“Vakti gelince bir gün,” dedi çakır gözlerini uzaklara dikerek. “Bir gün mutlaka bu dağların ardında neler vardır, hangi sular çağlar, hangi dereler akar, ninemin masallarındaki acayip insanlar oralarda mı yaşar, gidip öğreneceğim.”
Hemen her gün bu tepeye gelir, karşıdaki dağlara bakıp hayal kurardı. Merak ediyordu o dağların ardında, gözün göremediği uzaklarda neler var. Bulduğu her işte çalışıp akçe biriktiriyordu bunun için. Az kalmıştı; bir tamamlasa kervancının parasını, bağlasan durmazdı artık buralarda. Aslında her şeyi merak ederdi Fikri. Bir şey kafasına takılırsa eğer, ne olduğunu öğrenmeden rahat edemez, huzur bulamazdı. “Allah bunu benim karşıma çıkarttıysa öğrenmemi de istiyordur, kim bilir, belki de bir faydam dokunacaktır,” diye düşünür, merak ettiği şeyin peşini bırakmazdı. Oturduğu taşın üzerinden kalktı, tepenin yamaçlarından ovaya doğru uzanan şehrine baktı. Karşıdaki dağların eteklerine doğru yılan gibi kıvrılarak uzanan yolda bir araba tozu dumana katarak geliyordu. Ne acelesi vardı bu arabanın bu kadar, meraklanmıştı birden. Onun, hayatı aheste aheste yaşayan şehrinde böyle hızlara, acelelere hiç yer olmazdı.
“Atları çatlatacak. Böyle hızlı koşturulur mu hayvancıklar? Onlar da can taşıyor,” diye arabacıya kızarak söylendi kendi kendine. Ağır adımlarla inmeye başladı tepeyi. Her adımında şehir biraz daha yaklaştı. O yaklaştıkça, uzaktan küçücük gözüken evler büyüdü, insanlar çoğaldı etrafında. Şehrin meydanına geldiğinde biraz önce tepedeyken gördüğü aceleci arabanın, hanın önünde durduğunu gördü. “Hah!” dedi kendi kendine. “Ne acelesi varmış öğrenelim bakalım.” Arabacı az önceki hız denemesinin etkisiyle terlemiş, hanın yanındaki çeşmede yüzünü yıkıyordu.
“Neydi acelen öyle arabacı? Deli gibi koşturuyordun hayvanları.”
Arabacı yüzünden sular akarak döndü, önce ‘sen de kimsin’ der gibi baktı sonra isteksiz cevap verdi. “Yolcumun acelesi vardı, benim değil.”
“Neymiş acelesi?” Arabacı, bu sıska bedeni, yamalı şalvarı ve kirli sakallarıyla karşısında upuzun dikilen adama ters ters baktı. “Sana ne be adam? Ahret suali mi soruyon? Neyse ne, beni heç alakadar etmez. Ben vazifemi yaptım, getirdim, hana koydum, akçemi de aldım.”
“Öyle değil yahu, tövbe estağfurullah. Celallenme hemen, atlara acıdım da ondan sual ettim,” derken atların boyunlarını okşadı Fikri. “Pek terlemiş bu hayvanlar, sırtlarına bir şey koy ya da sil terlerini.”
“Allah Allah, çattık ya! Senden mi öğrencem be adam atlarıma ne yapacağımı. Şimdi götürüyorum işte ahıra, orda dinlenirler.”
“Bak arabacı, sen yine de dinle beni, sil bu hayvancıkların terlerini.”
Arabacı ters ters baktı, kendi kendine homurdandı, atlarının yularlarını çekiştirip arabasını hanın ahırına doğru götürdü. Fikri araba önünden geçerken kınayan gözlerle baktı arabacıya sonra da yönünü hana çevirip içeri giriverdi.
“Selamünaleyküm Hacı Mamut emmi, nasılsın, eyi misin?”
“Aleykümselam Fikri, iyiyim elhamdülillah. Hayrola, sen buralara gelir miydin?”
“Haklısın, pek yolum düşmez bu cenaha. İş güç, n’aparsın. Lakin şu sana gelen taze yolcuyu merak ettim de uğrayıp bir sorayım dedim. Kimdir? Kimlerdendir? Tepedeyken gördüm, pek acelesi vardı ki arabayı buraya kadar koşturdu, merak ettim, neymiş derdi?”
“Derdini, acelesini bilmem, buralardan biri değil. Oda istedi verdik, Kadı’yı sordu söyledik. Sen dışarda arabacıyla konuşurken o da Kadı’yı bulmaya camiye gitti. Namaz vakti ya, Kadı Efendi camidedir şimdi.”
“Sağ olasın Hacı Mamut emmi, ben de gideyim camiye o vakit.”
“Fikri Efendi, sana ne adamdan, acelesinden. Bak işine.”
“Namaz vakti diye kendin söyledin emmi. Ben de namazımı eda edeceğim. Bana da farz, öyle değil mi?”
“Sen bilirsin,” diyen hancı koca göbeğini kaşıdı, kuşağını çekiştirip hanın üst katlarına çıkan merdivene acıklı gözlerle baktı. Tırabzana sıkıca yapışıp ağır gövdesini merdivenin ilk basamağına kondurdu diğerine niyetlendi.
Hancının artık kendisiyle ilgilenmediğini anlayan Fikri handan çıkıp ikindi güneşinin sarı sıcağında uzayan gölgelere bakarak camiye yollandı. Şadırvanda acele bir abdest alıp hoca namaza durmadan cemaate yetişti. Dışarısının yaz sıcağından sonra burası bahar günleri gibi serindi, hoşuna gitti. Camide fazla kimse yoktu. Birkaç beli bükük ihtiyar, bir iki sofu esnaf, imamın hemen arkasında Kadı Efendi onun arkasında ise yabancı, sırayla durmuşlardı safa. En uygun yeri aradı gözleriyle ve yabancının çaprazında, ona en yakın seccadede dikiliverdi namaza.
Namaz biter bitmez Kadı Efendi ellerini açıp duaya başladı. Yabancı arkasında kıpırdanıyor, yaklaşmak için müsait bir an kolluyor, arada sırada korku dolu gözlerle etrafı tarayıp cami girişine endişeli bakışlar atıyordu. Onun bu tekinsiz hâlleri Fikri’yi iyice meraklandırdı. Ya korktuğu bir şeyler vardı bu adamın ya da beklediği birileri. Biraz daha yaklaşmak istedi fakat yabancıyla göz göze gelince vazgeçti.
Kadı Efendi nihayet uzun duasını bitirdi, kendisini beklediğini tahmin ettiği adama doğru yavaşça başını çevirdi. Yabancı, bu fırsatı kaçırmadı, hemen emekleyerek Kadı’nın yanına sokuldu. Eliyle koluyla türlü işaretler yapıyor, hararetli heyecanlı bir şeyler anlatıyordu. Fikri yerini iyi seçememişti. Sesler kulağına geliyor ancak ne dedikleri anlaşılmıyordu. Dizleri üzerinde sürünerek biraz daha yaklaştı fakat bu sefer de Kadı’nın dikkatini çekti. ”Ne istiyorsun?” diye gürledi Kadı. Korktu birden Fikri, ezelden beri çekinirdi bu devlet adamlarından, kekeledi ve aklına ilk gelen yalanı söyleyiverdi. “Bir şey istemiyorum ayağım uyuştu da yerini değiştiriyorum.” Kadı şöyle bir baktı, pek de inanmış görünmüyordu ama herhâlde camide olduklarını hatırlayıp bir şey demedi. Onun yerine yabancıya işaret etti, birlikte kalktılar ve caminin çıkışına yöneldiler. Fikri de arkalarından kalktı. Onlar önde Fikri arkada, sokaklarda ilerlediler. Geldikleri yerin Kadı’nın konağı olduğunu anlayınca Fikri daha da meraklandı. Çok önemli bir husus olmalıydı yoksa evine, hareminin olduğu yere niye getirsindi elin yabancısını? Alır, hükümet konağına götürürdü. Yoksa tanıyor muydu bu yabancıyı Kadı? Kim bilir, belki de akrabası filandı. Yok canım, hiç öyle bir intiba bırakmıyorlardı, adamın bir şeylerden çekindiği belliydi. Ah neydi acaba? Bir öğrenebilse, kim bilir, belki de bir faydası dokunurdu ya da en azından merakı gider, rahat ederdi.
“Ne fena bir huyum var benim. Ninemin, ‘Meraka meraklı damarların kurusun!’ diye bağırdığı kadar var,” dedi kendi kendine ama yine de peşlerinden konağın avlusuna girmekten alıkoyamadı kendini.
“Destur efendi! Nereye böyle selamsız sabahsız?” Karşısına konağın kolağası Hamza’nın dikilivereceğini hesap edememişti, şaşırdı ancak bu şaşkınlığı sadece bir an sürdü ve attığı yalana kendisi de inanamayarak “Ben de onlarla beraberim,” deyiverdi.
“Ne işin var senin Kadı Efendi’yle? Davalı mısın davacı mısın?”
“Yok, ikisi de değil. Benim işim Kadı Efendi’yle değil yanındaki adamla. Misafirimdir benim, buralarda yabancıdır, yalnız bırakmak olmaz diye gelirim peşlerinden.”
“Nerden misafirin olurmuş bu âdem senin? Bir izahat ver, biz de destur verelim.”
“Amma da uzattın Çavuş yahu! Uzaktan geldi dedim ya. Mühim bir işimiz vardır, gizlidir, her yerde söylenmez. Onun için buradayız. Kadı Efendi’ye akıl danışacaktı, müsaade et de gireyim artık be adam, ayıp oluyor misafirime. Koyup gittim zannedecek.”
Yalanda öyle ileri gitmişti ki geri de dönemiyordu şimdi. İnşallah öğrenecekleri değerdi bunca zahmetine.
“İşte böyle Kadı Efendi, bütün duyduklarımı dedim sana. Yüzlerini görmedim, benden uzakta, tepenin aşağısındaydılar lakin sesleri bana kadar geliyordu, gayet açık duyuluyordu. Yalınız sana bir daha söyleyeyim, biri beni takip etti. Onu ilk handa fark ettim. Arabacıya musallat oldu evvela, ona bir sürü sorgu sual etti, önce pek ihtimal vermedim ama camiye gelirken ardıma baktığımda bir de ne göreyim, bu da hana giriyor. Aha dedim, benim de canımı almaya geldi haramiler.”
Kadı, etrafına bakındı, durdukları sofanın merdivene yakın karanlık bir girintisinde sözüm ona saklanmış adamı gördü. Derhâl Hamza’ya seslendi. Koşup gelen kolağasına girintideki adamı işaret etti, kendisi de yanındaki yabancıyı kolundan tutup ilk odaya soktu. Gördüğünün, camide onlara yaklaşmaya çalışan adam olduğunu anladığından iyice işkillenmişti. “Kim bu âdem Hamza!” diye bağırdı kolağasına.
“Kadı efendüm, haşmetlüm, bana sizinle birlikte olduğunu söyledü. Hangi vazifeyle peşinizden geldiğini sual edince de sizinle değil, bu âdemle alakadarım dedü, bilakis kendisinin misafiri olduğunu söyledü.”
Bunları duyan yabancı dehşet içinde bağırdı. “Ben onun misafiri filan değilim, ben bu adamı ömrühayatımda görmedim, vallahi de billahi de tallahi de görmedim…” Kadı’nın yüzüne şüpheyle bakması üzerine aynı ses tonuyla devam etti. “Ben alelade bir tüccarım. Mintanlık kumaş alır satarım, buraya da onun için geldim. Bedesteninize uğrayacak, kumaşlarımı gösterecektim. Ben size bütün hüsnü kalbimle yolda gördüklerimi, duyduklarımı anlattım Kadı Efendi.”
“Ya yalan söylüyorsan, ya bu bana kurulmuş bir tuzaksa?”
“Haşa Kadı Efendi, ben söylediklerimde samimiyim. Size ne gördüysem, ne duyduysam onu anlattım. Elinizi vicdanınıza koyun da söyleyin, bu anlattıklarımdan benim ne gibi bir menfaatim olur? Allah şahittir, ben doğruyu söylüyorum.”
“Peki, bu âdem kim?”
“Ben tanımıyorum onu. İlk defa hanın önünde gördüm. Beni takip ettiği aşikâr. Muhakkak onların adamı. Benim canımı almaya geldi.”
“Tez tutup ensesinden getirin önüme!” diye bağırdı Kadı. Emir kesindi, kolağası bir koşu çıktı odadan. Fikri, saklandığı yerde yoktu, konağın içinde hemen bir arama başladı.
Bu arada Fikri, arandığından habersiz, Kadı ile yabancının girdikleri odaya nasıl ulaşırım, içeride olanları nasıl öğrenirim hesabında bir oraya bir diğer tarafa gidip duruyordu ki birden aklına bir fikir geldi. Öyle ya, bu konağın da bir mutfağı vardı elbette, hem de bu tip konakların hepsinde olduğu gibi alt kattaydı muhakkak. Aklına gelen şeytanlığa gülümseyerek ve zekâsından dolayı kendini tebrik ederek indi aşağıya, tıpkı tahmin ettiği gibi mutfak alt kattaydı. Aşçılar, halayıklar harıl harıl akşam yemeği için çalışıyorlardı, ona dikkat bile etmediler. Halayıklardan birine yaklaştı ve ona yemeklerin üst kata gönderildiği döner dolabın nerede olduğunu sordu. Yapılan yemeklerin üst kattaki odalara ve harem dairesine soğumadan çıkarılması için hemen hemen bütün konaklarda bu tür dolaplar bulunurdu. Dolabın yerini öğrenince kimseye fark ettirmeden içine giriverdi. İpini çekti ve üst kata gizlice ulaşmayı başardı fakat yanlış hesap yapmıştı. Dolap maalesef Kadı’nın bulunduğu odaya değil, harem dairesine açıldı. Nerede olduğunu anlamaya çalışırken genç bir kızın hiç örtüsü olmadan dolaştığını görünce yanlış, hem de çok yanlış bir yere geldiğini anladı. Derhâl geri dönmek, mutfağa inmek istedi ama telaştan öyle hızlı çekti ki dolabın ipini, ip kopuverdi. Ağzından istemsizce küfürlü bir ses çıktı. Hemen iki eliyle kapattı dudaklarını fakat geç kalmıştı. Odadaki kız duymuştu onu. Korkuyla sese döndü kızcağız. “Sen misin Şayeste? Oyun mu yapıyorsun yine, korkutma beni, söylerim bak Kadı babama,” diyerek açıverdi dolabın kapağını. İşte ondan sonrası çığlık kıyamet. Kısa sürede kolağası ve adamları doluştular odaya. Fikri’yi derdest edip getirdiler Kadı’nın karşısına.
“İşte bu! Beni takip eden eşkıya bu!” diye bağırdı yabancı.
Fikri bir şeyler söylemek istiyor ancak kolağasının neredeyse iki yiğit kolu kadar kuvvetli pazusu ile gövdesi arasına sıkışmış başını bir türlü kurtaramadığından konuşamıyor, sadece gözleriyle ve ağzından çıkan tuhaf seslerle itiraz etmeye çalışıyordu. Biraz serbest kalınca her şeyin merakı sebebiyle olduğunu anlatmaya çalıştı, yerlere kapandı, yalvardı fakat kimse dinlemedi onu.
Kadı Efendi’nin kızını kaçırıp kendisini de öldürmeye teşebbüsten suçlandı. Kadı’nın emriyle atıldığı zindanda süren uzun ve acılı sorgularda hep aynı şeyi söyledi. “Meraktan ah meraktan,” diye inledi ama kimse onu dinlemedi. Çıkarıldığı mahkemede Kadı Efendi idamına karar verdi ve bu emir hiç bekletilmeden bir sabah ezanı vakti yerine getirilecekken cellat, “Son bir isteğin var mı?” diye sordu merhametle.
“Yabancı,” dedi sesi titreyerek. “ Yabancı neden gelmiş?” diye inledi. Ne yazık ki cellatın ve idam için orada bulunanların hiçbir bilgisi yoktu bu hususta. Yere diz çöktürdüler ve yağlı urganı geçiriverdiler boynuna.
Ne ailesi ne arkadaşları ne de şehir halkı Fikri’nin, Kadı’nın kızını neden kaçırmak istediğini anladı. “Merakımdan,” diye diye öldüğünden adını Meraklı Fikri’ye çıkardılar. Sülalesine, ”Kadı kızı kaçıranlar,” lakabını taktılar. Nesillerce bu lakap ailenin üstünde kaldı. Ozanlar, niyeti sevdaydı deyip türküler yaktılar ama sonuçta Fikri öldüğüyle kaldı.
Oysa bütün hadisenin başlangıcı, yabancının mola yerinde gördüğü ve duyduğu bir iki adamın kendi aralarında konuştuklarıydı. Yabancı duyduklarından, adamların Kadı’nın kızını kaçırmaktan bahsettiklerini zannetmiş ve korkuya kapılıp koşa koşa Kadı Efendi’ye bu vahim durumu haber vermek istemişti. İşte atları o nedenle o kadar hızlı koşturmuş, arabacıyı bu nedenle zorlamıştı.
Hâlbuki yabancının duyduğu adamlar, köylülere hikâyeler anlatıp geçimlerini sağlayan iki meddahtan başkası değildi. Bir yerlerden duydukları “Saraydan Kız Kaçırma” adlı hikâyeyi padişahın kulağına gider, başımız derde girer diye korktuklarından “Kadı’nın Kızını Kaçırma” adıyla anlatıyor, yabancının onları duyduğu sırada da aslında sadece prova yapıyorlardı. Nitekim Fikri’nin yaşayıp öldüğü şehirde de pek çok yerde anlatıp meşhur oldular; öyle ki ünleri İstanbul’dan bile duyuldu ve sonunda İstanbul kıraathanelerinde Fikri’nin akıbetini de ekleyerek zenginleştirdikleri hikâyelerini, “Meraklı Fikri’nin Talihsiz Serüveni” adıyla yıllar yılı anlattılar durdular.