerim Ülkü’yle yapamayacağımı gördüm. O yüzden hikâyeyi başka bir karakter üzerinden anlattım.
Benim bir sürü dedektif karakterim var. Bunları rezerv olarak saklıyorum. Kendilerine uygun bir hikâye söz konusu olana kadar bilgisayarımın belleğinde kalacaklar. Belki bazıları hiçbir zaman ortaya çıkmayacak. Ayten Akdoğan da bunlardan biriydi. Lanetli Evin Katili’ndeki olay örgüsünü en iyi onunla anlatabileceğimi görünce hikâyeye onu yerleştirdim. Tabii, karakteri biraz daha geliştirerek.
Ayten orta yaşlı, kültürlü, okumaya, eski şarkılara meraklı dul bir kadın. Köpeğiyle birlikte yalnız yaşıyor. Gençliğinden beri gizem çözme merakı var ve bunda da bir hayli başarılı. Öğretmen olması dolayısıyla biraz otoriter, her şeyi kendisinin daha iyi bildiğini düşünüyor. Seri devam ederse, karakteri ve özel yaşamı hakkında daha fazla bilgi edinme şansımız olur. Umarım bunun için üç yıl beklemeyiz.
Onun belirli bir kişiye benzemediği kanısındayım. Belki birçok kişiye benziyor olabilir. Ama ben onların kimler olduğunu bilmiyorum. Sadece soyadını ortaokuldaki Türkçe öğretmenim Semahat Hanım’dan aldım. O da en değerli, saygı duyduğum az sayıdaki öğretmenlerimden biridir.

Gerçi insana en çok hangi çocuğunuzu seviyorsunuz diye sorulmaz ama kitaplarınız/karakterleriniz arasında bir tercihiniz var mı? Siz hem romanlarda hem de öykülerde güçlü bir kalemsiniz. Hangi türde yazmayı daha çok seviyorsunuz?
Karakterlerim ve kitaplarım arasında bir tercihim yok. Öykü ve romana da eşit yakınlıktayım. Her iki türde de yazmayı seviyorum. Bazı konuları sadece öykü olarak daha iyi anlatabiliyorum. Bazılarını ise roman olarak yazmam gerekiyor. Yani hangi türde yazacağıma ben karar vermiyorum. Aklıma gelen fikir ve ondan çıkan olay örgüsü buna karar veriyor.
Otuz sene önce yazdığınız bir öykünüzü okuduğunuzda neler hissediyorsunuz? Tarzınızda ne gibi değişimler/gelişimler gözlemliyorsunuz?
Yazdıklarımı hâlâ beğeniyorum. Mesela, Bir Yaz Günüydü, çok eski bir öykümdür. Onu son öykü kitabıma da aldım ve kitaba onun adını verdim. Benim tarzım genelde güvenilmez anlatıcı tarzı. Bu bakımdan anlatımımda pek bir değişiklik olmadı galiba. Ama buna okurlar ve eleştirmenler karar verse daha iyi olur.

Öykülerinizde ve romanlarınızda dikkatimi çeken bir hususu sormak istiyorum izin verirseniz: Vasiyet teması. Kurgularınızın önemli bir kısmı vasiyet teması etrafında şekilleniyor. Bunun özel bir sebebi var mı? Gündelik hayatınızda üzerinde sıklıkla düşündüğünüz bir konu mu?
Bizim hukukumuzda vasiyetname var ancak batıdaki gibi değil. Mesela İngiltere’de bir kişi sahip olduğu malları istediği birine bırakabilir. Bizde ise birinci derecedeki akrabaların saklı payı var. Ne kadar vasiyetname yaparsanız yapın belli bir pay, bu birinci derecedekilere gidiyor. O yüzden bizdeki cinayet öykülerinde vasiyetnamenin rolü batıdaki kadar etkili değil. Bununla birlikte vasiyetnameye bağlı çıkar cinayetleri bizde de işleniyor. O yüzden cinayet hikayelerinde vasiyetname önemli bir motivasyon sebebi olarak kullanılabilir. Örneğin, vasiyetname yapan kişi kimsesiz olabilir veya yeni bir vasiyetname yapılması engellenebilir. Vasiyetname olgusunu ben de zaman zaman kullanıyorum ama konuya özel bir merakım yok.
Yazma alışkanlıklarınızı merak ediyorum. Nasıl bir rutinde çalışırsınız? Gece insanı mısınız gündüzcü mü? Romana/öyküye nasıl başlarsınız? Tüm kurgu ve plan kafanızda hazır mıdır, kervan yolda mı düzülür? Karakterlerinizi nasıl şekillendirirsiniz? Roman için söz konusu olamaz tabii ama öykülerinizi bir oturuşta mı yazarsınız?
Geceleri daha iyi yazıyorum ama genellikle fark etmiyor. Eğer bir romana başlamışsam, sabahtan gece yarısına kadar yazarım. Olay örgüsünü tüm detaylarıyla planlamadan yazmaya başlamam. Önce asıl hikâyeyi yazarım. Bu, sadece benim bildiğim hikâyedir, yani işin “fabula” kısmı. Karakterleri, zamanı, mekânı, ipuçlarını, şüphelileri, bu safhada planlarım. Sonra olay örgüsünü düzenlerim. Bütün bunlar bittikten sonra yazmaya başlarım. Yazma sürecinde plana yüzde yüz sadık kalmam. Çünkü yazarken planlama sürecinde düşünemediğim birçok değişik fikir aklıma gelir. Bunların bazılarını romana dâhil ederim. Bu da çoğu kez, başa dönüp gerekli düzeltme ve değişiklikleri yapmama yol açar. Ne kadar değişiklik olursa olsun olay örgüsünün temel yapısı değişmez.
Her yazarın kendisine göre ideal bir yazma usulü vardır. Benimki de böyle. Bunun herkes için geçerli olduğunu söyleyemem. Ama plan yapmadan yazmaya başlamanın büyük riskler taşıyacağı ve çok yorucu olacağı kanısındayım. Bir oturuşta yazdığım öyküler vardır ama genellikle daha uzun bir sürede tamamlarım. Bu bazen üç dört haftayı bulur. Bazıları da bitmez, yarım kalır. Ama bunun sebebi, devamında ne olacağını bilmemem değil –çünkü hepsi inceden planlanmıştır– tembellik etmemdendir.
Yazmasaydınız ne olurdu sizce? Delirir miydiniz? Nelerle meşgul olurdunuz?
Ne yapar eder yazardım herhâlde. Otuz yıl önce bu soruya “delirirdim” diye cevap vermek normal olabilirdi belki ama günümüzde şartlar farklı. Yazmak isteyen biri için pek çok imkân var. En basiti, internette bir blog sayfası açar ve yazarsınız. Delirmeye gerek yok.
Sıradan bir gününüzü anlatır mısınız? Yazmadığınız veya okumadığınız bir gününüz geçer mi? Kerim Ülkü’ye bakınca mutfakla aranızın iyi olduğunu düşünüyorum. Yemek yapmayı sever misiniz? Film, dizi, müzik tercihleriniz nelerdir?
Her gün yazmaya ve okumaya çalışırım. Hiçbir şey yazmasam bile çalışma masamın başına otururum. Düşünmek, araştırmak da yazmanın bir parçası çünkü. Mutfakla aram iyidir. Her gün birkaç saatim orada geçer. Yemek konusunda dedem kadar usta olduğumu söyleyebilirim. İngiltere’de birçok kursa katıldım. Bunların arasında bıçak kullanma becerilerini geliştirme kursu bile vardı.
Eskisi kadar televizyon izlemiyorum. Hatta hiç izlemiyorum desem yeridir. Yani haberleri, tartışmaları filan kastediyorum. Film ve dizi izlerim. Genellikle gizem türünü tercih ediyorum. Buna polisiye de giriyor. Son yıllarda eğlendirici, rahatlatıcı tarz film ve dizilere yöneldim. İyi gerilim filmlerini de izlerim ama dediğim gibi, iyiyse. Türk sinemasını da takip etmeye çalışıyorum. Ama bizim filmlerde aktörler çok rol kesiyorlar. Özellikle dizilerde bu bana resmen batıyor. Yabancı filmlerde bu pek olmuyor. İngiliz, İskandinav, Polonya filmlerinde hiç olmuyor.
Müziğe gelince… Genelde her tür müziği severim ama Türk müziğinin yeri başka tabii. Gençliğimden beri tambur ve ut çalarım. Son yıllarda lavtaya merak sardım. İzmirli bir ustaya yeni bir lavta yaptırıyorum. Geldiğimde alacağım.
Bir konuda bilgili olmak bir şeydir, bildiklerini yeni kuşaklara aktarmak başka şey. Eğitmenliğin çok zor iş olduğu muhakkak. Sizdeki bu istek, gönüllü paylaşımcılık nereden geliyor? Hayatınızın bazı bölümlerinde sizin de ustalarınız oldu mu?
Bilgileri, tecrübeleri aktarmak lazım. Hepimizin yazma kabiliyetimizi geliştirmeye ihtiyacı var. Ben hâlâ bu konuda yazılanları okurum. Yeni bir şey öğrenmek hoşuma gidiyor. Öğretmeyi de seviyorum.
Ülkemizde polisiye edebiyatla ilgili kuramsal çalışmalar yapılmadığı gibi yazarlarımız da bu konu hakkında bir şey yazıp çizmiyorlar. Birçok polisiye yazarımız, akademisyenlerimiz maalesef polisiyenin ne olduğunu bilmiyorlar. Katıldıkları söyleşilerde, verdikleri röportajlarda bilgisizce konuştuklarını, polisiyeyi karalayıcı, küçümseyici, dışlayıcı sözler söylediklerini duyuyorum, okuyorum. Bu cehaletin giderilmesi, dergilerde, bloglarda, panellerde, polisiye üzerine tartışmaların yapılması ve makaleler yazılmasıyla mümkün. Akademik çalışmalar da önemli ve olmalı, ancak polisiyeye karşı küçümseyici ve ön yargılı tavırlarını aşarak. Bunu becerebilirler mi ondan emin değilim.
Dedektif Dergi’yi çıkarırken polisiye öyküye özel bir önem vereceğimizi belirtmiştik. Bu da bize hem polisiye hem de öykü yazma konusunda, yeni yazarlara yol göstermek gibi bir misyon da yüklemiş oldu. Yapmaya çalıştığım aslında bu. Yazmayı daha kolay ve keyifli bir hâle getirmek için dergi bünyesinde zaman zaman bazı çalışmalar gerçekleştiriyoruz. Umarım faydalı oluyordur.
Gelelim sıkça tartıştığımız teknik konulara: Polisiye nedir, suç edebiyatı nedir? Hangi şemsiye, hangisini kapsar? Polisiyenin olmazsa olmazları nelerdir? Polisiye deyince illaki bir cinayet veya dedektif olmalı mıdır? Polisiyede alt türler ve tanımlamalar yazarlar/okurlar için neden önemlidir?
Polisiye, en kısa şekliyle gizemli bir suçun araştırılmasını içeren anlatılar olarak tarif edilebilir. Bu tarifteki üç unsurdan biri olan suç, tek başına bir anlatıyı polisiye yapmaya yetmez. Suç, mutlaka gizemli olmalı ve bir dedektif tarafından araştırılmalıdır. Bu yanıyla bakıldığında, suç içermeyen bir gizemin araştırılması da polisiye anlatı olarak kabul edilebilir. Bunun Sherlock Holmes öykülerinde birçok örneği vardır. Burada bizi yanıltan nokta, türe “polisiye” adını vermemiz. Polisiye kelimesi, ister istemez hikâyenin polisle alakalı bir konu olduğunu düşündürtüyor. Bizim polisiye dediğimiz anlatı türüne batıda cinayet gizemi deniyor. Eğer hikâyede cinayet yoksa sadece gizem diye adlandırılıyor. Polisiye, suç, gerilim, casusluk romanlarını suç kategorisi altında toplamak da son yıllarda yaygınlaştı ama bu hatalı bir düzenleme. Çünkü bir suç romanı ile polisiye roman birbirinden çok farklı. Okur, üzerinde suç romanı yazan bir kitabı aldığında, beklentisi klasik bir gizem olabilir. Yani okuru yanıltıcı bir etiket bu. Bu nedenle ben polisiye ve suç romanlarının ayrı ayrı kategorize edilmesinden yanayım.
Polisiyenin olmazsa olmazı gizemdir. Bu gizem ister bir suçla alakalı olsun isterse olmasın ama mutlaka biri tarafından araştırılmalı ve çözülmelidir. Polisiye roman ve genel olarak anlatı, mutlaka bir çözüme kavuşarak sona ermelidir. Bundan mutlu son olması gerekir diye bir sonuç çıkarmayın. Burada kastettiğim, gizemle ilgili bütün soruların cevaplanması, okurun kafasında hiçbir soru işaretine yer bırakmamasıdır. Polisiye romanın bazı kuralları vardır ve bu kurallar zamanla oluşmuş birtakım geleneklerdir. Bu yüzden bir okur, polisiye romana başlarken, neyle karşılaşacağını bilir. Yani aslında okurla yazar arasında görünmeyen bir sözleşme vardır. Finalde her şeyin çözüme kavuşması ve aydınlanması bu sözleşmenin en önemli kuralıdır. Bu kurala uymayan yazar, okuru kandırmış demektir, ona yalan söylemiştir. Hiçbir polisiye roman açık uçlu veya çeşitli alternatif çözümlere kapı aralayacak şekilde bitmez. Polisiyenin kurallarını bundan yüz sene önce S.S. Van Dine yazmıştı. Bugün de o kurallardan bazıları hâlâ geçerli. Ama yenilerini de eklemek gerekiyor. Mesela katilin sokak kameraları vasıtasıyla yakalanmaması gibi. Bu tarz çözümler çok basit oluyor. Soruşturmanın hikâye edilecek bir tarafı kalmıyor. Eğer polis son anda kamera ile cinayeti çözüyorsa bu da onun beceriksizliğini gösteriyor. Bütün bir roman boyunca oturmuş, sonunda kameraya kayıtlarına bakmak aklına gelmiş.
Polisiye anlatı bugün iki ana alt-türe ayrılmıştır. Bunlar rahat polisiye ve sert polisiyedir. Geleneksel polisiye, klasik dediğimiz Altın Çağ polisiyelerinden günümüz rahat polisiyesine kadar bütün bir literatürü kapsar. Şiddete, küfüre, sekse ve kanlı sahnelere yer vermeyen bir anlatı türüdür. Sert polisiye ise 1920’lerde ABD’de doğmuştur ve rahat polisiyede yer almayan her şey onda mevcuttur: Şiddet, kanlı sahneler, seks ve küfür. Rahat polisiyede dedektif çoğu kez amatör biridir. Özel dedektif olsa bile sırf zevki için bu işle uğraşır. Sert polisiyede ise, dedektif çoğunlukla remi polis ya da resmi polis gibi çalışan özel dedektiftir. Kara roman ve gerilim romanı, sert polisiyenin alt-türleridir.
Alt-türleri belirlemek ve tanımlamak yazarın ne yazdığını, yayınevinin ne yayınladığını, kitabevlerinin ne sattığını, okurun da ne okuyacağını bilmesi bakımından çok önemli. Örneğin; herkes kanlı sahneleri olan, grafik seks ve şiddetin yer aldığı polisiyeleri okumaktan hoşlanmaz. Bazıları da tam tersine seri katilli, bol bol kanın aktığı polisiyeleri tercih edebilir. Her kitabın kendine göre bir okur kitlesi var. Keşke bu tür ayrımlar kitabın üzerinde belirtilse, “polisiye” deyip geçilmese.
Sosyal medyayla aranız nasıl? Edebiyatta ve sanatta yapay zekâ kullanımına nasıl bakıyorsunuz? Sizce gelecekte bizleri neler bekliyor? Hem geleneksel yaklaşımı koruyup hem de teknolojinin nimetlerinden faydalanmak mümkün mü?
Sosyal medyayla aram iyidir. Geleneksel medya öldü. Gazeteleri kimse okumuyor. Dergilere bile talep azalmış durumda. Televizyon da eskisi gibi değil. Mesela ben futbol maçı yayınları haricinde televizyon kanallarının hiçbirini izlemiyorum. Bütün haberleri, tartışmaları YouTube’den takip ediyorum. Güncel haberleri X’ten alıyorum. Film ve dizi filmleri de çeşitli film platformlarından izliyorum. Bu mecralar sayesinde artık herkes yorumcu ve yazar.
Yapay zekâ da çok hızlı gelişiyor. Ve bu gelişim açıkçası beni endişelendiriyor. Yapay zekâ hayat tarzımız değiştiriyor ama içinde yaşadığımızdan biz bunu fark edemiyoruz. Ne olduğunu anlamamız için aradan biraz zaman geçmesi gerek. Endüstriyel gelişme toplumsal yapıyı mutlaka değiştiriyor. Bu değişim bugüne kadar yavaş bir seyir izledi. Bu sayede hem geleneksel yaklaşımı koruyup hem teknolojiden yararlanmak mümkün oldu. Ama artık teknolojinin yapısı değişmiş durumda. Bugüne kadar gerçekleşenlerden çok farklı bir teknolojik devrimle karşı karşıyayız. 21. yüzyıla girmemizle başlayan bu yeni dalga, toplumsal değişimin hızını da artırdı. Yapay zekâ, eğer bilinçli bir müdahaleyle denetim altında tutulmazsa gelecek hakkında iyimser olduğumu söyleyemem. Canavarı yarattık bir kere. Onu sandığa koyup ne kadar derine gömsek de Pandora’nın kutusunu sonunda biri mutlaka açacaktır.
Sizin Agatha Christie tutkunuzun yanına yaklaşabilecek tek bir şey varsa, o da Fenerbahçe sanırım. X’te takip edebildiğim kadarıyla maç günleri ortalık yıkılıyor, kan gövdeyi götürüyor. Nedir bu fanatizmin kaynağı? Erkeklere default olarak mı yükleniyor?
Haklısın. Futbol ve Fenerbahçe benim ikinci büyük tutkum. Bunun sadece erkeklere mahsus bir tutku olduğunu sanmıyorum. Kadınlarda, erkeklere göre azınlıkta ama bu hayatın birçok alanında böyle zaten. Bundan yüz yıl önceye gidelim, kadınlar erkeklerin olduğu birçok yerde yoklardı. Hatta, olmaları sadece toplumsal normlarla değil, kanun kuvvetiyle engelleniyordu. Yani, konu aslında futbolla değil, toplumsal cinsiyet rolleriyle ilgili. “Futbol erkek oyunudur,” deyince ve bunu kabul edince, kadınlara futbol sahasını da kapatmış oluyorsunuz. Ama futbol erkek oyunu olsaydı, mesela FİFA 32 ülke takımının katıldığı Kadınlar Dünya Kupası’nı düzenlemezdi, öyle değil mi?
İngiliz Polisiye Yazarları Birliği’nden de bahsetsek biraz. Ne tür çalışmalar yaparlar, yazarlarına nasıl destek olurlar? Onlardan örnek alabileceğimiz neler olabilir? Üyelik şartları nelerdir? Siz neden üyesi olmadınız?
İngiliz Suç Yazarları Derneği (CWA) 1952’de kurulmuş. Bizim POYABİR’den farklı olarak yayıncılar, edebiyat temsilcileri, akademisyenler, editörler, eleştirmenler ve diğer kurgu dışı yazarlar da CWA’ya üye olabiliyorlar. Hem bireysel hem kurumsal üyelik söz konusu. Üye olan yazarlar, sadece polisiye yazanlar değiller. Gerilim, gizem, bilim kurgu ve gerçek suçları yazanlar da derneğe üye olabiliyorlar. Derneğin üç amacı var: Polisiye yazarlarını desteklemek, suç yazımını teşvik etmek ve türe yeni okuyucular kazandırmak. Her yıl birçok ödül dağıtıyor. Bunlardan ikisi en önemlileri: Altın Hançer ve Elmas Hançer. Birincisi, yılın polisiye romanı seçilen kitabın yazarına veriliyor. İkincisi ise yaşam boyu başarı ödülü. Bu da sadece yazarlara verilen bir ödül. İkisi de İngiltere’nin en prestijli ödülü olarak değerlendiriliyor. Derneğin sadece üyeleri için yayınladığı bir dergi var. Adı da Red Herring.
CWA’nın ülke çapında yaygın bir şube ağı var. Her yazar, kendine en yakın şubeyle bağlantı kuruyor. Şubeler, kitap tanıtım etkinlikleri, imza günleri, konferanslar, Noel partileri ve yemekli toplantılar düzenleniyorlar. Yerel kütüphanelerde yazarların kitapları tanıtılıyor. CWA’nın bir de ayrıca yıllık konferansı ve gala yemeği var. Üyelerine maddi destek de sağlıyor. Mesela pandemi döneminde işsiz kalan yazarlara ciddi maddi yardım desteğinde bulundular.
CWA’ya üye olmak için en az bir kitap yayınlamış olmak yeterli. Tabii kitap İngilizce basılmış olmalı. Ben bu nedenle üye değilim.
Gelelim her daim üzerinde konuşup durduğumuz konuya: Yerli polisiye yazarları olarak sesimizi nasıl duyuracağız? Bu yılın Kristal Kelepçe Roman Ödülü kazananı sevgili Günay Gafur’un deyimiyle “üzerimizdeki görünmezlik pelerinini” nasıl söküp atacağız?
Bu hiç kolay bir iş değil. Her yazarın ciddi bir biçimde kitabını tanıtmak için çaba harcaması lazım. Maalesef POYABİR’in imkânları kısıtlı. Ama kısıtlı olmasaydı onun da yapabileceklerinin bir sınırı olurdu. Yani sorunu tamamen çözmesi mümkün değil. Burada yazarların kendisine büyük iş düşüyor. Bulundukları şehirlerdeki yerel kitapçılarla iş birliği yapmalarını tavsiye ederim. İmza günü, okurlarla söyleşi gibi etkinlikler organize edebilirler. Yerel medyada görünmeleri, onlara yerel kitabevlerinde de görünür olmalarını sağlayabilir. Festivallere, fuarlara katılmanın da yararlı olacağını söyleyebilirim. Bütün bunlara rağmen kitabevlerinde kitaplarımızın raflarda olmaması bizim suçumuz değil. Bu durum, Türkiye’deki kitap satış ve dağıtım örgütlenmesinin tekelci bir yapıya sahip olmasından kaynaklanıyor. Neyin ne kadar satılacağını bu tekelci yapı belirliyor. Bizim polisiye yazarları olarak bu tekelci yapıyla mücadele etmemiz lazım asıl. Bunun için de yerel bağımsız kitapçıların desteklenmesi, onlarla iş birliği yapılması gerekir diye düşünüyorum.
İyi yazmanın bir sırrı var mı? Polisiyede edebi dil kaygısı olmalı mı olmamalı mı? Yolun başındaki polisiye yazarlarına tavsiyeleriniz nelerdir?
İyi yazmanın bir değil birçok sırrı var. Bunlardan bazılarını söylemem gerekirse; mesela, başlangıç çok önemlidir. Hikâyenin tonu ilk paragrafta, hatta bazen ilk cümlede belli olur. Etkili bir giriş cümlesi okuru hikâyeye bağlar. Karakterler güçlü, diyaloglar inandırıcı olmalıdır. Mümkün olduğunca hızlı bir biçimde çatışmanın ortaya çıkması gerekir. Çatışma olmazsa, anlatacak bir hikâye de olmaz. Finalde çatışma mutlaka tatminkâr bir çözüme ulaşmalıdır. İlla mutlu son olması gerekmez ama çözüm zorunludur. “Anlatma, göster” kuralına sırt çeviren bir öykü neresinden bakarsan bak kötü öyküdür. İyi bir hikâyede mümkün olduğunca az açıklama yapmak gerekir. En iyisi hiç yapmamaktır. Kısa cümleler kurmak daima iyi sonuç verir. Bunun bir diğer anlamı nokta dışındaki işaretleri mümkün olduğunca az kullanmaktır. Gereksiz ayrıntılardan kaçınmak gerekir. Eğer çekmecede bir tabanca varsa o tabanca mutlaka patlamalıdır. Patlamayacaksa ondan hiç söz edilmemesi uygun olur. Sıfatları ve zarfları az, yardımcı fiilleri onlardan da az kullanmak gerekir. Olay örgüsünde hiçbir boşluk olmamalı. Bu konu polisiye için çok önemli. Bir polisiye hikâyenin olay örgüsünde boşluklar varsa, bu hikâye iyi yazılmamış demektir. Ve en nihayet, ne yazarsak yazalım mutlaka gözden geçirmeliyiz. Gerekirse bir, iki, üç, dört kere yeniden yazmalıyız. Hiçbir yazar ilk denemede başarılı olamaz.
Polisiyede elbette edebi bir dil olmalı. Öyle gelişigüzel, çalakalem polisiye yazılmaz. Edebi tekniklerin mutlaka kullanılması gerekir. Bunlar polisiye bir hikâyeyi etkileyici ve ilginç kılar. Edebi derken, edebiyat yapmayı kastetmiyorum. Süslü bir dil kesinlikle kullanılmamalı. Şiirsel bir anlatımdan uzak durulmalı.
Genç yazarlara tavsiyem bol bol okumaları. Ben Agatha Christie’yi öneririm. Gerçeğin nasıl görünmez hâle getirileceğini ve minimalist yazma tekniğini en iyi ondan öğrenebilirler.
Geçtiğimiz haftalarda Dedektif Dergi kurulduğu günden bu yana yürüttüğünüz Genel Yayın Yönetmenliği görevini sevgili yazar/editör arkadaşımız Gamze Yayık’a devrettiniz. Biz ülkecek oturduğu koltuktan kendi isteğiyle kalkanlara pek alışık değiliz. Bu kararı neden ve nasıl aldınız? 2025 yılında Dedektif Dergi’de bizleri ne gibi sürprizler ve yenilikler bekliyor?
Dergiyi uzun zaman Turgut’la birlikte yönettik. Zaman zaman bize yardımcı olan arkadaşlar da oldu. Ama çoğuyla bir şekilde yollarımız ayrıldı. Bazı isimlerse süreç ilerledikçe diğer arkadaşlara göre daha fazla öne çıktılar. Bu arkadaşların diğerlerine nazaran daha fazla gönüllü olduklarını, düzenli yazılar yazarak ve yeni fikirler geliştirerek dergiyi daha fazla benimsediklerini görünce sorumluluklarımızın ve yetkilerimizin bir kısmını onlarla paylaşmaktan çekinmedik. Biliyorsun, Dedektif, katkı veren herkesin gönüllü çalışmasıyla ayakta duran bir dergi. Biz derginin hep büyümesini, daha nitelikli olmasını istedik. Bu oluyordu ama o zaman da dergiyi yönetmek gitgide zorlaşıyordu. Bunun üzerine ben de derginin yönetimini, onun içinden gelen yazarlara bırakma düşüncemi yavaş yavaş da olsa hayata geçirmeye başladım. Ve nihayet, dokuz yılın sonunda son noktayı koymanın zamanı geldi ve Genel Yayın Yönetmenliği koltuğumu Gamze Yayık’a gönül rahatlığıyla devrettim. İçinde senin de bulunduğun yönetim ekibiyle birlikte çok başarılı olacağınızdan en ufak kuşkum yok.
Ben de emekli olmuş değilim tabii ki. Dergide yazmaya devam edeceğim. Ayrıca Dedektif’in yapacağı yeni hamleler için düşünmeye, stratejik planlar yapmaya daha fazla zaman ayıracağım.
Sevgili Hocam, bize kattığınız her şey için gönülden teşekkür ederiz. İyi ki varsınız. Hep var olun…