Yeni Sayı Çıktı!

En son hikaye, röportaj ve yazıları şimdi tıklayıp ücretsiz okuyabilirsiniz!

Yeni Sayı Çıktı!

En son hikaye, röportaj ve yazıları şimdi tıklayıp ücretsiz okuyabilirsiniz!

ÖLÜLER ÜŞÜMEZ

Diğer Yazılar

KAMBUR

GURURUM

KAYIP

Ahmet Yılmaz
Ahmet Yılmaz
1980 Kadıköy doğumlu. İlk ve orta okul tahsilini Gemlik’te, lise öğrenimini Pendik’te tamamladı. Uludağ Üniversitesi Türkçe Öğretmenliği Bölümünden mezun olduğu 2002 yılında bir devlet okulunda meslek hayatına başladı. Şiir, deneme ve öyküleriyle dil ve edebiyat dergilerinde göründü. İlk otobiyografik romanı Aynanın Arkasında 2009’da, ikinci romanı Kayıp Kedinin Esrarı-Bir Sancar Solgun Polisiyesi 2022’de yayınlandı. Evli, iki çocuk sahibi yazar; bahçeli, bol kedili ve meyve ağaçlı bir evde, eğitimcilikle şairlik ve yazarlığı bir arada tutarak yaşamaya gayret etmektedir.

1.

O sene şehrin semalarına çöken karabulutlar, camilerin ayakkabılıklarındaki kırk iki numaralı ayakkabılara dadanan hırsızlar, binaların çatılarını gagalarıyla delen büyük martılar, bet sesleriyle sabah sabah işe gidenlerin yüreğini tırmalayan kuzgunlar; parklar ve bahçelerde, deniz kenarında boylu boyunca uzanan kayalıkların kuytularında merhamet bekleyen evsizler ve berduşlar, kuduz köpekler, dişini gösterip havlayan ama ısırmayan uyuz köpekler, yatak odalarına sızan akrepler, yankesiciler, yeni moda teşhirciler, tacizciler hiçbir çocuğu ve yetişkini güpegündüz peşine takıldığı kadınları gözünü kırpmadan öldüren meçhul katil kadar ürkütmüyordu. Onunla aynı caddede yürümenin, aynı sokaktan geçmenin, onunla aynı havayı solumayı düşünmenin kendisi bile korkunçtu. Ya sabahın alacasında işinize giderken binadan dışarı adım atar atmaz sokak kapısında karşınızda bitiverirse? Bir yere gidecekmiş de yolunu kaybetmiş gibi üzgün, adres soracakmış, başkaca beklentisi yokmuş gibi mahcup eli montunun cebine giderse, yeni bileylenmiş, ışıl ışıl parlayan, ucundan kan damlayan bir bıçaksa aniden çıkaracağı? Bir alışveriş merkezinin raflarında ürün etiketlerini incelerken başka yol yokmuş gibi ta dibinizden size sürtünerek geçen,  arkasında bıraktığı ter kokusu ve korku filmlerindeki Uzakdoğulu hayaletleri andıran uzun, simsiyah ve yağlı saçlarıyla başınızı döndüren, temassız kartı kasiyer kıza uzatırken arkanızda sabırsızca oflayıp puflayan, arada bir size çarpıp ağzını yayarak kusura bakmayın diyen adam ya oysa? Haberlerde yüzünü göstermemişlerdi; yüzleri yoktur onların, yani bakılacak yüzleri olmamıştır hiç. Tanıyamazsınız, ayırt edemezsiniz böyle bir katili sivrisinek öldürmeye bile kıyamayan birinden. Metroda ağzından köpükler saçarak ayağınızın dibine düşebilir, vicdanınız kabarır. Otobüs durağında mendil satma bahanesiyle yanınıza sokulabilir, merhametinizi cüzdanınızdan avlar.  Trafikte yeşil ışığın yanmasını beklerken yaklaşıp yarı açık camdan size taze kır çiçekleri uzatabilir, gönlünüz okşanır.

İç hastalıkları uzmanı Dr. Müjdat Bey otomobilini Yalı Mahallesi’nde bir dükkânın önüne gelişigüzel park etmiş, yeni açtığı muayenehanesine yetişme telaşıyla adımlarını hızlandırmışken arkasından birinin seslendiğini güç bela işitmişti. “Doktor,” diyordu sanki, yahut ona benzer bir şey. “Müjdat” mı yoksa? “Dündar” da olabilirdi.  Aman be, onca hastane ve hekim kalabalığında onu koca semtte kim sokakta yürürken tanıyıp hatırlayacaktı da üstelik adıyla çağıracaktı? Bağırmakla kalmayıp peşine düşen adamla vakit kaybetmektense randevusundan önce bir yorgunluk kahvesi yudumlamayı yeğlerdi.

Ama adam doktoru gözüne kestirmiş, tıpkı sabırlı bir gölge gibi gideceği yere kadar ona eşlik etmeyi kafasına koymuştu. Bir taksinin yanında bir an durup cama göz attı Müjdat Bey. Neredeyse ensesinde nefesini hissettiği kişi ne erkeğe ne kadına, bildiği hiçbir mahlûka benzemiyordu. Başı yoktu, yerinden kopmuş veya iki omzu arasına gömülmüştü. Eli kolu belli olmuyor, sırtında lime lime olmuş hırkası tuhaflığına tuhaflık katıyordu. Güneş ışıklarıyla yanardöner bir hâle bürünmüş tozlu cama siluetinin yansımaması, doktorun korkusunu ikiye katladı. Tereddütsüz geri dönecek, “Sen de kimsin?” diye soracak hatta kızacaktı. Polisi aramakla tehdit ederdi. Bir omuz atar, iter, gücünü göstererek sindirirdi belki. Olmazsa, herifin şaşkınlığından istifade ederek bağırıp çağırır, ortalığı ayağa kaldırırdı. Erkekliğin onda dokuzu kaçmaktı, becerebilirse.

Bütün bu düşünceler, korkular, kaygılar yalnızca Doktor Müjdat’ta değil genç yaşlı, kadın erkek, yetişkin çocuk hemen herkeste etkisini gösteriyordu. O, talihlilerdendi; en başta bir kadın veya genç kız değildi. Güzel bir eşi, başarılarını sosyal medyada paylaşarak dosta düşmana nispet yaptığı okullu bir kızı da bulunmuyordu. Duldu. Yirmi beş senelik evliliğinde çocuğu olmamış ama bu, onu eşinden ayırmamış, aralarını bir an olsun soğutmamış, ancak ölüm iki sevgiliyi ahiret yurdunda kavuşturmak üzere birbirinden ötelere savurmuştu.

Mucize midir, gayetle öyledir. Kaldırımda oturan saçı başı dağınık bir ihtiyar, dâhiliye doktorunu görür görmez yerinden fırlayarak ayaklarına kapanmasın mı? “Beyefendi, Allah rızası için, tuttuğun altın olsun, kuş tüyü yataklarda yatasın, saraylarda uyanasın!” Tabii olarak bizim yabancı paniğe kapılmış, kimliğini belli edip yakayı ele vermemek için saniyeler içinde ortadan kaybolmuştu. Müjdat Bey arkasında kimsenin olmadığını fark edince ilkin garipsemiş, biraz düşününce işkillenmiş, dilencinin meydana çıkmasıyla tuhaf adamın kaçmasının tesadüf eseri olmayacağına hükmetmişti.   Merakla sağı solu kolaçan ederken sokağın öteki başında koşarak gözden kaybolan adamı gördü. Oydu, kaçıyordu.

Muayenehanesine nefes nefese vardığında randevusuna dakikalar kalmıştı. Yüzü kül gibiydi, eli ayağı sinirden titriyordu. İlk hastanın ardından –yetmişine merdiven dayamış emekli bir öğretmendi ve zatürree öyküsü vardı–  kendini koltuğuna dar attı. Sekreter kahvesini uzatırken ağzındaki sakızı uzatarak sordu:

“Vaziyet çok mu kötü hocam? Betiniz benziniz sararmış!”

“Adamın ciğerleri iflas etmiş kızım. Öyle pat diye de söylenmiyor ki!”

Kafasını ‘aman bana ne be’ dercesine sallayarak yan odadaki üroloji uzmanının kapısını tıklatan genç kız, eteğini dizlerine kadar çekmeyi ihmal etmedi. Oksijenle sarartılmış saçlarını iki eliyle ensesinden tutup geriye attı.

Beşe doğru hasta kalmamış, eve dönüş vakti gelip çatmıştı. Devlet hastanesinden birbirine nazı geçen, güvenen, becerikli birkaç arkadaşıyla ortaklaşa açtıkları dispanserde işi bitti mi, bir saniye fazladan durmak içini daraltıyordu Müjdat Bey’in. Ortamın kasvetli havasından mı, baştan beri gözünün tutmadığı, hiç hazzetmediği, her hareketi gözüne batan sekreterden mi bilinmez, gitgide bir makine gibi çalışıp mecbur kalmadıkça ağzından kerpetenle laf alınan, suratsız, hatta itici bir kişiliğe bürünmüştü.

Montunu odasında unuttuğunu fark ettiğinde asansörle çoktan ikinci kata inmişti bile. Geri dönmeye üşendi, sekretere telefon edip bir zahmet aşağı indirmesini isteyecekti. Uzun uzun çaldı, bakan yok. Az sonra telefon boşa düştü. Aradığınız kişiye ulaşılamıyor. Aradığınız kişiye… Dıt… Dıt… Dıt… Tam kapatacakken cılız bir ses. Çok uzaklardan geliyormuş gibi boğuk, hırıltılı. Sanki bir kadın inlemesi.

Merdivenleri ikişer üçer atlayarak muayenehaneye daldı.

Ne işin vardı? Yarına kıran mı girdi? Alt tarafı modası geçmiş bir mont için o manzaraya katlanmak, yardıma koşayım derken acınacak hâle düşmek, utanmak… Dünyanın çıkacak çivisi de kalmamış; şu çirkeflikleri zapt edecek bir şey yok artık.

“Sosyoloji okumalıymışsınız dostum, ilahiyat da fena gitmezdi aslında. Devam edin lütfen,” diyen Dedektif Sancar Solgun’a dik dik baktı Doktor Müjdat. Dertleşiyorlardı, büyütmeye lüzum yoktu. Gevşedi, dişlerini göstererek sırıttı masaya bacaklarını uzatmış, onunla ilgilenmiyormuş gibi elinde evirip çevirerek göz attığı defterlere gömülen Dedektife.  

“Bilgisayarda neler var? Aa sahi, daha bitirmemiştin değil mi? Sonra ne oldu Doktor? Ucuz montunu sırtına geçirip hiçbir nane olmamış gibi arabana atlayıp yatağına mı döndün?”

“Kırıcı oluyorsun ama! Dinlemeden kalem kırmakta üstüne yok, maşallah! Sana bin kere söyledim, hepsi o ürolog mudur bevliyeci midir onun marifeti. Kızı kendine bağlamış, sabah akşam odasına çağırmalar, yok omuz masajı, yok evini aratıp geç geleceğim yalanını söyletmeler… Kabahatin çoğu bende, itiraf ediyorum, o herifi doğru dürüst tanımadan yanıma almışım. Üç kuruş para kazanacağız diye ağız kokusunu çekmiş, günahına ses çıkarmamışım!”

“Burası kilise değil beyefendi! Karşında dostun Sancar olarak otursam da görev başındayım. Bildiklerini, gördüklerini anlatırsan akşam olmadan dosyayı kapatırız.”

“Sen ne acayip bir adammışsın be! Dinle o zaman, araya laf sokuşturup durma. Bir çayını içtik diye burnumuzdan getirme! Kızla doktoru o şekilde görünce insanlığımdan utandım tabii, gerisin geri dışarı koştum. Tir tir titriyordum. Arabamı unuttum bir an, neredeyse sokaktan geçen bir taksiye binip eve atacaktım kendimi.”

“Eve gelmedik daha. O kadar hızlı gitme!”

“Tövbe estağfurullah! İki sokak ötede duruyordu benim emektar. Bakıyorum, yer yarılmış da içine girmiş sanki. Aslında kafamı karıştıran festivaldi, kadınlar için yürüyüş mü neymiş, bir sürü kadın ellerinde döviz bas bas bağırıyor. Hâliyle yol bulamadım, kol kola kenetlenmişler. Araya bir erkek girse vay başına!

“Ee, sen ne yaptın? Koskoca doktorsun. Sana ne zararları dokunacaktı ki?”

“Bekledim, yürüyüşleri illaki biter dedim. Yok anam, yolu trafiğe kapatmışlar. Bir an arabam gözüme çarpar gibi oldu, az sonra yine kaybettim. Kimseye dert anlatamadım, kimse kulak vermedi. İki adım atamadım o tarafa. Vakit ilerliyor, moralim fena bozuk, kalbim tutacak. Öyle ter dökmüşüm, öyle bunalmışım ki bir tanesi –orta yaşlarda bir hanım abla– tuttu kolumu, çekti beni bir ağacın altına. Yüzüme su çaldı, saçımı ensemi sıvazladı. Bir şefkat bir alaka, sorma. Neyse, gölgede az biraz toparladım. Kalabalık seyreldi, üçtü beşti neticede herkes içini döktü dağıldı. Bindim arabaya, doğru eve.”

“Devamını da ben tahmin edeyim, izninle: İştahın kaçtı bir kere, güzelce duş aldın. Bornozla yatağa uzandın. Boş durmadın elbette, aldın telefonu karıştırmaya başladın. O sayfa senin bu sosyal medya benim derken bir haber sitesine takıldın kaldın. Aman Allah’ım o da nesi? Senin sekreter cinayete kurban gitmiş! Hem de senin mesaide olduğun saatte. Tesadüfe bakınız.”

“Mesaim bitmişti. Kayıtlara bakın anlarsınız. Montum için geri döndüm, almadım da. O da delil olsun. Ürolog nerede? Onu sorguya çekmeyecek misiniz? Kaçtı mı yoksa yüzünü şeytan göresice!”

“Sakin olun Müjdat Bey dostum, heyecan size yaramıyor. Kalkmayın lütfen. Oğlum koş, doktora bir bardak su getir.”

“Başka sözüm yok, gitmek istiyorum! Şüpheli olduğumu bilmiyordum. Avukatımı arayacağım. Alacağın olsun!”

“Tek tanık sensin Müjdat. Muayenehanede senden başka çalışan yok. Hunharca katledilen kızcağız hariç!”

“Ne? Şaka mı bu? Yeter artık Sancar! Bir güne bu kadar cıvıklık yeter. Fazlasını kaldıramam. Biz orayı üç arkadaş sermaye koyup açtık. Bir ürolog, bir ortopedist ve bir de dâhiliye uzmanı ben. Ne söylediğini kulakların duyuyor mu senin?”

Dedektif Sancar Solgun, arkadaşının omzuna elini koydu. Masada duran defteri işaret etti.

“İstersen göz at, kayıtlar beni doğruluyor. İlk günden son güne kadar tek tek her şey yazılmış. Doğruca bana koşmak yerine, karakola uğrayıp ifade verseydin akıllıca davranmış olurdun. Ortadan kaybolarak şüpheleri üstüne çekiyorsun.”

Doktor Müjdat, sayfaları telaşla karıştırmaya başladı. Gözleri büyüyor, göğsü sıkışıyordu. Başı önüne düştü, defter elinden kaydı.

“Şimdi ne yapacağız?’ dedi Sancar Solgun’un yardımcısı. “Adam masum görünüyor, yalan söyleyeceğini sanmıyorum.”

“Eminim ki doğruları söylüyor, onu yirmi beş yıldır tanırım. Ancak işin içinde bir bit yeniği var. Bilgisayarda şirkete dair bilgi kırıntısından öte dişe dokunur bir şey bulamadım. Çekmecesindeki kayıt defteri de ya bilerek eksik tutulmuş ya da baştan beri Müjdat bir hayal âleminde, tek başına doktorculuk oynadığından bihaber, ciddi ciddi hasta muayene ediyormuş.”

“Ya gerçek, hoşumuza gitmeyense? Aklımızın kenarına süpürdüğümüz, bile isteye uzak durduğumuz ihtimallerse? Sizce Müjdat Bey şizofren olabilir mi? Çatmayın hemen kaşınızı, bir ihtimal yani?” dedi yardımcısı. Gözleri büyümüş, yüzü kararmıştı.

Dedektif Sancar Solgun derin bir iç çekti, elini yüzüne dayadı. “Kafam allak bullak,” diyebildi ancak kendisinin duyabileceği bir sesle.

O sırada uzandığı ranzadan doğrulan Doktor Müjdat uzun uzun esnedi, saçını düzeltti, üstüne başına çekidüzen verdikten sonra hiçbir şey olmamış gibi masaya yöneldi. Hipnotize olmuş gibiydi, gözbebeklerini bir noktaya dikmiş yürüyordu. Dedektifin heyecanla boşalttığı koltuğa kurulup başını kapıya doğru çevirerek bağırdı:

“Kızım kahve nerde kaldı?” Parmağıyla Dedektifi ve yardımcısını işaret ederek sözünü tamamladı.  “Doktor Ümit ve Ömer Beyler benim gibi okkalı bir kafein almadan mesaiye başlamazlar. Çabuk ol!”

Buz gibi bir sessizlik odaya çöktü. Dedektif ve yardımcısı göz göze geldiler. Yoksa…

O günün gecesi, biri şehrin en kalabalık alışveriş mağazasında diğeri piknikçi ailelerin müdavimi olup her hafta sonu mangal yaktığı ormanda olmak üzere iki kadın daha başsız katilin kurbanı olmuştu.

2.

Yaşlı ev sahibinin ihbarıyla muayenehanenin kapısına gelen polis ekibi kırdığı kapının arkasında koridora boylu boyunca uzanmış genç sekreterin cansız bedeniyle karşılaştı. Yüzükoyun yatıyordu. Ensesine darbe almış, sarı saçları kızıla boyanmıştı. Yarı çıplaktı. Polislerin burnunu kapattığı, yüzlerini çevirdiği esnada ihtiyar içeri koşup eline geçirdiği montu kızcağızın bacaklarına attı. Gözleri dolmuştu.

“Ölüler üşümez ki!” dedi gençten bir memur, ev sahibinin telaşına yabancı hatta beyhude bir çaba gösterdiğine inanan bir tavırla.

“Akşam sesler duydum demişsin telefonda, ne tür seslerdi amca?”

“İtiş kakış gibi… Ne bileyim, kavga var diye düşündüm. Kızın sesiydi, az çok tanırım. Hayat dolu, cıvıl cıvıl bir şeydi. Söylemesi ayıp, geçenlerde ben de dâhiliyeciye görüneyim dedim. Sağ olsun, beni el üstünde tuttular. Çay getirdi bu, çarpıntı yapıyor evladım sen bana bir bardak su veriver dedim. Ölmüşlerinin canına değsin!”

O sırada Cinayet Büro’nun cevval Müfettişi daireye bir hışımla daldı. Cinayet mahalline ayak basar basmaz sağa sola emirler yağdırmaya başladı: “Şeritle çevirin şurayı! Bu ne aymazlık! Uzaklaş! İhtiyar buraya gel! Oğlum bana bak; saç, kıl, kan, tükürük ne bulursanız toplayın!”

Sekreterin bacaklarını örten ince montu görünce küplere bindi.

“Bu ne lan! Kim koydu maktulün üstüne? Siz bana cinayet mi işleteceksiniz! Cinayet mahallinde her şey olduğu gibi kalacak demedik mi ulan? Cesede yaklaşılmayacak, dokunulmayacak öğretmediler mi oğlum?”

Polislerin elleri ayakları birbirine dolaşmış, kendilerine kök söktüren Cinayet Büro amirinin haklı serzenişlerine karşı beceriksizce ve mahcubiyetle donup kalmışlardı.

“La havle ve la… Hangi aklı evvelin marifeti bu? Kızın üstünü örtmek diyorum!”

Yaşlı adam sesi titreyerek öne atıldı. “Benim vicdanım sızladı Memur Bey evladım, zamanında garibime sahip çıkamadık, bari ölünce çıplak olduğu…”

“Ya amca sen ne anlatıyorsun bana? Sadede gel gözünü seveyim. Delilleri karartma tehlikesi diye bir şey işittin mi sen hiç?”

“Evladım, benim hâşâ o taraklarda bezim olmaz. Baktım yavrucak yatıyor, her taraf kan gölü, kızın baldırı bacağı affedersin meydanda, kıyamadım hâliyle. Yufka yüreğimden yani… Sizin kızınız yok mu?”

“Yok!” diye kestirip attı Müfettiş. Başını çevirdi, söylendi. Bir sigara yaktı. Duvardaki sigara içilmez yazısını ve altındaki ceza miktarını görünce yüzünü buruşturdu. Yakası açılmadık bir küfür savurdu. İhtiyar utandı, başını önüne eğdi. Elindeki sigaraya baktı, başparmağıyla işaret parmağı arasında sıkıştırdığı sigarayı söndürüp kapıdan dışarı fırlattı.

“Montu Müjdat Hoca’nın odasında buldum, masasının üstündeydi,” dedi ihtiyar, kapıya yönelirken. “Benim değil, yanlış anlaşılmasın Amirim. Müsaadenizle evime çıkayım, takatim kalmadı, yaşlılık işte, ilaç alma vaktim de geçiyor.”

“Müjdat Hoca ha? Bak sen. Daha neler öğreneceğiz bakalım. Evladım, bana şu adamı bul getir.”

Kapının eşiğinde durup başını geriye çeviren ev sahibi, “İşinize karışmak gibi olmasın ama o yapmaz,” dedi bıyık altından gülerek.

“O yapmaz, bu yapmaz, ben mi yaptım? Amca haydi git istirahat et, ilacını erteleme, sana da bir şey olmasın şimdi akşam akşam!”

Doktor Müjdat Bey o sırada evine dönmüş, bugün olanları unutmak için tazyikli duşun insafına sığınmıştı. Yatağına uzandığında muayenehanede yaşadıkları gözünün önünden gitmiyordu. Bir o tarafa, bir bu tarafa dönerken sabaha karşı ezan sesleriyle yerinden sıçradı. Baş ucundaki sehpanın üstünden sürahiyi aldı, birkaç yudum suyla kalp ilacını yuttu. Ne kadar acıydı! Bu ilaç aç karnına mı içiliyordu?

Kahvaltıda boğazından tek lokma geçmeyecek, hemen üstünü giyip soluğu kadim dostu, sırdaşı Sancar’ın bürosunda alacaktı. Masaya yeni oturmuş, henüz üzerindeki asabiyetten sıyrılmamışken öğrenmişti akşamki cinayetten dolayı alelacele çağrıldığını.

Muayenehanede şahit olduklarını dostuna tek tek anlatacaktı ama aslında akla gelen ilk ve tek şüphelinin kendisi olduğunu henüz bilmiyordu!

Son kurbanın vücudundan alınan örnekler gösteriyordu ki olay mahallinde üçüncü bir şahsın olduğu kuvvetle muhtemeldi. Çamur izinden 42 numara spor ayakkabı giydiği anlaşılmış ama saç ve kıl örneği gibi daha somut ve kestirmeden sonuca ulaşmayı sağlayacak delillere henüz ulaşılamamıştı. 

Anlattığına bakılırsa Doktor Müjdat Bey o akşam montunu almak üzere muayenehaneye girip odasına yönelirken üroloji uzmanının aralık kapısından genç kızı yarı çıplak vaziyette dans ederken görmüş, masanın üstünde video kaydı tutan telefonu ise fark etmemişti. Doğal olarak aklına ilk gelen, kızın doktoru memnun etmek için bu yüz kızartıcı harekette bulunduğuydu. Daha önce o ikisini birbirlerine sırnaşırken, kur yaparken görmüş suratını asmıştı. Telefon gerçekte kimin elindeydi, doktorun mu?  Kız kendi kendine dans ediyor olamaz mıydı? Çektiği videoyu sosyal medyada paylaşmak zamane gençleri için olağan dışı bir davranış, ayıplanacak bir kusur sayılmazdı, aksine epey revaçtaydı. Yükselmenin, parlamanın, servete kavuşmanın en kestirme yoluydu. Ya ürologun isteğiyle, zorlamasıyla, kim bilir belki de şantajıyla bu içler acısı vaziyete düştüyse?

Cinayet Büro 3 dakikalık videoyu yayan, tavsiye eden ve öven adresleri takibe aldı. Kaynak tespiti için sabahlara kadar çalışıldı, sigara üstüne sigara yakıldı. Çaylar koyulaştıkça koyulaştı.

Üroloji uzmanını öğleden sonra saat iki sularında hava limanında enselediler. “İzne ayrıldım, on beş günlük tatil için İbiza’ya gidiyordum,” diye yalvar yakar kendini savunsa da kimseyi inandıramamıştı. Uçağı 00.30’da kalkacak birinin 8 saat öncesinden apar topar terminale gelmesinin şüphe çekmemesi mümkün değildi.

Sorgu odasında ağlayarak “Onu çok seviyordum, evlenmek isteyecek kadar,” dedi. “Tartıştık, beni itti. ‘Açık saçık görüntülerin Instagram’da dolaşıyor, beni aşağılıyorsun,’ dedim. Küfretti, saldırdı bana.”

Sekreterin akut solunum yetmezliği ve darbeye bağlı kanamadan ölmesi ortada kesinlikle bir kavga ve boğuşma ihtimali olduğunu akla getiriyordu.

Müjdat Bey, Sancar Solgun’un yazıhanesine ikinci defa geldiğinde toparlanmış, üstünden büyük bir yük kalktığı için rahatlamıştı. Fakat yine de canı sıkkındı. Mesai arkadaşının ihaneti, evrakta sahteciliği, zavallı, cahil bir genç kızı ölüme terk etmesi…

“Katil o muymuş?’ diye sordu Sancar Sorgun. “Vay be, kimin aklına gelir? Muayenehane kayıtlarına aldansaydık ömür boyu zindanda çürümeye terk edecektik seni. Gerçi sana ait olmayan ayakkabı izi de vardı ama hastalardan birine aittir deyip geçebilirdik.”

“Binanın antresinde çamur birikintisi var, muhtemelen dikkat etmemiş basmıştır. Ben olsam katiyen o vaziyette iki adım atmam,” dedi Doktor Müjdat. “Ne bileyim, aslında etliye sütlüye karışmayan bir delikanlıydı, hastaları da ondan gayet memnundu. Ama masum da sayılmaz, değil mi? İnsanın alacası içindedir derler. Kızı öldüresiye dövmüş, ortada bırakıp kaçmış vicdansız!”

“Öldü sanmış,” dedi Sancar Solgun. “Korkmuş, ‘ambulansı arayıp adresi verdim,’ diye yemin de ediyor ama…”

Doktor Müjdat Bey’de en ufak tepki yoktu. Sadece kafasını sallamakla yetindi.

“Yahu Müjdat, geçen gece neydi senin o hâllerin? Başın dumanlıydı, benim büromdaydın ama kendini muayenehanende sanıyordun, yardımcımla bana doktor muamelesi yaptın.. İçimden nasıl güldüm, sonra eyvah dedim, adam aklını kaçırıyor galiba…”

“İlaçlardandır. Yanlış ilacı yutmuşum. Eşim bir dönem psikiyatrik tedavi görüyordu, ondan kalan, atmayı nasılsa unuttuğum bazı antidepresanlar vardı. Biri elime geçmiş, renkli şeyler var ya hani, hop yutmuşum. Başım dönmüş, dünyamı şaşırmışım. İşin komik tarafı ne biliyor musun? Sabahleyin duruma aymayıp yine aldım o haptan. Tansiyonum değil düşmek, hepten tavan yaptı. Vallahi iyi yırtmışım.”

Sancar Solgun, biraz acıyarak tebessüm etti. Dosya kapanmamıştı, öyle hissediyordu. Cinayet Büro sahadaki çalışmalarını tamamlamıştı. Bir kulağı hâlâ Adli Tıp’tan gelecek haberdeydi.

Sohbet koyulaşıp gece yarısına uzayınca Doktor Müjdat Bey’i evine bırakmayı teklif etti Sancar Solgun. Dedektifin isteğini geri çevirmeyen dâhiliye uzmanı bahçe duvarının dibindeki ağacın arkasında onu bekleyen yabancının gölgesinden korkarak telaşla anahtarı kilitte çevirdi, kendini içeri attı.

Odasının ortasında yüz üstü yatan, başından ahşap parkelere oluk oluk kanlar sızan esmer kadın, eski eşini ne kadar çok andırıyordu… Banyoya koştu, mide bulantısı sıkıştırmış, aynadaki suratı sapsarı kesilmişti. Eşinin eski fotoğraflarını aile albümünden çıkarıp kin ve nefretle ağzından köpükler saçarak paramparça etti. Oyuncağı kırılmış çocuk gibi pişman ve çaresiz, ağladı.

Biraz sonra demir kapı açılıp şiddetlice kapandı, dalda bir kuzgunun çığlık çığlığa öttüğü duyuldu, şişkin ay yakında yerini dolunaya bırakacaktı.

Dedektif, elektrik direğiyle aydınlatılmamış kör sokaklarda ürpererek ilerlerken evine dönmekten vazgeçip ani bir frenle direksiyonu kırarak, kendisini geri dönmeye çağıran sezgisinin çekimiyle az önce doktoru bıraktığı muhite döndü.

Bahçeli evin ışıkları kapalıydı. Çevrede olağan dışı bir hareketlilik yoktu. Müjdat Bey uyumuştu muhakkak. Bu vakitte kapısını çalmak hoş kaçmazdı ama dedektifin içi içini kemiriyordu. O sırada çalan telefonun ekranında Olay Yeri İnceleme’den bir arkadaşının adını gördü. Yeni bir gelişme mi olmuştu? Katilin maskesini düşürme zamanı sonunda gelmiş miydi? Sancar Solgun’un sabahtan beri beklediği haberi şimdi duymak istememesi, telefonunu meşgule alıp yüz metre öteye bıraktığı otomobiline doğru uzaklaşması, aracını çalıştırması, gaza basması… Hepi topu bir iki dakika süren kararsız adımların Sancar’ı sürüklediği kaza belki önceden tasarlanmış kötü bir alınyazısının eseriydi.

Yola atlayan karaltı, Dedektifin puslu yolda onu fark etmesine imkân bırakmayacak kadar hızlı ve kararlıydı.

Sancar Solgun şiddetle sarsılan aracını biraz ileride zorlukla durdurabildi. Direksiyona başını dayadı, “Ne yaptım ben? Ne yaptım?” diye inledi kesik nefesiyle. Otomobilden indi. Ayaklarını sürüye sürüye, yolun kenarına savrulan cesede yaklaştı. “Hey, iyi misin?” Cesetten ses çıkmadı. Tozlar ve rüzgâr içinde çenesi kilitli, gözleri sonsuza kadar sımsıkı kapalı duracaktı.

Kazanın ilk şokunu atınca bagajda el yordamıyla bulduğu battaniyeyi soğumaya yüz tutan cesedin üstüne attı Dedektif. Kaldırıma çöktü. Gece soğuktu. Yıldızlar gökyüzünde yağı azalmış kandil gibi ölgündü. Dünyanın yükü toplanmış, küçücük insanın omuzlarına abanmıştı.

Sancar Solgun eve girip bodrumu araştırsa 42 numaralı bir sürü ayakkabı görecekti. Müjdat’ın, üroloji doktoruna hediye ettiği spor ayakkabıların da bir parçası olduğu koleksiyon âdeta göz kamaştırıyordu. Bahçenin arka tarafındaki gözden uzak tümsekten işkillenip toprağı kazsa Müjdat’ın genç kızı boğmakta kullandığı havluyu ve kafasına vurduğu metal bastonu ele geçirecekti. Telefona cevap verse genç kızın kan kaybından ölmesinde üroloji doktorunun kabahati olmadığını yakinen öğrenecek, dostu Müjdat’ın cinayeti işlemesindeki dürtüyü çözmek isteyecekti. Zihnine takılan soruların üstüne cesaretle gitse eve bitişik nizam kondurulmuş, ardiye olarak kullanılan kırık dökük kulübeyi kolaçan ederken Müjdat’ın bozuk ruh hâlini ortaya seren pek çok delile ulaşıp hayretten küçük dilini yutacaktı. Evliyken genç bir kadına yazdığı âşıkane mektuplar, raflara tıkış tıkış doldurulmuş SAS türünden romantik yalanlar, sırılsıklam sevdalarla şematize edilmiş demode fotoromanlar… Bir dâhiliyecinin ilgi alanı için fazlasıyla gereksiz, kadın anatomisini gösteren çeşit çeşit sansürsüz çizimler…

Ve içlerinde en kafa karıştıranı: Müntehir doktorun müntehir eşine yazdığı, silip yeniden yazdığı, aklî dengesinin pek yerinde olmadığı intibası uyandıran hezeyanlı satırlar… Ve bir mektup zarfı; ortasından yırtılmış, sararmış. Üstünde İstanbul’un meşhur bir ruh ve sinir hastalıkları hastanesinin adresi!

Gönderici adı Müjdat Babür.

Gönderilen adı Sevinç Babür.

Tesadüf olabilir miydi? Muayenehanede hunharca öldürülen sekreterin ismi de aynı değil miydi?

Doktor, genç kızı eski eşinin yerine koymuş, acısını bilinçaltına iterek benliğini yeni baştan inşa etmek amacıyla onu bu garip beraberliğe zorlamış olabilir miydi?

Fakat kızcağız babası yaşındaki doktora yüz vermemiş miydi? Belki üroloji doktorunu seviyordu ama onunla da bir küsüp bir barışıyor, bazı zamanlar şiddetli şekilde tartışıyordu da.

Müjdat Babür, zavallı dâhiliye uzmanı, Sancar Solgun’un kadim dostu, kızı ürologdan kurtarmak mı istemişti? Ona sonsuza kadar sahip olmak arzusuyla mı sevgililerin kavgasını fırsat bilip kendini öne atmıştı? Cinayet kasıtlı değil kaza eseri meydana gelmiş olabilir miydi?

Ama ölüler konuşmaz, cevap veremezdi. Müjdat’ın kişisel bilgisayarında sekretere ait fotoğraflar, videolar, Whatsapp ve Instagram yazışmaları gizli bir aşktan rüzgâr alan, kıskançlıkla işlenen feci cinayet kurgusunu açıklamaya yetmezdi. İntihar etmeseydi cezaevinde değil belki bir akıl hastanesinin dört duvarı arasında kendisiyle sonsuz bir monologa mahkûm olacak Doktor Müjdat’ın tıpkı seneler evvelinde kendi canına kıyan eşi gibi hayata veda etmesinde çifte pişmanlığının rol oynayıp oynamadığını kim bilebilirdi?

Mutsuzluktan gözlerinin önünde eriyip aklî melekelerini kaybeden eşinin intihara sürüklenmesiyle ortaya çıkan ve gittikçe yüreğini daraltan suçluluk duygusu.. Ölen kadını aynı adla ama başka bir surette karşısına çıkaran alınyazısının akışına kapılıp zavallı sekreterin hayatını söndürmesiyle doruğa çıkan yok olma isteği… Hiçleşme, yer yarılsın da yerin dibine gireyim isteği…

Cenaze defnedilirken Sancar Solgun siyah gözlüklerinin arkasına gizlediği gözyaşlarına anlam veremiyor, yuvası dağılmış, önce platonik sevgilisini sonra kendisini öldüren Müjdat’ın zavallı bir kurban olup olmadığını düşünmeden duramıyordu.

En Son Yazılar

EDİTÖRDEN

SUÇÜSTÜ

GECE YOLCUSU