Nişantaşı’nda babadan kalma eski dairemde, sessiz salonumun baş köşesinde duran koyu kahverengi deri berjerime yayılmış, sabah kahvemi içerken küçük dostum Totti’nin havlamasıyla irkildim. Buna bir de kapımın belli belirsiz tıkırdatılması eklenince, bir konuğum olduğunu düşündüm. Kapı zilini çalan eden yoktu, fakat “Foks Teriye” cinsi akıllı ama biraz sabırsız dostum kapı önünde bitmiş, hırlamaya başlamıştı. Bir kontrol edeyim dedim.
Kapıyı açtığımda yerde arabamın torpido gözüne sığacak boyutta, koyu kırmızı bir kutu vardı. Bu cismi kapı önüme bırakan şahıs hızlıca toz olmuştu belli ki. Kendimi, kapısına konan bomba ile öldürülmeye teşebbüs edilecek biri değerinde görmediğimden, kutuyu sakince yerden alıp salona geri döndüm. Mesleğim gereği, gizlilik arz eden durumlarda bazen müşterilerim bana mektupla ulaşırdı. Mektuba alışık olan ben, kutuyu da fazla yadırgamadım.
Kucağımda kutuyla beraber cam kenarındaki berjerime kuruldum. Tam kutuyu açacakken, kutu titreyerek müzik çalmaya başladı. Bu marifetin esas sahibinin bir cep telefonu olduğu aşikardı. Kapağı kaldırıp telefonun azabına bir son verdim.
“Alooo!”
Müslüm Gürses henüz ölmemiş olsaydı, o an onun aradığına yemin edebilirdim.
“Buyrun?”
“Dedikleri kadar var mısın ula İrfan Pat?” diye sordu. Yok yok, Müslüm ölmemişti, bu kesin oydu.
“Pardon, kiminle görüşüyorum?” diye sordum.
“Pencereden selamımı al da gideyim,” dedi.
Kaldırımdan geçen herhangi birinin açık perdelerimden içeri bakıp kütüphanemin üst rafındaki kitapları sayabileceği yükseklikteki dairemin camından dönüp aşağı baktım. Apartmanımın önünde, yol ortasında duran siyah, büyük kasa, koyu renk camlı Mercedes’in iki karış açık arka camından, saçı sosyal medyada görmeye alışık olduğum mafya tipler gibi üstü kısa altı sıfıra yakın kesili, köşebent kafanın sahibi, tesbih tuttuğu eli ile laubali bir selam çaktı. Yüzünde hafif bir tebessümle şoföre bir şeyler söyledi. Cam kapanırken araba voltasını aldı.
“Selamın aleyküm İrfan Pat,” dedi kulağıma.cza
“Aleyküm selam,” dedim.
“Beni tanıdın mı?” diye sordu, sokağa çıksa üç kişiden ikisinin tanıyıp fotoğraf çektireceği yeni nesil dizi oyuncusu öz güveniyle.
“Sesiniz Müslüm Gürses, ama görüntünüzü çıkaramadım,” dedim hafif dalgaya vurarak.
“Benzetirler rahmetliye,” dedi. “Yani sadece konuşmamı,” diye ekleme gereği gördü, Müslüm’ü tip olarak beğenmediğini belli eden bir vurguyla.
Hay götüm dedim içimden. “Kiminle görüşüyorum” diye sordum.
“Ben Şahin Taştan ula!…” dedi.
Öz güvenin nedeni belli dedim içimden. Ülkenin en meşhur mafyalarından biriydi Şahin Taştan. Gözümün önüne geldi tipi yine. Hay tipini sevdiğim…
“Memnun oldum” dedim. Yalandı. Başıma bir bela açılacaktı. Haydi hayırlısı…
“Seninle iletişimi bu şifreli telefondan sağlayacağım,” dedi. Dinledim, başka ne sağlayacaktı acaba?
“Alooo!…” dedi.
“Buyrun, sizi dinliyorum,” dedim.
“Sana bir iş vereceğim ula İrfan Pat,” dedi. “Bir arkadaşım tavsiye etti seni. Ülkenin en iyi dedektifi olduğunu söyledi.”
“Sağolsun, teveccüh göstermişler,” diyerek alttan aldım.
“Şimdi bir işim var. Benimle iki saat sonra Rumeli Hisarı’nın otoparkında buluşabilir misin?” diye sordu. Vurgusundan bunun aslında bir soru olmadığını hissettirdi.
“Olur,” dedim.
“Haydi eyvallah o zaman,” dedi. Karşılık vermemi beklemeden telefonu kapadı.
Karşılık almadan telefonu kapatmak racona aykırı değil mi dedim içimden. Uzatmadım. Ondan daha iyi mi bilecektim?
Totti’yi mahallede gezdirip, ihtiyaçlarını gördürdüm. Karşıdaki yeni nesil kahveci Vi İstanbul’dan aldığım iki parça fındıklı kek ile karnımı doyurdum. Eve dönüp, Google’dan Şahin Taştan hakkında bilgi edindim. Yaşı 55 olmuş. Şaşırdım. Yaşlanıyorsun İrfan Pat dedim kendi kendime. Evliymiş. Yirmili yaşların başında ikiz kız çocuğu sahibiymiş. Kızlar bekar ve güzel görünüyordu. Allah bağışlasın da damadı olmak istemezdim diye mırıldandım, damızlık koyun gibi gezer, Pavlov’un köpeği gibi komut bekler durursun. Adam hapisten çıkalı dokuz yıl olmuş. Hakkında yasa dışı örgüt kurma, adam yaralama, cinayete azmettirme, haraç alma dahil birçok suçtan ceza hükmü varmış. Devam eden davaları ve bu gibi birçok bilgi…
Peki bu adam benden ne istiyor diye düşündüm. Bu tip insanların kendileri için sağa sola koşturup bilgi toplayacak, emirlerinde çalışan bir ton adamları vardır. Ayrıca üst düzey emniyet mensuplarıyla da iyi kötü bağlantıları olur. Demek ki öyle bir konu vardı ki, yakın çevresi tarafından duyulmasını istemiyordu.
Şahin Taştan’a beni tavsiye eden arkadaşının kim olduğunu fazla düşünmedim. Geçen yıl mühim bir işini çözdüğüm Rizeli bir kabadayı vardı. O olduğuna adım gibi emindim. Yardım ettiğime edeceğime pişman ettirecek bollukta çay göndermişti evime. Mutfak çay bahçesine dönmüştü resmen. Halen iki üç yıllık stoğum vardı. Neyse… Allah böyle dert versin, amin…
Hafif bir duş aldım. İyi geldi. Nedense, cenazeye gider gibi simsiyah giyindim. Çıkmadan önce, pencereden dışarıyı süzdüm. Hafif yağmur atıştırıyordu. Siyah deri ceketimi sırtıma alıp dışarı çıktım. Köşeden bir taksi çevirdim. Buluşma saatine on dakika kala, Rumeli Hisarı otoparkında volta atıyordum.
Siyah balina beni fazla bekletmedi, tüm heybetiyle önümde durdu. Koyu renk arka cam bir karış açıldı.
“Atla,” dedi Müslüm etkili sesini sevdiğim.
İkiletmeden kapı kulbuna yapıştım. Kapı, görüntüsünün aksine, tereyağ üzerinde kayarcasına narince açıldı.
“Gel bakalım ula İrfan Pat,” dedi içerideki.
Google’ın marifeti nedeniyle, yüzünün botokslu son haline aşina olduğum Şahin Taştan, hafifçe bana dönük vaziyette beni süzerek “Selamın aleyküm,” dedi.
“Aleyküm selam,” dedim yerime kurulurken, küçük bir baş selamı eşliğinde.
“Garaja çek,” dedi şoförüne.
Hoppala dedim içimden. Filmlerde garaja götürülen yabancıların başına genellikle pek iyi şeyler gelmezdi.
“Garaj?” diye sordum, yüzümde cevap bekleyen bir ifade ile.
“Bizim garaj işte ula,” dedi, sanki o garajda doğmuşum da hatırlamıyormuşum gibi.
“Sizin garaj?” diye sordum, o doğan ben değilmişim, o yanlış hatırlıyormuşçasına.
“Korkma ula,” dedi, “Oturup rahat konuşabileceğimiz, güvenli bir yer işte!”
Yolda mecburi iki hoş beş ettik. İş konuşmadık.
Garaj dediği yer, Sarıyer’de bir açık otoparktı. Derme çatma bir kulübeden, iki otobüs ve üç kamyonetten başka bir şey görünmüyordu ilk bakışta. Kulübenin arkasındaki gizli bir kapıdan geçip, sığınağa benzeyen, güneş görmeyen bir alt kata indik. Oldukça rutubetli bir yerdi. Sorgulama yapılan işkence mekanlarını anımsatan ve sarkık lambaların aydınlattığı dar koridor, kapısı kapalı odalara açılıyordu. Şahin Taştan önde, ben arkada, sidik kokulu loş koridorun sonundaki odaya kadar yürüdük. Sağlı sollu yedi oda kapısı saydım. Sekizinci ve sonuncu kapının önünde dönüp bana baktı Şahin Taştan.
“Gel bakalım ula içeri,” dedi. Cebinden çıkardığı anahtar ile kapıyı açıp girdi. Arkasından girerken burnuma kanalizasyon kokusu geldi. Kedilerin marifetidir dedim içimden.
Kabaca dörde dörtten, on altı metrekare bir odanın ortasında, yere devrilmiş demir bir sandalyeye bağlı, çıplak bir adam vardı. Yaşıyor mu acaba diye düşünmeme fırsat vermeden, titreyen sesiyle, “bir su verin Allah rızası için” diye haykırdı.
“Kes ula!” dedi bizimki, “Ötsen suyunu da alırdın yemeğini de!”
“Reisim, gözünün yağını yiyeyim. Yemin ederim ben bir şey yapmadım!”
Köşebent kafa bana döndü, kızgınlıkla, “Ha bu herif aşçı olarak girdi bizim eve, beni ve ailemi zehirlemeye kalktı, pişirdiği yemeği benim yerime korumalarım yedi, şimdi hastanedeler, durumları fena,” dedi.
“Peki,” dedim, “Dışarıda konuşalım isterseniz.”
Adamı öylece bırakıp açık havaya çıktık. Temiz havaya kavuşunca onu ciğerlerime çektim, iyi geldi.
Hikayeyi baştan anlatmasını istedim. Bir ay kadar önce eski aşçısının referansı ile yanlarında çalışmaya başlamış adam. Adı Serkan Yanlı’ymış. Önceki akşam evde yemek yemeye karar vermişler. Şahin Taştan çok sevdiği için, eşi Serkan’dan haşlama yapmasını istemiş. Ancak, o akşam çok eski bir aile dostlarının trafik kazası geçirdiğini ve hastaneye kaldırıldığını öğrenince, yemeği yiyemeden apar topar hastaneye gitmişler. Yemeği de evde hazır bulunan üç koruması yemiş. Müslüm seslinin tabirine göre, adamlar şimdi hastanede can derdiyle cebelleşiyorlarmış.
“Peki niye ben?” diye sordum.
“Adam suçunu inkar ediyor,” dedi. “Önceki tecrübelerimden bu kadar ağır işkence sonrası çözülmesi lazımdı; bu işin içinde başka iş var ve ne olduğunu çözemiyorum.”
Sıkıntılı görünüyordu. Elini omzuma atıp sözlerine devam etti.
“Bak ula İrfan Pat,” dedi. “Sana gelmemin asıl sebebi bu işte yakın çevrem dahil herkesten şüphelenir hale gelmiş olmam. Bir de konu bizim camiada pek duyulsun istemiyorum ha. Bizi zayıf gösterir alimallah. Kendi adamı tarafından zehirlenmek de ne demek yahu? Gerçi mazide ne hükümdarlar var en yakınları tarafından zehirlenen… Ama ben onlardan biri olarak anılmak istemiyorum ha. Bak, sana tam yetki vereceğim. Eve girip çıkacak, eşim dahil herkesi sorgulayacaksın. Sana ters laf eden, karşısında beni bulacak, ona göre…”
Durakladı. Sonra ekledi. “Ha bu arada hak ettiğinin karşılığını alacaksın, al bu sana avans olsun, suçluyu ve arkasında kim olduğunu bana söyleyince bir bu kadar daha alacaksın. Sakın ha yanlış yapma. Bana vereceğin bilgiler, birilerinin canına mal olabilir.”
Elimle tarttığımda, hak edeceğimin üzerinde bir bedel içerdiğine kanaat kıldığım zarfı alıp ceketimin iç cebine koydum. Anlaşmıştık.
“Önce şu aşağıdaki ile bir yalnız konuşayım, sonra hemen sizin eve geleyim,” dedim.
“Olur,” dedi. “Bir taksi tutarsın buradan, al bu da ev adresim.” Elime ev adresinin yazılı olduğu bir kağıt tutuşturdu ve çalışır vaziyette onu bekleyen arabasına doğru yürüdü. Arkasından bakarken bir an durdu, dönüp “Ha bu anahtarı al o zaman işine yarar.” Dedi. “Bir de polisi molisi karıştırma bu işe; komiser momiser tanıdıkların varmış, duymasınlar ha, bu iş aile arasında kalacak, dışarıya sızmayacak ona göre!”
Başımı sallayarak onayladım. Ufak bir tebessüm edip arabasına bindi.
Vakit kaybetmeden gerisin geri odaya döndüm. Şahin Taştan’ın verdiği anahtarla kapıyı açtım. Serkan Yanlı hareketlendi yine.
“Abi, Allah rızası için…”
“Tamam, su vereceğim sana, ama sorularıma doğru yanıt vereceksin,” dedim.
“Emret abi” dedi. Pazarlık edecek hali yoktu. Birkaç saat daha susuz kalsa, kendini hepten kaybederdi.
“Şahin Taştan ve eşi çıkınca haşlamayı neden sen yemedin?” diye sordum.
“Kendisi haşlamayı evde kalanların yemesini istedi. Evde beş kişi kaldık. Benim biraz midem bozuktu, o yüzden et yemek istemedim.”
“Yemeyen diğer kişi kimdi?”
“Temizlik işlerine bakan Fadime Hanım var. O yemedi. Erkenden odasına çekilip yattı,” dedi, sesi titriyordu. Bir yandan da biraz su içeceği için umutlanmıştı. “Abi gözünün yağını yiyeyim…”
“Tamam,” dedim. “Bir soru daha…”
“Buyur abim. Canına kurban, buyur…”
“Evde kalanlar ilk ne zaman ve nasıl anladılar zehirlendiklerini?”
“Yemeği yer yemez Selim tuvalete koştu ve kustu. O zaman bir terslik olduğunu anladık ama zehirlenmiştir demedik. Sonra üçünün birden karnı ağrıdı, soğuk soğuk terlemeye başladılar. Ali yere yığıldı. Hemen Fadime Hanım’ı kaldırdım. Reisimize haber verip, ambulans çağırdım.”
“Sonra?”
“Ambulanstan hemen önce bahçıvan Aydın Abi geldi. Yakındaymış zaten. Reisimizden haber alır almaz koşmuş gelmiş. Ali’nin durumu kötüydü. Hep beraber onu ambulansa koyduk. Ben ve Fadime Hanım’a evde kalmamızı söyledi Aydın Abi. Kendi de çocukların yanına ambulansa bindi gitti.”
“Devam et…”
“Daha ne diyeyim abim? Sor söyleyeyim.”
“Seni yemeğe zehir koymakla kim itham etti?”
“Valla orasını bilemiyorum ama geç vakitte reisimizin yakın korumaları Raşit ve Mehmet geldiler eve. Beni alıp buraya getirdiler. Güzel bir dövdüler. Sonra işkence başladı. Reisimiz de katıldı işkenceye. Canımdan can aldılar abim. Bitirdiler beni. Şerefsizim ben yapmadım dedim. Allah Kuran çarpsın dedim. İnanmadılar. Ara ara bayılmışım. Ayıltıp ayıltıp işkence ettiler. Ha bak tırnaklarımı bile çektiler. Kim var arkanda diye sordular. Kimsem yok abim, ne diyeyim onlara? Yalan mı diyeyim?! Bitirdiler beni abim, yalvarırım kurtar beni.”
“Tamam,” dedim içimi çekerek. Midemde bir bulantı hissettim. Yukarı çıktım. Otoparkın köşesinde dikilen bekçiye el ettim. Koşarak geldi. Köşedeki marketten bir litre su aldırdım. Serkan’ı bağlı olduğu sandalye ile beraber kaldırdım. Suyu azar azar döktüm ağzına. Hepsini kana kana içti. Benim için sesli dualar ederken çıkıp ana caddeye yürüdüm. Bir taksi çevirip Şahin Taştan’ın evine doğru yollandım.
Yolda telefonum çaldı. Reis kötü haberi verdi. Ali ve Fatih sizlere ömür… Selim ise yaşıyormuş.
Hava kararırken, Sarıyer’in sırtlarında Boğaz’ı gören görkemli malikanenin girişinde beni Raşit karşıladı. Ülkemizdeki ortalama erkek boyunun üzerinde olsam da benden iki baş uzun bu insan azmanının yanında küçücük kaldım.
“Bu adamların hepsi aynı berberden çıkma herhalde,” diye düşünmemi sağlayacak biçimde kesilmişti saçları. Yanlar sıfıra yakın, üstler üç numara… Kısa ve biçimli sakalları, köşeli çenesini çevrelemişti. Takım elbise giymesine rağmen, tam bir kas yığını olduğu apaçık belliydi.
Sert bakışlarına ve tipine pek uygun düşmeyen ince sesi ile “Buyrun bu yönden,” dedi.
Önüne düştüm. Epey bir basamak inip evin yanından aşağı, bahçeye geldik. Ev, birkaç set üzerine kurulmuştu. Aşağı doğru indikçe, evin kot farkından dolayı yoldan göründüğünden çok daha büyük olduğunu fark ettim. Bahçenin her köşesinde ayrı bir hareketlilik vardı. Etrafta dolaşan on kişi saydım gözümle. Raşit kadar olmasa da iri yarı ve münakaşaya girmek istemeyeceğiniz tiplerdendi hepsi. Koyu takım elbise giymişlerdi. Her an bir saldırı olacakmış gibi tetikte görünüyorlar, huzursuzca etrafı kolaçan ediyorlardı.
Hava sıcaklığı, dışarıda ince bir ceketle dolaşmaya izin verecek düzeydeydi. Hafif bir rüzgar esiyor ama üşütmüyordu. Öğleden sonra atıştıran yağmur durmuş, ama nemli çimlerin arasından süzülen toprak ve çim kokusu henüz kesilmemişti. Bahçede on dakika kadar bekledik. Sanki sözleşmiş gibi, Raşit de ben de havanın dışında bir sohbet konusu açmadık. Nihayet evin bahçeye açılan kapısında Şahin Taştan göründü. Gayri ihtiyari ona doğru birkaç adım attım. Acele etmeden yanıma geldi. Üzgün görünüyordu. Bu sırada Raşit önce el pençe divan duruşa geçti, sonra baş selamı verip uzaklaştı.
“Hoş geldin ula İrfan Pat,” dedi Şahin Taştan.
“Hoş bulduk, başınız sağolsun,” dedim.
“Acımız büyük, dostlar sağolsun,” dedi. “Sen ne yaptın ondan haber ver?”
Benden beklentisi büyüktü belli ki. Gözlerinden anlamlı bir yanıt beklediği okunuyordu.
“Henüz bir karara varmak için erken ama Serkan’ın bu işi düzenlediğini düşünmüyorum,” dedim.
Sonra bunu söylediğime pişman oldum. Adam iyice gerginleşti. Serkan değilse evin içinden başka biriydi bu işi organize eden.
“Kim ula o zaman?” diye kükredi, “Eşim mi?”
Bir soluklanıp devam etti. “Çocuklarım mı? Korumalarım mi? Fadime Bacım mı? Kim ula?!”
Derin bir nefes alıp sakince “Şu an için bilmiyorum ama öğreneceğim,” dedim.
Daha anlamlı bir cevabım yoktu maalesef. O arada ‘Buradan sağ salim çıkarım inşallah,’ diye düşündüm içimden. Neyse ki tansiyonu biraz düşmüştü. Ağır ağır konuşmayı sürdürdü.
“Bana bak İrfan Pat,” dedi. “Sana bir oda ayarladım, istediğin kişiyi odaya çağırıp her türlü soruyu sorma hakkına sahipsin, ama bana bunu kimin yaptığını bulacaksın.”
“Peki,” dedim. “Selim hastanede mi halen?”
Bir an duraksadı. Sonra “Evet, ama iyiye gidiyor, yarına taburcu olur,” dedi.
“Selim’le de konuşmak istiyorum,” dedim.
“Olur, buradan hastaneye geçersin, görmene izin verirler,” dedi.
Sonra anlaştığımız üzere odaya geçtim. Bahçe katında, ufak bir çalışma odasıydı burası, bir duvarı beklemediğim kadar çok kitap barındıran bir kütüphane kaplamıştı. Camdan bakınca çaprazdan Boğaz manzarası görünüyordu. Cama sırtımı verip genişçe koltuğa yerleştim.
İlk olarak Fadima Hanım’ı çağırdım. Ellili yaşlarının sonunda, başı örtülü, kumral, tipik bir karadeniz kadınıydı. Başı öne eğik bir şekilde gelip karşımdaki koltuğa oturdu. Oldukça üzgün görünüyordu. Olayı bir kere de onun ağzından dinledim. Ali ve Fatih’i oğulları gibi severmiş. Konuşmamız süresince en az beş defa “Allah rahmet eylesin evlatlarıma” dedi. Şahin Taştan’ın uzaktan akrabası olurmuş. Eşi erken yaşta vefat ettiğinden beri, yaklaşık yirmi yıldır yanında çalışıyormuş. Serkan’ı sordum. “İyi çocuktu,” dedi. Onun böyle bir şey yapacağı aklının ucundan geçmezmiş. Kuşkulandığı birileri olup olmadığını sordum. “Selim’i gözüm tutmazdı,” dedi. Söylediğine göre Selim’in gözü hep yükseklerdeymiş. “Şahin Taştan’ın yanında çalışmaya başlayalı en fazla bir yıl olmuştur,” dedi.
Sonra Aydın’ı çağırdım. Kırklı yaşlarda, sarışın, sert görünüşlü biriydi. On yılı aşkın süredir malikanede bahçıvanlık ve bakım, onarım işlerini yapıyormuş. O da Şahin Taştan’dan reisim diye bahsediyordu. Olayı ona da anlattırdıktan sonra fare zehiri ve benzeri bir madde bulundurup bulundurmadığını sordum. Bodrum katta ufak bir odası varmış. Malzemelerini orada saklarmış. Fare, böcek ve haşerelere karşı önleyici malzemeleri olduğunu söyledi. “Fare zehiri de olmalı,” dedi. Ama iki yıldır hiç kullanmadığını belirtti. Birlikte aşağı inmeyi teklif ettim. Kapıda bekleyen Raşit de bize katıldı. Hep beraber bodrum kata indik. Aydın, iki paket fare zehiri buldu. Birinin ambalajı açılmış, yarısı kullanılmış görünüyordu. Şaşırdı. “İki paketin de hiç açılmamış olması lazımdı sanki,” dedi. Yüzündeki ifadeden pek emin olamadığına kanaat getirdim. Yine de katilin haşlamaya fare zehiri katmış olma ihtimalini göz ardı edemezdim.
“Güvenlik için kapıyı kilitli tutmalıydın,” dedim. Kızarıp bozardı. Kapıyı çocuklar ufakken kilitlermiş, ancak büyüdüklerinden kilitlemeyi bırakmış. Evin içini gören güvenlik kamerası olmadığından, odaya kimin girip çıktığını saptamamız da mümkün değildi. Çıkınca Raşit’e Ali ve Fatih’e otopsi yapılıp yapılmayacağını sordum. Olay duyulmasın diye bir şekilde organize edip ev dışında bir yerde kaza süsü vermişler. Kimse de şikayetçi olmadığından, otopsi falan yapılmadan yarın defnedileceklermiş. Bu durumda fare zehiri kullanıldığı varsayımımı teyit ettiremeyecektim. Yine de iyi kötü bir fikre varmıştım.
Biraz çekinsem de Şahin Taştan’ın eşini bana tahsis edilen odaya davet ettim. Dilruba Hanım’ın girişi ile birlikte, odanın içini biraz tatlı, biraz baharatlı bir koku sardı. Platin sarısına boyalı, fönlü saçları ve abartılı makyajı altında korku dolu bakışları vardı. Yeşil gözleri ile beni süzerek “Buyrun Dedektif Bey” dedi. “Ne soracaksanız sorun bana, yeter ki gerçeği ortaya çıkarın, çocuklarım ve ben çok tedirginiz.”
Hareketlerini biraz aceleci gördüm.
“Hanımefendi dün olanları bir de sizden dinlemek istiyorum,” dedim.
“Kızlar arkadaşları ile dışarıdalardı. Biz de Serkan’a haşlama yaptırmıştık. Eşim çok sever. O yüzden özellikle istemiştim. Ne bilirdim ki o hain içine fare zehri katacak?”
“Hangi hain?” diye sordum.
“Kim olacak? Serkan!” dedi. Peşinen hükmünü vermişti. Konuşması ve net tavırları ile kendinden emin bir görüntü çizmeye çalışıyordu ama gözleri bir şeyleri örtbas etmeye çabaladığını haykırıyordu.
“Onun suçlu olduğu henüz kesinleşmedi” dedim.
“Başka kimse olamaz” dedi.
Üstelemedim. Kızlarıyla görüşmeye gerek duymadım. Selim’le görüşmek için hastaneye doğru yola çıktım.
İyileşiyor dedikleri Selim’in durumunu pek iyi görmedim. Rengi atmış vaziyette yatıyordu. Koluna bir serum bağlanmıştı. Hemşire kendisi ile kısa süre görüşebileceğimi söyledi. Ufak bir yoklama yapıp çekip gidecektim zaten.
Kendimi tanıtıp, herkesi sorguya çektiğimi söyleyerek hemen konuya girdim. Evdeki açılmış fare zehiri paketini bulduğumu, üzerinden parmak izi alınması için laboratuvara yolladığımı söyledim. İyice gerginleşti.
“Yemeği yemen ve sonra tuvalete koşup boğazını parmaklaman akıllıca olmuş,” dedim. Ona ne yapacağımı sorgularcasına gözleri ile beni süzdü. Hastalığının vermiş olduğu halsizlik hali altına sığınarak tek kelime etmedi.
Bana bir isim verirse, kaçmasına müsaade edeceğimi söyledim.
Derin bir soluk alıp kısık sesle “İsim veremem,” dedi. Sonra yastığının altına uzanıp eline aldığı siyah metalik cismi bana doğrulttu.
Elinin titrediğini fark ettim. Henüz beni vurup vurmamaya karar vermemişti ki, tabancasını indirmeden bir şeyler söylememi beklercesine yüzüme baktı.
“Beni öldürsen bile, laboratuvar sonucunu Şahin Taştan teslim alacaktır,” dedim.
“Ancak, seninle bir anlaşma yaparsak, kaçmana müsaade edebilirim” diye ekledim. Aklıma daha mantıklı bir şey gelmemişti.
Elinin titremesi arttı. Bakışları ifadesizleşti. Sonra elindeki tabanca düşüverdi. İki elini birden kalbine götürdü.
Sanırım o an öleceğini anladı. Gözlerimin içine bakıp son nefesi ile bir kelime söylemeye çalıştı: “Di di di dil…” Sesi kesildi. Kafası soluna doğru düştü. Kusması, zehrin yayılmasına mani olamamıştı demek. Yalnızca biraz daha vakit kazandırmıştı ona.
Ufak bir tebessümle “di” ile başlayan isimleri aklımdan geçirdim: “Dilay, Dilek, Dilruba…”
Dilruba Hanım’ın ben daha “ze” demeden fare zehrini bilmesine şaşmamalıydı.
Şifreli telefonum çaldı. “Ne yaptın ula İrfan Pat?” dedi arayan.
“Katil bulundu,” dedim, “Selim’miş.” Cevap bekledim, gelmedi. “Arkasındaki kişiyi söyleyemeden ölüverdi,” dedim.
“Tüh ula!” dedi, bir ton küfür savurdu.
“Pat pat İrfan Pat,” dedim kendi kendime. “Yine pat diye söyleyiverdin, ama bu sefer ufak bir detayı atlayarak…”
Telefonu kapattıktan sonra düşündüm. “İyi ettim,” dedim. “Aynı çatı altında yaşayanların, özellikle de eşlerin arasına girilmez,” diyerek içimi rahatlattım.
Şahin Taştan, sözünün eri olduğunu gösterdi. Ertesi gün Raşit ile ikinci zarfı gönderdi.
Akşam haber kanalında gördüm; soba zehirlenmesi sonucu üç genç hayatını kaybetmişti. “Hayat ne acı,” dedim. “Ali ve Fatih, katilleri Selim ile ortak kadere teslim görünmüşlerdi yine aynı çatı altında.”
02.12.2019