Yeni Sayı Çıktı!

En son hikaye, röportaj ve yazıları şimdi tıklayıp ücretsiz okuyabilirsiniz!

Yeni Sayı Çıktı!

En son hikaye, röportaj ve yazıları şimdi tıklayıp ücretsiz okuyabilirsiniz!

ÖDEŞME

Diğer Yazılar

KAMBUR

GURURUM

KAYIP

Kerem Erol
Kerem Erol
1975’te Mersin’de doğdu. Uzun bir süre Kargamecmua’nın düzenli yazarlarındandı. Kısa öyküler, denemeler ve sinema üzerine yazılar yazdı. Bir beyaz yakalı olarak çalışma hayatına Polonya’da devam ediyor ve zaman zaman öykü yazıyor.

“Şimdi silahlar konuşacak!”

Faruk, titreyen elindeki tabancayı kendisine tepeden bakan hasmına nişanlamıştı. Saat gece yarısından sonra üç buçuk civarıydı. Tarlabaşı’nın ıssız ara sokaklarından birinde yere çökmüştü, sırtını yasladığı duvar sidik kokuyordu. Yediği tokat ve üzerine doğrultulmuş namlu yüzünden kendisi de biraz kaçırmış olabilirdi, bilemiyordu. Koruması Adem’in silahı yoktu, karşısındaki Kâmil ise daha önceden insan canına kıymış ve bunu rahatlıkla tekrar yapabilecek bir psikopatın bütün emarelerini gösteriyordu. Adem ve Faruk, psikopat torbacının dişleri arasından tıslayarak saniyeler önce söyledikleri karşısında adeta donmuş, zamanda asılı kalmışlardı. Üçü de geometrik bir şeklin çizgilerini oluşturmaya çalışır gibi, birbirleri arasında gezinen gözleri hariç, kıpırdamıyorlardı.

“Şimdi silahlar konuşacak!”

Adem bu cümleyle birlikte ilginç bir aydınlanma yaşadı. Silahlara atfedilen her benzetme, içinde silah geçen her deyim gerçekte insanla ilgiliydi. Silahlar konuşamazdı, konuşabilen de tetiğe basan da insandı. Birini arkadan vurmak namertlikti, tıpkı arkasından konuşmak gibi. Namlu ağzı denen şey sadece bir borunun ucundaki delikti. Silah sadece bir metal parçasıydı, onu korkutucu yapan çevresine dolanan parmaklardı. Belki bu yüzden Kâmil’in elindeki altıpatlar, Faruk’un tuttuğu kocaman on dörtlüden çok daha tehditkar görünüyordu. Tüm bunları düşünebildiğine kendisi de şaşırdı. Çünkü o sırada her an kanayabilecek olan burnuna odaklanmıştı. Torbacıya kaptırdıkları psikolojik üstünlüğün daha fazla artmasını istemiyordu. Kırığı yamuk kaynamış burnu da kanamaya başlarsa Kâmil iyice coşacaktı. Aklına birden trençkotunun cebindeki sert, yuvarlak cisim geldi. Acaba?

Çok ama çok uzun bir gün olmuştu Adem için. Aslında uzun süren, kariyerinin bu basamağıydı. Adem, Faruk’un babası Alaattin Bey’in koruması olarak çalışmaya başlayalı yirmi yıldan fazla olmuştu. İş başvurusu için ofisin kapısından girdiği günü dün gibi hatırlıyordu. Bir metre doksan altı santim boyunda, tamamı kas ve kemikten oluşan yüz kırk kilo ağırlığında bir genç, neredeyse binayı titretecek adımlarla yürürken, o hariç bütün adaylar işi kimin kaptığını biliyorlardı. O zamanlar Adem kendi azametinin farkında olmayan bir köy delikanlısıydı. Etkileyici görüntüsünün içinde saf, yumuşak bir kalp taşıyordu.

Ölümle burun buruna kaldıkları gecenin öncesinde, her cumartesi olduğu gibi çok erken kalkmıştı. Gün ağarmaya başlarken, safkan İngiliz Setter’i Pamuk’la Sapanca’da yürüyüşe çıkmıştı. Pamuk onun İstanbul’daki tek yoldaşıydı. Bu cins köpekler av için üretilirdi, daha bir yaşını doldurmamışken av sahalarına götürülür, henüz eğitim almamışken koku ve takip hünerlerini taşıyıp taşımadığı kontrol edilirdi. Bu yetenekten mahrum olanlar, avcıların işlerine yaramayacağı için ormanda ölüme terk edilirdi. Patron Alaattin Bey de kendince avcıydı. Bu oyuncu ve sevgi dolu köpeğe bir şans tanımış, av reflekslerine sahip olmadığını görünce de salıvermişti. Neyse ki Adem avcı değildi, çevresinde zıplayan tüy yumağını altı aylıkken kucakladı ve bir daha hiç bırakmadı. Dostu şimdi yedi yaşındaydı. Pamuk, adının aksine gri siyah tüylere sahipti. Adem köpeğin ismini Pamuk Prenses’ten esinlenerek vermişti. Bağışlanmış iki can: Biri ormanda bırakılarak, diğeri ormandan kurtarılarak.

Adem’in telefonu çaldığında, Pamuk en sevdiği oyuncağı ağzında sahibine doğru koşuyordu. Oyuncak Amerikalıların çok sevdiği, sert, ağır, derisi dikişli, orijinal bir beyzbol topuydu. Adem telefon ekranında Faruk’un aradığını görünce hafif bir suçluluk duygusu hissetti. Pamuk’un dişlediği topu Faruk’tan çalmıştı çünkü. Patronunun şımarık oğlu elinde büyümüştü. Adem, Alaattin Bey için çalışmaya başladığında Faruk henüz dört yaşındaydı. O ergenliğe ulaşana kadar Adem’in mesaisinin önemli bir kısmı çocuk bakıcılığıyla geçmiş, ağzında altın kaşıkla doğan çocuğu koruyup kollamıştı. Ne yazık ki aralarındaki ilişki, bir sevgi bağı oluşturamamıştı, Faruk küçükken bile çekilmez bir veletti. Daha altı yaşındayken girdiği bir histeri krizinde kendisini tutmaya çalışan Adem’in burnuna kafa atıp kırılmasına sebep olmuştu.

O gün oluk oluk kanayan Adem’in burnu hâlâ arada bir sızlardı. Tansiyonu biraz yükseldiğinde veya ani bir hareket yaptığında burnunun kanaması bu yüzdendi. Çocuğun Adem’e tek faydası korkutucu görünümüne yaptığı bu katkı olmuştu.

Alaattin Bey tek oğlunu on beş yaşından beri dünyayı tanısın, yol yordam öğrensin diye yurt dışında göndermedik yer bırakmamıştı. Ama cebinde limitsiz kredi kartları ve sınırsız imkanla gezen çocuk yol yordam öğrenmek şöyle dursun, dünya hakkında çarpık bir algıya sahip olup çıkmıştı. Modern çağda her ebeveynin kendi çocuğunu kapattığı cam fanus, Faruk için tüm dünyayı içine alıyordu. Dünya ona hizmet etmek için, onu eğlendirmek için vardı. Faruk hiç kimseyi düşünmezdi, herkes onu düşünmeliydi. Seyahatlerinden dönüşlerinde Adem onu havaalanından alır, evine götürene kadar Faruk harcadığı paraları, yediklerini, içtiklerini, yaşadığı çılgın geceleri anlatırdı. Bir kere bile “Sen nasılsın abi?” diye sormamıştı Adem’e ve hiç hediye getirmemişti.

Oğlan birkaç yıl önce Chicago’dan döndüğünde, arabanın arka koltuğunda otururken, “Cubs şehrin takımı,” diyordu Adem abisine. “Oturup saatlerce seyrediyorlar, arada oyuncu topa sopayla vurunca ‘Ooo!’ diye bir ses geliyor, onun haricinde tribündekiler sadece sosis yemekle ve bira içmekle ilgileniyorlar.”

Oyun sarmamıştı ama binlerce dolar vererek imzalı bir beyzbol topu satın almaktan da geri durmamıştı Faruk. Malikaneye vardıklarında hemen anneciğine koşmuştu. Bavulları, alışveriş torbaları taşınırdı nasıl olsa. Adem hepsini yüklenmeye çalışırken hatıra top yere düşmüş, kaybolmasın diye alıp cebine koymuş, geri vermeyi unutmuştu. Akşam evine dönüp Pamuk onu karşıladığında bir anda topu hatırlamış, hiç düşünmeden köpeğe doğru atmıştı. Köpek bu ilgi çekici nesneyi havada yakalayıp iştahla dişleyince karar verilmişti. Adem’in hakkı olan hediye buydu.

Adem, telefonunu açarken duyacağı sesin ona ne diyeceğini önceden biliyordu. Faruk sekiz aydır altını üstüne getirdiği Brezilya’dan dönmek üzereydi. Yine havaalanından alınması, yine eşyalarının taşınması gerekiyordu. Paris aktarmalı uçuyordu, İstanbul uçağı on dakika içinde kalkacaktı, evet yeni havaalanına iniyordu, üç saat sonra oradaydı. İzin günü hiç bahis konusu olmamıştı. Pamuk pahalı oyuncağını Adem’in ayaklarının dibine bırakmış, hevesle tekrar fırlatmasını beklerken Adem “Yeter kızım, hadi arabaya!” dedi. Köpeği eve bırakıp oradan yola çıkacak, büyük ihtimalle Faruk ile aynı zamanda havaalanına ulaşacaktı.

Tam da hesapladığı gibi oldu. Gelen Yolcu bölümünde Faruk ve emirler yağdırdığı gariban hamalları gözden kaçırmak imkansızdı. En fazla bir metre altmış santimlik çelimsiz vücudunun üzerine şekilsiz iri bir kavun gibi yerleştirilmiş kafası, bu koca kafaya bile büyük gelebilmiş güneş gözlükleriyle Faruk da onu gördü. Beş dakika sonra tüm çantalar yüklenmiş, Faruk arka koltukta monoloğuna başlamıştı.

“Adem abi, Rio de Janeiro inanılmaz bir yer, hayat geceleri durmak bir yana yavaşlamıyor bile!” diyordu, gözlüklerini çıkarmış, kırmızı gözlerini, mor gözaltı torbalarını ortaya sermişti. Terleyen yüzü, şakaklarında atan damarlarıyla sanki uçakta dahi alem yapmış gibiydi. “Bugün bana aitsin,” dedi Adem’e, “Önce bir babalığı göreceğiz, ona reddedemeyeceği bir teklifte bulunacağım. Sonra da kutlama için ortamlara akacağız, özledim ulan buraları!”

Faruk’un babasına yapacağı teklif ne ilk ne de son olacaktı. Her yurt dışı gezisinden sonra oralarda gördüğü bir şeyi beğenir, o işi Türkiye’de yapmak isterdi. Projelerini anlatırken Alaattin Bey’in yumuşak karnına nasıl vuracağını artık keşfetmişti. Babasının şu hayatta tek bir hedefi kalmıştı, elit zenginler sınıfına girmek. Kendisine bu yolu açacak her iş teklifine evet derdi. Rol modeli olarak seçtiği Rahmi Koç gibi giyinmeye çalışır, golf öğrenir, tekne turuna çıkardı. Ama ne yapsa nafileydi, oğluyla benzer fiziksel özellikleri yüzünden boynuna taktığı fular amele poşusu gibi görünür, çocuklar için yapılmış golf sopaları bile ona büyük gelir, milyon dolarlık yelkenlisinin dümenine o geçtiğinde yelkenli bir Karadeniz takasına dönüşürdü. Aslında aile üç kuşaktır zengindi ama varlıkları sanayiden, üretimden değil sadece emlaktan geliyordu. Alaattin Bey ranttan para kazanmanın ezikliğiyle kendisini hep hor görürdü. Faruk ortalarda değilken Adem’in asli görevi toplam sayısı dört yüz elliyi bulan ofis, villa, iş hanı gibi yerlerin kira bedellerini toplamaktı. Birkaç büyük bankanın önemli şubeleri bile Alaattin Bey’in kiracısıydı. Adem bu şubelere yaklaşırken, belki konum servisleri açık olduğundan, telefonuna ev kredisi teklifleri gelirdi. Adem daha kendileri kirada olan bankaların, onun ev sahibi olmasını bu kadar önemsemelerini komik bulurdu.

“Adem abi, Brezilya’da çok tecrübeli bir seyisle tanıştım.” diye devam etti Faruk. “Öyle bizim bildiğimiz ganyan koşan atları değil, engel atlayan, eğilip reverans yapan atları eğitiyor. Dünyanın her yerinde aristokratlar, cemiyet hayatının en önde gelen isimleri ilgilenir bu sporla, babişko mest olacak! Bizim Urla’daki çiftliğin arazisi yeterli, bir hara kurduk mu, başına da Roberto’yu getirdik mi, öf ki ne öf!”

Adem’e göre atlar da kendi köpeği gibi sevgiye sevgiyle karşılık veren canlardı, atları seviyorsanız onlarla ilgilenirdiniz, size basamak olsunlar diye değil. Ama çocuk haklıydı, Alaattin Bey’in cemiyet hayatı takıntısı sayesinde Faruk’un yine istediğini alacağını ikisi de biliyordu.

Adem’in bilmediği, Faruk’un eşcinsel olduğuydu.

Roberto, Brezilya’da tanıştığı sevgilisiydi. İkisinin birden henüz bilmediği şey ise Roberto’nun bütün gün at boku temizlediğiydi. Parlak güneş yanığı tenli, kapkara saçlı, yakışıklı mı yakışıklı Roberto seyis falan değildi. İşin aslı Faruk’la tanıştıklarında at çiftliğindeki işe yeni girmiş, kısa sürede bu mesleğin çok zor olduğuna karar vermişti. İstifa ederse ne yapacağını kara kara düşündüğü bir akşam Faruk ile karşılaşmışlardı. Faruk, Roberto’nun ağzından girip burnundan çıkmış, saçtığı paralar, aldığı hediyelerle niyetini ve servetini açıkça belli etmişti. Roberto, Faruk’a sadece bir at çiftliğinde çalıştığını söylemişti. Yalan değildi. Faruk bu erkek güzeline profesyonel eğitmenlikten azını yakıştıramamış, Roberto’nun yetenek ve tecrübelerini kafasında kuruvermişti. Bu sefer turnayı gözünden vurduğunu düşünen Roberto sesini çıkarmamıştı, aşk yuvaları olacak at çiftliğinde biraz zaman geçirip ilerisine sonra bakacaktı. Anlattığına göre Faruk’un ailesi, çocuklarının eşcinsel olduğunu kesinlikle öğrenmemeliydi. Faruk’un dedesinin adı Faruk, Alaattin’in dedesinin adı Alaattin’di. Ülkesine döndüğünde muhtemelen bir Türk kızıyla evlenecek, küçük bir Alaattin’in babası olacaktı. Sınırsız para ve özgürlüğün küçük bedeli kendin olamamak, gerçek özgürlüğü hiç yaşayamamaktı. Roberto bu aptal ibneyi şantajla sonsuza kadar söğüşleyebilirdi.

Adem otomatik camı açıp kameraya kendisini göstererek bahçe kapısına bakan güvenlik görevlisine bir işaret çaktı. Malikanenin önüne yanaştılar.

Faruk her zamanki gibi teşekkür bile etmeden arabadan fırladı, “Sen kal!” dedi sadece.

Bu tek komutla tam iki saat bekledi Adem, arabanın yanından hiç uzaklaşmadı. Torpido gözünde suyu, atıştırmalık çerezleri vardı, onlarla oyalanırken Pamuk’u düşündü, sıkılmış, meraklanmış, çişi gelmiş olmalıydı.

İki saatin sonunda Faruk malikaneden uçarcasına çıktı, icazet alınmıştı. Bir elinde cep telefonu aşkına güzel haberleri verirken, öbür eliyle arabanın kapısını açtı, “Abi, geri İstanbul’a dönüyoruz, Bebek, Etiler başlayalım, gece devamı gelir.” dedi. Göz bebekleri kocaman olmuştu, muhtemelen çıkmadan önce evdeki zulasından bir miktar kullanmıştı.

Faruk içinde ne kadar eşcinselse, ortamlarda o kadar maço görünmeye çalışıyordu. Ardı ardına uğradıkları mekanlarda bütün kadınlara taciz derecesinde sarkıntılık ediyor, omzunun arkasındaki çam yarmasının tüm avantajlarını kullanarak diğer erkeklere meydan okuyordu. Faruk bu mekanlara tek başına girseydi, parası içeride barınmasına yetmeyebilir, büyük ihtimalle tartaklanıp dışarı atılırdı. Ama Adem değme güvenlikçiler için bile bir tereddüt nedeniydi. Faruk bir mekana dalıyor, biraz hoplayıp zıplıyor, temposu düşmeye başlarken tuvalete kaçıyor, sonra tekrar hızlı şarj olmuş gibi, belki daha saldırgan şekilde piste dönüyordu. Kontrolden iyice çıktığı zaman güvenlikçilerden biri Adem’e yanaşıyor, mümkünse saygıdeğer misafirlerinin geceye başka bir yerde devam etmesini rica ediyordu. Bunun karşılığında, Adem yüzündeki ifadesizliği koruyarak mahcubiyetini içine atıyor, çeşitli bahaneler üreterek Faruk’u dışarı çıkarıyor, gürültülü müzikten kurtuldukları kısa süre içinde köpeğini hatırlayıp endişeleniyordu. Köpeğin eve işemesi sorun değildi, işedikten sonra kabahati için utanıp sıkılmasına üzülüyordu Adem. Faruk dışarı çıkar çıkmaz telefonuna sarılıyor, Adem’in tanımadığı, tanısa da hoşlanmadığı birkaç arkadaşıyla konuştuktan sonra yeni hedefi seçip o tarafa doğru yollanıyordu. Gecenin rutini az çok böyleydi.

Artık gece yarısını da geçtikten sonra, dördüncü veya beşinci mekandan aynı şekilde çıkmışlardı, Adem saymaktan vazgeçmişti. Bebek’te başlayan sahte hedonist maratonları Taksim’e kadar ulaşmıştı ki arka koltuktan Faruk’un sesi geldi.

“Tedarik lazım,” diyordu, “Abi sağdan devam et”.

Adem bir bu eksikti diye düşünerek söyleneni yaptı, Faruk’un beceriksiz yönlendirmeleriyle ani dönüşler yaparak Tarlabaşı’nda merdivenli bir yokuşun başına ulaştılar. Mecburen yaya devam edeceklerdi, lüks arabayı böyle bir yerde başı boş bırakmak Adem’in hiç içine sinmiyordu ama Faruk’u başı boş bırakmak daha büyük sorundu. Karanlık sokakta merdivenlerden inerken biraz ileride eski bir binanın girişinde, sigarasının koruyla yüzü aydınlanan adamı gördüler.

“Kâmil sen misin?” diye seslendi Faruk.

“Kim soruyor?” diye yanıtladı adam.

“Beni Gıcır Alper gönderdi,” dedi Faruk.

Adam daha fazla konuşma ihtiyacı hissetmedi. Apartman girişindeki zillerden birine bastı, gecenin sessizliğinde içeriden gelen kuş taklidi zil sesi duyuldu. Az sonra apartman holünün ışığı yandı, dalgalı uzun saçları, güzel vücut hatlarını belli belirsiz gösteren kot pantolon ve tişörtüyle alımlı bir kadın girişte belirdi. Elinde tuttuğu iki tarafı farklı renkte kapsüllerle dolu torbayı Kâmil’e teslim ettikten sonra tekrar gözden kayboldu. Kâmil ile Faruk arasında alışveriş pazarlıksız tamamlandı. Adem ikiliyi rahat görebilecek şekilde, ne çok uzak ne fazla yakın bir noktada duruyordu. Faruk torbayı alır almaz içinden bir kapsül çıkarıp ortasından açtı. Etken madde bulunan yarıyı burnuna götürüp kuvvetli bir nefesle içine çekti. Adem kaygıyla izliyor, işi bitirip arabaya dönmek istiyordu. Gece boyu taşıdığı adam daha bir önceki gün dünyanın öteki ucundaydı, bütün gece tepinmiş ve uyuşturucu kullanmıştı, artık beyni pelte gibi olmalıydı. Bu manyağı bir an önce evine teslim edip köpeğine kavuştuğunu hayal ediyordu. Faruk burnunu ovalayarak garip bir zevk narası attı. Doğrusu bu tepkiye Kâmil de şaşırmıştı. Gecenin bu vaktinde gelen müşterilere asla kaliteli mal vermezdi, kafaları zaten yüksek olanlar sadece seviyeyi korumak isterlerdi, bir kez daha patlamak değil. Faruk’un burnuna çektiği tozun büyük çoğunluğu pudra şekeri, tebeşir tozu ve biraz karbonattı, bu nara neyin nesiydi?

Faruk yüzünde memnun bir ifadeyle Kâmil’e teşekkür ederken Adem de biraz rahatlamıştı.

Tam arabaya doğru yollanmaya hazırlanırken Faruk’un “Kadının da güzelmiş, ne kadar?” diye torbacıya seslendiğini duydu.

“Şimdi silahlar konuşacak!”

Kâmil bu cümleyi ilk kez kurmuyordu ve asla öylesine söylenmiş bir laf değildi bu. Gerçekten bir durumun ifadesiydi. Torbacının bu alemdeki lakabı Domestos Kâmil’di, karşılaştığı virüs ve bakterilerin yüzde doksan dokuz virgül dokuzunu öldürürdü. Sanılanın aksine bir aşiretten falan gelmiyordu, babası tapu kadastrodan, annesi sınıf öğretmenliğinden emekliydi. Bu işlere nasıl bulaşmıştı artık hatırlamıyordu. Kendince bir ahlak anlayışı vardı, yetişkinlere içine hile hurda karışmış envai çeşit mal satardı ama küçük yaştakilerle işi olmazdı. Gerektiğinde darptan, gasptan, hırsızlıktan, tetikçilikten yolunu bulurdu, bunların hepsini sıfat veya meslek olarak kabul ederdi ama pezevenklik, işte bunu kaldıramazdı.

Her şey bir anda olup bitmişti. Şerefsizin yanındaki ayı gitmeye hazırlanıyordu, Kâmil’in dikkat etmesi gereken esas adam oydu. Elinin tersiyle bir tokatta Faruk’u yıktı, hızla belinden silahını çıkarıp ayıya doğrulttu. Ayı dikkatsiz davranmış, piçi kurtarmak için geç kalmıştı. Ama tek hata yapan o değildi, Kâmil, Faruk’un boş gezmiyor olabileceğini hiç düşünmemişti. Gözleriyle ayıyı tartar, kaç mermiyle indirebileceğini hesaplarken Faruk’un tarafından namluya sürülen merminin sesi geldi.

Kâmil için durum kısa sürede netleşmişti. Ayının silahı yoktu, pençelerini vücudundan hafif uzaklaştırmış, sakin olduğunu göstermek istercesine öne doğru uzatmıştı. Piç kurusunun silahı vardı ama elleri zangır zangır titriyordu. Duruşundan, bakışlarından daha önce bırak birini öldürmeyi, trafik levhasına bile ateş etmediği belliydi. Kâmil ’in tek yapması gereken biraz beklemekti, geçen zamanla piçin damarlarında ne bok varsa etkisini yitirecek, adrenalinin verdiği az buçuk cesaret yerini tamamen korku ve umutsuzluğa bırakacaktı. Şimdi vakit pozisyon üstünlüğünü haklı davasıyla perçinleme, karşısındakine bir de suçluluk duygusu aşılama vaktiydi.

“Nikahlı karım lan o benim, orospu çocuğu!” diye hırladı. Beklediği etkiyi hemen gördü, Faruk’un beti benzi iyice attı, ayının da yüzü değişti. Faruk elinden silahı bırakmamıştı ama namluyu dik tutmakta zorlanıyordu. Ağlamaya başladı, abuk sabuk konuşuyordu. “Abi, ben zarıl zarıl ibneyim abi, yemin ederim dibimi dövdürüyorum ben, bu yanımdaki anlamasın diye karıya kıza sarkıyorum abi. Çok özür dilerim abi, çok özür dilerim!”

Adem’in burnu sızım sızım sızlıyor, biraz sonra kan çıkacağının sinyallerini veriyordu. Durumun iyice boka sarmasına engel olmalıydı, Faruk’un tabancası yerlere nişan almışken kazayla tetiğe dokunsa ikisinin de buradan cesedi çıkardı. Artık şoka girmiş adamla o gün ilk kez konuştu.

“Faruk… Faruk!” Sesi ne kadar güçlü, ne kadar kalındı. “Topla kendini, beyefendi özrünü kabul edecektir, Faruk!” Adem’in ağzından çıkan cümleler havada yol alıp Faruk’un kulağından girmiyor, doğrudan beyninin içinde yankılanıyordu. “Faruk’u sikeyim Adem abi, Allah belasını versin Faruk’un! Allah belasını versin Faruk Eczanesi’nin! İbneyim ben Adem abi ibneyim!”

Kâmil ikilinin diyaloğundan iyiden iyiye keyif almaya başlamıştı. Galiba herifçioğlu gerçekten ibneydi. Öldürmeye değmeyecek bir adamdı ama bu biraz eğlenmesine engel değildi. “Ne kadar ibnesin lan sen?” diye sordu, “Bir sokak aşağıda Etiyopyalılar var, tanıştırayım mı seni, ister misin?”

“İsterim abi, çok isterim,” diye cevapladı Faruk.

Kâmil baştaki sinirini kaybedip gardını düşürüyordu. Adem’in acaba diyerek yaptığı zayıf plan için bir fırsat doğacak gibiydi. Sağ elini yavaşça indirip trençkotunun cebindeki sert cisme ulaştı. Kâmil, Adem’in çılgın bir hareket yapmayacağına ikna olmuş, sadece Faruk ile oynuyordu. İnsan azmanı adamın tek bir şansı vardı.

Kâmil, Adem’in hızla savrulan kolunu fark ettiğinde onun için çok geçti. Fatih’in surları döven güllelerinden biri suratında patlamıştı sanki. Ayakları yerden kesildi, bilinci bir an kapandı. Adem öne doğru atılarak düşen rakibine bir de tekme yapıştırdı.

Faruk çöktüğü duvarın dibinden olan biteni yavaş çekimle izliyor gibiydi. Adem’in elinden fırlayıp Kâmil’in yüzünde patlayan nesne yerde sekerek ayaklarının dibinde durdu. Panikle tetiğe asıldı, nesneye ateş etmiş onu da ıskalamıştı. Kulaklarındaki çınlamaya rağmen Adem’in “Kalk!” diyen sesini duyuyordu, “Koş! Arabaya doğru koş!” Uyuşturucu ve korkuyla bulanmış zihni, yıllar önce servet döküp aldığı, evine bile ulaştıramadan kaybettiği beyzbol topunu anlamlandırmaya çalışıyor fakat beceremiyordu. Aptallaşmış, gerçeklikten tamamen kopmuştu.

Adem, Faruk’tan bir hareket gelmeyeceğini anlamıştı. Kâmil’in aldığı iki darbeden sonra kimseyi takip edecek hali yoktu ama mutlaka çevrede yardımına koşacak mesai arkadaşları vardı. Bir saniye bile kaybedemezlerdi. Beyzbol topunu ve Faruk’un tabancasını ceplerine koydu, Faruk’u da sırtına atıp yokuş yukarı koşmaya başladı. Yaşı ilerlemişti belki ama hala görüntüsünün hakkını veriyordu. Belki de Faruk çok hafifti. Fark etmezdi, aslanlar gibi koşuyordu işte.

Arabaya ulaşıp Faruk’u arka koltuğa fırlattıktan sonra can havliyle kontağı çevirdi. Dikiz aynasından onlara doğru koşan gölgeler gördüğünü sandı. Emin olmak için bekleyecek hali yoktu, gazladı.

Gün ağarırken Alaattin Bey’in malikanesine vardılar. Yol boyunca ikisi de konuşmamıştı. Adem sıradan bir günün sonuna gelmiş gibi, aracı durdurduktan sonra dönüp yolcusunun kapısını açtı. Faruk süklüm püklüm dışarı çıkarken konuşmak için kıvranıyor, cesaret toplamaya çalışıyordu. Binaya doğru bir iki adım attı. Adem kapıyı tekrar kapatıp şoför mahalline yönlenmişken arkasından seslendi.

“Adem abi, babama söylemezsin di mi?”

Adem durdu, bir süre düşündü, hesap yaptı. Neredeyse bebekliğini bildiği genç adama döndü, sakince yaklaştı, güven verecek şekilde, neredeyse sevgiyle omuzlarından kavradı. Ve, çok güçlü değil, çok hızlı değil, ama çok doğru noktaya, Faruk’un tam burnuna kafa attı. Faruk yerde acıyla kıvranır, avucuna akan kana bakarken, Adem eli trençkotunun cebinde, topunun orada olduğundan emin uzaklaşıyordu.

“Ödeştik.”

Önceki İçerik
Sonraki İçerik

En Son Yazılar