Sultanat Eyalet-Şehri’ni ikiye bölen Burgaziçi Nehri, Marmare Nostrum isimli bir iç denize dökülüyordu. Bu iç deniz ise Dardanella isimli şehri ikiye bölen aynı adlı nehirle sıcak denizlere açılıyordu. Vali başkanımız İkram Papazoğlu’nun, kendi şehrimizde 4’lü çete denen müteahhitlere yaptırdığı köprüler, yollar ve otoyollardan yüksek ücretler ödeyerek geçen halkımızı adeta Deli Dumrul gibi haraca kestirdiği yetmiyordu. Bir de komşu şehirdeki Dardanella Nehri’nin üzerine köprü yaptıracak ve gelirini doyuruncaya kadar 4’lü çeteye sonra belediye gelirleri adı altında kendi cebine aktaracaktı. Bu köprünün açılışı biz Sultların Truvalılarla yaptığı son savaşı kazandığımız gün olan 28 Mart Dardanella Zaferi günü yapılacaktı. Fakat Papazoğlu yeni köprünün doğum günü olan 16 Ocak’ta açılmasını istiyordu.
***
Aymaz-kâtip okulu mezunu bir kendini bilmez, Twitter’a koyduğu videoda “Dinimiz hoşgörü dinidir diye diye imanımızdaki cihat ruhunu aldılar bizden! Hoşgörü moşgörü yok. Ne zaman hoşgörü var? Bizim dinimizden olursa! Ne zaman hoşgörü var? Kılıcımın altında haracını öderse. Neyin hoşgörüsünü yapacam? Dine ve emirlere küfretmesinin mi?” diyerek Sult halkını kışkırtmaya kalktı. Öte yandan, dini ve imanı para olan Engin ve Lami Vaçovski isimli kardeş müteahhitler, Sultanat‘ın merkezinde bulunan araziye, “50 yıllığına kiralama” adı altında çöküp ultra zenginlere hizmet edecek iki kulüp açmışlardı. Paraya para demeyip paraya dolar ve euro diyebilirlerdi. Ama birbirleriyle kavga etmeyi seçtiler. Yüzyıllardır Habil ve Kabil’den, Oasis kardeşler Liam ve Noel Gallagher’a kadar ister erkek olsun ister kadın, ya da erkekken kadına dönmüş kadınken erkeğe dönmüş olsun tüm kardeşler birbirlerini çekemediklerinden hep kavga ettiler. Vaçovskiler kavgalarının sonunda hapse girdiler. Bin bir emek ve parayla inşa ettirdikleri Göl Gazinosu ve Mulen Ruj isimli revü tiyatrosuna belediye tarafından el kondu. Ve ben paylaşamadıkları için kavga etmelerine sebep olan güzeller güzeli assolistleri Banu Satenses’i yangından kurtarıp bir kulübeye kaçırdım. Fakat teni de sesi gibi saten olan Banu’nun bilmediğim bir tarafı vardı. Banu eskiden beri bana âşık olan bir transvesti idi, asıl adı da Serkan’dı. Güçlü kadın polis olmadan önce yanında çalıştığım motosiklet tamircisi ustamın oğlu Serkan! Kulübeye kendimizi atıp soluklandığımız anda yüzündeki makyajı silen ve beni daha önce hiçbir erkeğin öpmediği gibi öpen Serkan!
İnsan âşık olmadığı ama kendisine âşık olan birine karşı ne gibi bir arzu duyabilirdi ki? İnsanın güzelliği kendi içindeydi. İnsan kendini güzel hissettiği ve kendisine güzel hissettirildiği kadar güzeldi. Daha bir gün önce cılız-sıska-zayıf-kara kuru, kimsenin dikkatini çekmeyecek denli çirkin bir kadınken, bir gün sonra Serkan’ın dokunuşları sayesinde kendimi belki de Marilyn Monroe’nun mutlu olduğu günlerindeki kadar güzel hissetmiştim. Halbuki Marilyn Monroe belki de kendini hiç bu kadar güzel hissetmemişti. Dünya güzellik tarihini ve ölçülerini değiştirecek kadar harikulade bir bedene sahip olan bir kadın, kendini ömründe bir güncük bile güzel hissetmemiş olmalıydı ki sonunda intihara sürüklenmişti. Çünkü çoğu erkeğin erişemeyeceği, erişebilenlerin ise baş edemeyeceği kadar güzel olan o kadına, hiçbir erkek kendini güzel hissettirememişti. Hepsi onu tahakküm altına almaya çalışıp alamayınca da kendi çirkin doğası gereği güç kullanarak aşağılamıştı. Marilyn gibi kadınların bedenine hâkim olabilirlerdi ama ruhuna asla kilit vuramazlardı.
Piiizişleri Bakanı Solomon Sert ise “CEVAP” partisi lideri Klaus Klaudiusson artık erkekle kadının evliliği değil erkekle erkeğin kadınla kadının evlenmesini 2023’ün en önemli projesi olarak ortaya koydu. Bunların hepsi Avrupa’nın ve batının doğu üzerinde oynadığı bir oyundur.” diyerek güya rakip parti liderini aşağılamıştı.
***
Benim sayemde Vaçovski kardeşleri tutuklatan İkram Papazoğlu onlara 50 yıllığına peşkeş çektiği yerleri ellerinden aldı. Belediye hem 50 yılın kirasını cebine indirmişti hem de Vaçovski Kardeşler tarafından yıkılan ve tekrar hayata döndürülen şehrin en kıymetli alanına yeniden sahip olmuştu. Bir taşla iki kuş. Hatta bir taşla üç kuş. Üçüncü kuş, benim assolisti güvenli bir yere kaçırmam üzerine gazetelere “Bir SSOK güçlü polisi, assolistimizi hainlerin ellerinden kurtardı!” diye demeç verdiği Banu Satenses idi. Güya ben Banu Satenses’i hain patronlarının elinden kurtarmıştım ve güvenli bir yerde tutuyordum. Aslında İkram Papazoğlu Banu Satenses’i kendisi için istiyordu. Fakat onu bir sürpriz bekliyordu.
Bana, Sultanat Şehri Özel Kuvvetler-SSOK’taki Amirim Hayri Kozak ile haber gönderdi. “Saklandıkları yerden çıksınlar. Banu Satenses’i Bel-Bil Kulesi’ne getirsin. Burada bir basın açıklaması yapılacak ve gazino yeniden hayata geçecek!”
Papazoğlu’nun sanat sepet anlayışı böyle sansasyonel olaylarla ismini duyurmuş bir assolistin uzun vadede kazandıracağı paralardan nemalanmak, assolistin aşkı uğruna da kendini paralamaktı. Erkeklerin en tepeye çıkınca ismi en çok manşetlere düşen güzel aktris veya assolist kadınları elde etme hırsı hiç bitmeyecekti. Dört yüz yıl önce “Ben güzele güzel demem güzel benim olmayınca” diyen Karacaoğlan mezarında ters dönsündü.
Vaçovski kardeşlerin assolist uğruna birbirlerinin mekanını yakıp yıkmaya kalkıştıkları geceden sonra gazinonun açılmasını ve assolistin sahne alması büyük bir heyecanla bekleniyordu. Göl Gazinosu’nun biletleri zaten normal ve sıradan insanlar için kat kat pahalıyken şimdi zenginlerin ödeyebileceği şekilde yüz kat pahalıya çıkmıştı.
***
Serkan, taşıdığı incelikli ruhu sayesinde kadınlara erkeklere ve kendini kadın ya da erkek gibi hissetmeyen her türlü cinse aynı insani gözle bakabildiği için, benim gibi bir ucubeye de kendini güzel hissettirmeyi başarmıştı. Birlikte benim sevişme tarihimi baştan yazıyorduk. Çünkü sevişmenin karşılıklı bir alış-veriş değil karşılıklı bir seviş olduğunu bana hissettirebilen ilk erkekti. Eril dilde sürekli almak ve vermek olarak tanımlanan şeylerin aslında o eril dili kullananların halt etmesi olduğunu anlattı bana. İnsanlar birbirlerini arzuladıklarını karşılıklı olarak belli ettikleri sürece bu halt etmenin haz vermeye dönüşebileceğini gösterdi bana. Ama erkekliklerini sadece güçte arayanların ve kadınlarını sadece kendilerine haz verme aracı olarak görenlerin asla o eşiği aşamayacaklarını da söyledi. Sonunda, erkekliklerini içinde aradıkları bu güç, kontrol edemedikleri bir halde içlerindeki mağara adamı sahipleniciliğini kamçılayınca bu gücü kadınlara zara vermek için kullandılar. Peki ama onlar için üzülmeye değer miydi? Değmezdi. Ama bizim için? Değerdi canım. Değerdi elbet. Değerdi bir tanem aşk için her şeye. Ne hayal ne de gerçek engel miydi kanatlanmadan uçmaya?
***
6 Temmuz 2010 Kazakerkekistan başkenti Aspava’da dünyanın en büyük çadırı Xhan Şadır, CB Nursultanıma Nazardeğmesin’in 70. doğum gününde açılmıştı. İkram Papazoğlu da aynı şeyi yapacaktı. Yani bir şehirdeki bir anıt binanın açılışını kendi doğum gününde yaptırarak kendini olduğundan daha büyük ve daha önemli göstermeye çalıştı. Ama komşu şehirdeki Dardanella Köprüsü’nün açılışını doğum günü olan 16 Ocak’a çeken Papazoğlu, tepkiler üzerine açılışı tekrar 28’Mart’a aldı. Etrafında bu kadar yalaka varken köprüyü kendi doğum gününde açmak istemesi kadar normal bir şey yoktu. Onun Türqi cumhuriyetlerinin diktatör-tiran-firavun-vari cumhurbaşkanlarından neyi eksikti?
Urusya lideri Mutin, Twitter, Facebook, Voice of America, BBC ve Deutshce Welle gibi medya platformlarını blokladı. “Yalan haber” yasası çıkardı. Bu suçtan yargılanan 15 yıl içerde yatacaktı. Demek ki bütün tiran-diktatör-firavun-vari yöneticiler aynıydı. Kral çıplak denmemesi için kendilerine biat etmeyen tüm haberci ve haber kanallarını yasaklamayı bir görev biliyorlardı.
Oysaki mesele kralın fiziki çıplaklığı değil manevi çıplaklığıydı. Kralın açıkta kalmış erkeklik organı ve hayaları kimsenin umurunda değildi. Hayâsızca her şeyi biliyormuş gibi emirler yağdırması, anlamadığı işlere sürekli burnunu sokması, ekonomiyi en iyi ben bilirim diyerek eyalet-şehri sürekli bir ekonomik çıkmaza sokmasıydı insanların umursadığı. Kılıç taşımaması gereken dini liderler cami hutbelerine belinde kılıcıyla çıkarken ses çıkarmaması ama kılıcıyla bu şehri savunacak genç askerler ellerindeki kılıçları göğe yükseltince hop oturup hop kalkmasıydı insanların dayanamadığı.
1950’larda komünistler, 80’lerde solcular, 90’larda şeriatçılar, 2000’lerde öcüler böcüler ismini vererek eyalet-şehirdeki insanları hep korkutacak ve birbirinden nefret ettirecek bir ‘öteki’ yaratılmasıydı insanların artık kaldıramadığı.
Ta Sultanatlı İmparatorluğu zamanından kalma hamaset dolu cümlelerle diğer tüm milletleri sebepsiz yere aşağılarken, Sult milletini gereksiz yere göklere çıkarıp kişiliği zayıfların egolarını şişkolaştırıp durmasıydı insanların artık tahammül edemediği.
Maneviyatı güçsüz olan devlet başkanları durup durup şehirlerinin ismini değiştirmekle meşhurlardı. Urusya’nın St. Petrsburg şehri Çar’ın ardından 1914’te Petrograd, Kapalı Kapılar Ardında Komünizm Partisi-KKKP lideri Vladimir İyice-eğ Lenin’in ardından 1924’te Leningrad, sonra 1991’de tekrar St. Petersburg ismini almıştı.
Kazakerkekistan’ın başkenti, 1830’da Akmoli, 1832’de Almolinsk ismini almıştı. 1961’de Nikita Kruşçev zamanında, şehre Tselinograd ismi verilmişti. 1991’de KKKP dağılınca bağımsızlığını kazanan Kazakerkekistan, başkentine Akmola demişti. 1998’de aynı şehir Kazakça başkent manasındaki Aspava ismini almıştı. Mart 2019’da Yeni Cumhurbaşkanı Kasım Cömert Tokaiçakarçakmazçakançakmak’ın önerisiyle eski cumhurbaşkanının ismini almıştı: Nursultanıma Nazardeğmesin. 2022 Eylül’ünde ise bir referandumla Aspava ismine geri dönen şehir, en çok ismi değişen başkent olarak Guinness Rekorlar Kitabı’na girmişti.
Ve sonunda Türqi cumhuriyetler özentisi bir adam tarafından yönetilen Sultanat Eyalet-Şehri’nde de olan oldu. Kendi arkasını kurtarmak için kendini dizinden vurduğundan beri tekerlekli sandalyeye mahkûm olan vali-başkanımız İkram Papazoğlu, patlamada yıkılan 77 katlı Belediye Bilişim-Bel-Bil Kulesi’nin yerine yapılan 177 katlı yeni kulenin açılışında vatandaştan gelen yoğun istek üzerine Sultanat Eyalet-Şehri’nin ismini değiştireceğini açıkladı:
ŞEHRİMİZİN YENİ ADI İKRAMABAD OLACAKTIR
Bu açıklamayı canlı yayında duyan halkın ağzı şaşkınlıktan bir karış açık kaldı. Fakat yalakalıkta sınır tanımayan yandaşlar elleri patlayıncaya kadar alkışlayıp bu fikri nasıl da biz akıl edemedik diyerek vali-başkanı fiziken omuzlarına kaldırarak kutlamaları ayyuka çıkardılar. O zaman halkın da aklına alkışlamak geldi. Fikirsizler çılgınca, gönülsüzler sürüden ayrılmayalım diye isteksizce, işini bilenler ön saflara geçerek gösteriş olsun diye herkesten fazla alkışladılar. Yüzyıllar boyunca üç imparatorluk ve bir eyalet-şehre başkentlik yapmış kadim şehirlerinin adının değişerek vali-başkanın isminin verilmesi fikrini saçma bulan, hatta saçmalığın daniskası olarak görenler sustu. Susmak bir çözüm değildi çünkü susanlar biliyorlardı ki ‘Susma, sustukça sıra sana gelecek’ti.
Alkışlarla kabul edilen isim değişikliğinin ihale edildiği yandaş reklam şirketinin çok bilmiş bir grafik-tasarımcısı bu ismi tüm evrak-tabela-web sayfası-kaşe-damga-pul-logo-kimlik kartı ve sınır kapılarına şöyle yazıverdi:
İKRAMABAT
Eyalet şehrin ismi birdenbire ‘İkram’ın Şehri’nden ‘İkram’ın Kıçı’na terfi etti. Bizim gibi şanlı şöhretli bir şehrin insanlarının, çok sayıp sevdiğimiz ve hatta canımızı verecek kadar taptığımız vali-başkanımızın arka tarafları olarak anılmakla ilgili bir sorunu olamazdı. Fakat eyalet-şehre gelip de şehrin yeni adını Google’a yazıp çevirmesini isteyen turistlerin yüzünde oluşan o hınzır gülümseme, şehrin isminin tüm evrak-tabela-web sayfası-kaşe-damga-pul-logo-kimlik kartı ve sınır kapılarında eski haline getirilmesini yani SULTANAT olarak yeniden değiştirilmesini sağladı. Millet olarak isim değişikliklerinden dersimizi almamız ise 10.256.662 liraya mal oldu.
Nice sultanları sırtından attığı için Sultanat ismini almış bu şehir ‘Kıçıma yer edeyim de sana neler edeyim’ diyen bir vali-başkanın kıçını mı isminden atamayacaktı?
İkram Papazoğlu, şehrin isminin iki aylığına ‘İkram’ın kıçı’ olarak değiştirilmiş olması Guinness Rekorlar Kitabı’na girmesin diye boşuna çabaladı. Kendisi zaten tarihimizin en mendebur, zorba, ziyankâr, israfçı ve başıboş yöneticisi olarak tarihe geçecekti. Rekorlar kitabını kitabına uyduramayınca kendinden önce kıçı tarihe geçti.
***
Çoktandır sesi çıkmayan çılgın kadın rapçi 3KSİK3T3K tam da benim hayal aleminde yaşadığım o günlerde bir şarkı patlattı. Her daim asi ve sivri dilli olan bu kadın, bu sefer her ne yaşadıysa onları dile getirirken benim duygularıma da tercüman olduğunu bilemezdi.
SANA, SANA OKYMYCĞM B1R Ş2R YZDM / 3KSİK3T3K
Hem seni hep görmek isteyeceğim hep seni her göremediğimde yüz bin kere öleceğim
Popüler kültürde ne varsa seni bana hatırlatacak
Sonra tekrar tekrar sana geleceğim koşturarak
Ben sana doyana sen bana doyana kadar
Aslında önce sana doymam lazım
Sana habire habire habire koşmam lazım
Koşup sana geldiğimde sen kimdin diye sormam lazım
Ben senden bıkana sen benden bıkana kadar
Senin gıyabında bütün şiirleri sana okuyacağım
Aslında ben sana değil sen’lerden topladığım bir adama tapacağım
Şiir yazmak benim harcım değil ama elimde değil yazacağım
‘Sen de mi şair oldun be eşşoğlueşek?’ diyene bir kafa atacağım
Yine yalnızlıklardan bir yalnızlık satın alacağım
Bir top kumaşın üç beş metresi arızalı diye bir kenara fırlatmayacağım
Aldığım kumaşı yalnızlıktan bir kaftan olarak üstüme saracağım
Köklerinden koparmaya kıyamadığım bir ağaç gibi yanıma gelemiyorsun diye üzülüp üzülüp kendim için ağlayacağım
Bana şiir yazdıran ne ilk erkek olacaksın ne de son erkeksin muhtemelen
Ama yapılacak bir şey yok kelimeler durmuyor fışkırıyor heybemden
Ne yapayım güzel bir adamsın boyuna posuna en heybetlisinden
Aklıma geliyor öpmen değil de sarılman ve güç almam göğsünden
Belki gün gelecek kalacağım bu savaş alanında bir asker gibi süngüsü düşmüş
Göğsümün üzerinde bir acı ve gözyaşları göz pınarlarıma üşüşmüş
Kimse görmeden öptüğüm bu adamla bir damla yaş akacak gözümden
Bir hatıranın son notasını da yazarak yere düşecek yaşanmışlıklar senfonisinden
Banu Satenses namıdiğer Serkan Tabanakuvvet’le beraber kulübeye kaçışımızın üzerinden iki hafta geçti geçmedi eyalet şehirde ortalık yine karıştı. Bir 28 Şubat günü İkramoğlu’nun partisi Sade Vatandaş Partisi-SEVAP ve LeJardin’in partisi Milliyetçi Vatandaş Partisi-MEVAP’ın kurduğu ittifaka karşıt olarak altı parti tarafından güçlendirilmiş parlamenter sistem için imzalar atıldı. CEVAP lideri Klaus Klaudisson, BTTFP lideri Ehmet Davidsson, İVİP lideri Meredith Blanchener, DEVEP lideri Ali Fahtherdear, SzP lideri Basis Blackpreacher, IGHP lideri Rosecanny Easygoing aynı çatı altında SEVAP ve MEVAP’a karşı birleşti.
Bu arada biz kulübede kalır ve Serkan’la aşkımızı yaşarken takip edilmeyelim diye kırıp attığımız akıllı telefonlarımız yüzünden neredeyse iletişimsiz kalacaktık. Neyse ki akıllı köpeğim Çakır imdadımıza yetişti. Bütün iletişimi şehre kimselere görünmeden gidip gelebilen Çakır’ın boynuna bağlanan mektuplar sayesinde yaptık.
SSOK’taki polis partnerim Hüseyin, Suzuki Inazuma motorunu kulübemize getirdi. Kulübemiz dedim çünkü orası Serkan’la ikimizin kulübesiydi. İkimizin aşk yuvasıydı. Martılar çöplüklerde ağlarken, bizim gülüştüğümüz yerdi. Dişi kuşun kısa bir süreliğine de olsa yuvası sandığı ve keyif çığlıklarıyla şenlendirdiği bir yerdi. Damlarımıza sonbahar damlarken bizim birlikte sarardığımız yerdi. Tam da o günlerde Urus devlet başkanı Mutin, Pukrayna’yı ordusu ile işgale başladı. Kulübemiz artık şehirlere bombalar yağarken bizim durmadan seviştiğimiz yerdi.
***
On dördüncü günün sonunda ben, Serkan ve Çakır motosiklet atlayıp gerçek dünyanın yolunu tuttuk. Biliyordum. Hayatım asla, o kulübede geçirdiğim iki hafta, on dört gün, üç yüz otuz altı saat, yirmi bin yüz altmış dakika kadar güzel ve pürüzsüz olmayacaktı bir daha. Ama on dört gün de olsa, bu dünyada sevginin, aşkın ve hazzın elle tutulur, gözle görülür, koklanabilir, tadılabilir ve bir nefeste içine çekilebilir şeyler olduğunu öğrenmiştim ya! Artık ölsem de gam yemeyecektim. Hayatımın şu on dört günü, elden atılıp bin parçaya bölünen ya da sarhoş gönüllerde kırılan kadehler gibi arabesk kahrolmalardan uzak, George Clooney veya soyadını telaffuz edemesem de Matthew McConaughey’in başrolde oynadığı bir Hollywood filmi romantizmi kıvamında geçmişti.
Biz Banu Satenses namıdiğer Serkan Tabanakuvvet ile kulübeden çıkıp şehre gelmeden önce anneannem Cilmaya ile kaldığımız eve uğradık. Serkan burada peruk, makyaj ve elbise marifetiyle tekrar Banu Satenses’e dönüştü. Çakır’ı Cilmaya ile bırakıp Papazoğlu’nun bizi kabul edeceği Bel-Bil Kulesi’ne doğru yola koyulduk.
Fakat o da neydi? Suzuki motorumla yaklaşırken Bel-Bil’in önünde, bizi, kameralar ve kameraların önünde, Kaynanası-Kaçtı-Gelini-Zıpladı-Kayınpederi-Fırladı programları sunucusu sarı saçlı gacının yanında eteklerinde iki, kucağında bir bebesiyle gözleri yaşlı, başı yaşmaklı genç bir kadın karşılamasın mı?
“Evet sayın seyirciler. Kayıp assolist Banu Satenses asıl adıyla Serkan Tabanakuvvet’in karısı ve çocuklarını sizin için bulduk ve aileyi bir araya getirmeyi kendimize bir görev bildik! İşte kendisi de kahraman süper polis Tangsuk Ozan Ilgın tarafından yangından kurtarılarak güvenli bir şekilde saklandığı yerden ortaya çıkarak Bel-Bil Kulesi’nin önüne gelmekte şu an…”
Ne?
Serkan?
Teni de sesi de saten gibi yumuşacık Serkan?
Beni hiçbir erkeğin daha önce öpmediği gibi öpen Serkan?
Evli miymiş?
O meşhur Yıldız Tilbe şarkısının plağı, kafamın içindeki pikaba yerleşip o tanıdık plak çısırtılarıyla dönmeye başladı: “Ama evlisin…”
Suzuki motoruma atladığım gibi mahalleme kaçtım. Canlı yayında kendine metres olsun istediği güzeller güzeli Banu Satenses’in evli ve üç çocuk babası bir erkek olduğunu öğrenen İkram Papazoğlu için “onu bir sürpriz bekliyordu” demiştim. Ama beni bekleyen sürpriz de az buz değildi. Yüreğimi buz gibi soğutmak için yanardağından dökülen lavların buz denizinde donması gibi bir doğa olayına ihtiyacım vardı. Muhtaç olduğum mabet Bakkal Necati Amca’nın buzdolabındaydı.
Papazoğlu’nun hemen TV kanalı sahibini arayarak canlı yayını kestirdiğini fark etmedim. Sinirinden delirip Satenses için astırdığı tüm afişleri parçalattığını duymadım. Hemen iki dozer göndertip Gül Gazinosu’nu ve Mulen Ruj’u yıktırdığını görmedim. Bunların hepsini mahallemizdeki bakkalın önünde takılırlarken bıraktığım şekilde miskin miskin dikilen gençlere selam verdiğim zaman öğrendim.
“Yine 6’lı malt kutu mu abla?” diye soran Bakkal Necati Amca’nın çırağını yere bakan ama yürek yakan gözlerle cevapladım.
“Altılı yetmez oğlum, sen bana oradan Black Label ver 70’lik.”
“Hayırdır abla? Hayatına hançerle bir son vermek ister gibi bakıyorsun.”
“Hançere gerek yok, gözleri vardı.”
“Sanki kendini ta kalbinden vurmak ister gibi konuşuyorsun.”
“Kurşuna gerek, yok sözleri vardı.”