Yeni Sayı Çıktı!

En son hikaye, röportaj ve yazıları şimdi tıklayıp ücretsiz okuyabilirsiniz!

Yeni Sayı Çıktı!

En son hikaye, röportaj ve yazıları şimdi tıklayıp ücretsiz okuyabilirsiniz!

RİCHMOND CİNAYETİ

Diğer Yazılar

ENSE

Gencoy Sümer
Gencoy Sümerhttps://gencoysumer.com/
Gencoy Sümer İTÜ İşletme Fakültesi'nden mezun oldu. Daha sonra İstanbul Üniversitesi İktisat Fakültesi'nde Master ve Doktora yaptı. www.polisiyedurumlar.com sitesini kurdu ve internette pekçok öykü ve makaleleri yayınlandı. İlerleyen yıllarda Dedektif'in kurucuları arasında yer aldı. İlk polisiye romanı Feneryolu Cinayetleri 2017 yılında, Göl Kıyısındaki Ev & Gizemli Öyküler ve Aile Sırrı & Bir Percule Hoirot macerası 2018 yılında yayınlandı. Gencoy Sümer'in polisiye dergimizde yayınlanan eserlerini bu sayfada bulabilirsiniz.

1.

Percule Hoirot, o sabah gelen mektuplara bakıyordu.  Zarflardan birini eline alınca durakladı. Yüzünde önce bir şaşkınlık ifadesi belirdi, sonra kaşlarını çatarak,  “Çok ilginç doğrusu,” diye mırıldandı. “Bay John Fletcher bana bir mektup göndermiş. Ne kadar endişe verici bir durum.”

Beş yıl önce kendisine beş bin pounda mal olan spekülasyonun sorumlusunun Bay Fletcher olması değildi onu endişelendiren. Az önce gazetede okuduğu bir  haberdi. Bu yüzden biraz da telaşla açtı zarfı. Şöyle diyordu düzgün bir el yazısıyla yazılmış mektubunda ünlü borsacı Bay Fletcher:

Bay Hoirot, acilen sizinle görüşmemiz lazım. Bir süredir bir takım tehdit mektupları almaktayım. Bu işi yapan, yakınımdaki insanlardan biri. Ondan korktuğum falan yok ama kim olduğunu çok merak ediyorum. Onu bulup ortaya çıkaracağınızdan eminim. Daha ayrıntılı bir görüşme için, Perşembe günü  saat 2.45’de sizi Richmond’daki evime bekliyorum. Randevu saati uygun değilse lütfen bildirin.

Mektubu dikkatle masasının üzerine bırakan Hoirot, az önce baktığı The Guardian’ı yeniden eline aldı. Gazetenin sağ tarafında büyük puntolarla,  BORSA SİMSARI EVİNDE ÖLDÜRÜLDÜ  diye yazıyordu. Haberin devamında cinayetin dün gece işlendiği ve katilin henüz yakalanamadığı açıklamasından başka dişe dokunur bir bilgi yoktu. Gerisi tamamen John Fletcher’in zaten çok iyi bilinen mesleki ve özel yaşamından ibaretti.

Hoirot, arkasına yaslandı,  gözlerini kapatarak bir dakika düşündü. Sonra kararını vermiş bir halde ayağa kalktı ve uşağına seslendi.

“Arwyn! Bana hemen bir taksi çağır. Richmond’a gideceğim.”

2.

John Fletcher’ın Richmond Parkı’na bakan evi art deco tarzında inşa edilmişti.  Percule Hoirot bu modern saray yavrusunu hayranlıkla bir süre seyrettikten sonra bahçe kapısındaki polislere Başmüfettiş Paul McCartney’in burada olup olmadığını sordu. Memurlardan biri Hoirot’yu tanımıştı. Ağzı kulaklarına vararak, “Başmüfettiş içeride, Bay Hoirot,” dedi. “İsterseniz sizi onun yanına götüreyim.”

Hoirot bu teklifi memnuniyetle kabul etti. Birlikte eve doğru yürüdüler. Bahçe polis kaynıyordu.

Scotland Yard Başmüşettişi Paul McCartney, ünlü dedektifi karşısında görünce, “Vay vay vay,” dedi. “Kimi görüyorum? Sevgili Hoirot, burada ne işiniz var? Daha öğlen bile olmadı.”

Hoirot, “Biliyorum,” dedi. “Kahvaltıdan sonra haberi gazetede okudum.”

“Ve hemen bir taksiye atlayıp buraya geldiniz. Hatırladığım kadarıyla Fletcher’dan pek hoşlanmazdınız. Yoksa yanılıyor muyum?”

“Hayır, hayır. Yanılmıyorsunuz. Buraya gelmemin birinden hoşlanıp hoşlanmamamla ilgisi yok. Benimki sadece mesleki bir merak. Anlayacağınız, bu gün John Fletcher’dan bir mektup aldım.”

McCartney şaşırdı. “Fletcher’dan mı? Bir ölüden yani?”

“Sanırım, mektubu bana gönderdiği sırada adam ölü değildi. Mektup salı günü postaya verilmiş. Bugünse perşembe. İşte mektup burada.”

Başmüfettiş, Hoirot’nun uzattığı zarfı ilgiyle aldı, açtı ve okudu.

“Hımmm… Tehdit mektupları ha? Bundan haberim yoktu. Bu durumda  siz de soruşturmaya katılıyorsunuz sanırım.”

“Eğer bir itirazınız yoksa.”

“Neden itiraz edeyim ki? Bilakis, bana yardımcı olmanızdan büyük bir memnuniyet duyarım. Gelin de size cinayetin işlendiği odayı göstereyim.”

Başmüfettişin patavatsızlığını duymazdan gelen Hoirot, “Cesedi kim bulmuş?” diye sordu.

“Uşak. Dün gece, saat 21.25’de odaya girmiş ve adamın cesediyle karşılaşmış.”

“Nasıl biri o? Güvenilir mi?”

“Öyle görünüyor. Yirmi yıldır Fletcher’in yanında çalışıyormuş. Hah işte geldik.”

Başmüfettiş camlı bir kapıyı açıp Hoirot’nun içeri girmesi için yana çekildi. 

“Burası Fletcher’ın çalışma odası. Adam burada bıçaklanmış. Katilin saldırısı esnasında çalışma masasının arkasındaki koltuğunda oturuyormuş. Aldığı darbenin etkisiyle yere düşmüş.”

Hoirot, eğilerek çalışma masasının altındaki halıyı inceledi. Uç kısımda belirgin bir biçimde kan lekeleri vardı.

Başmüfettiş, “Fletcher, en son saat dokuzda bir telefon görüşmesi yapmış,” dedi. “Bundan da cinayetin 21.05 ile 21.25 arasında işlendiği anlaşılıyor.”

Ayağa kalkan Hoirot, “Cinayet aleti nerede?” diye sordu.

McCartney başını iki yana salladı.

“Katil onu yanında götürmüş.”

“Ne  olduğu konusunda bir tahmin var mı?”

“Ucu sivri bıçak olmalı.”

“Bence bir mektup açacağı.”

“Nereden anladınız?”

“Çalışma masasında olması gerektiği halde olmayan tek şey o.”

“Adam belki de mektup açacağı kullanmıyordu.”

“Buna ihtimal vermiyorum. Gene de sormak lazım.”

Hoirot’nun, verandaya açılan çift kanatlı, cam kapıya doğru gittiğini  gören Başmüfettiş, “Şu anda kilitli,” dedi. “Açmak istiyorsanız kapı kolunu önce yukarıya kaldırınız.”

Hoirot söyleneni yaptı, kolu yukarıya kaldırdı, “tık” diye bir ses duyuldu. Sonra aşağıya indirip kapıyı açtı.

Baş müfettiş seslendi. “Kilitlemek için de aynı işlemi yapmanız gerekiyor.”

Hoirot, “Siz geldiğinizde kapı bu şekilde kilitli miydi?” diye sordu.

“Hayır, açıktı. Ama uşak cesedi bulduğunda kilitliymiş. Daha sonra Doktor Black açmış o kapıyı.”

“Ve tabii muhtemelen parmak izlerini de yok etmiştir böylece.”

“Yok. Bir peceteyle tutmuş kapının kolunu.”

Başmüfettiş, bir an durup gülümsedi. “İşin ilginci, kapıda gene sadece onun parmak izi vardı.”

“Kapı kolunda parmak izi bırakmak, en aptal katillerin bile kolay kolay yapmayacağı bir hata. Anladığım kadarıyla bu davada parmak izi yok, cinayet aleti yok, peki ne var elinizde?”

Başmüfettiş cebinden bir naylon torba çıkarıp Hoirot’ya verdi. Torbanın içinde, üzerinde M ve G harfleri olan, altın kaplama bir çakmak vardı.

“Bunu masanın altında bulduk.”

Hoirot, “Kimin acaba,biliyormusunuz?” diye sordu.

Başmüfettiş, “Fletcher’ın üvey oğlu Mark Gaskell’a ait olduğunu tahmin ediyorum,” dedi.

Hoirot, pencerenin üstündeki yarı aralık duran vasisdası işaret ederek,  “Peki, ya bu?” diye sordu. “Vasisdas da mı olaydan sonra açılmış?”

“Hayır. Cinayetten aşağı yukarı kırk beş dakika önce gene Doktor Black açmış onu.”

“Kim bu Doktor?”

“Fletcher’ın arkadaşı. Dün gece yemeğe davetliymiş.”

“Şüphelilerden biri mi o da?”

“Kesinlikle. Cinayeti dışardan birinin gelip işleme ihtimali çok az. Bu işi kesinlikle evdekilerden biri yaptı.”

 “Neden böyle düşünüyorsunuz?”

“Bahçe kapısını görmüşsünüzdür. Evden ayrılırken bir sorun yok ama  dışardan geldiğinizde içeri girebilmek için  zili çalmak ve uşağın kapıyı açmasını beklemek zorundasınız. O gece, Doktordan başka eve gelen olmamış.”

Hoirot bir süre düşündü. Sonra ağır ağır başını salladı.

“Anlıyorum. Dün gece evde kimler varmış?”

“John Fletcher, bu evde karısı Pamela ve üvey oğlu Mark Gaskell’la birlikte oturuyor. Özel sekreteri Frank Smith de burada onunla kalıyor. Dün gece hepsi evdelermiş.”

Başmüfettiş, cebinden çıkarttığı not defterine göz atarak, “Size, dün gece cinayet esnasında herkes neler yapmış söyleyeyim,” dedi. “Doktor Lionel Black saat 18.00’de gelmiş. Yemek 18.30’da başlamış, 19.30 civarında bitmiş. Daha sonra Fletcher’la Doktor, çalışma odasında oturmuşlar bir süre. Doktor 20.30’da çalışma odasından çıkmış. Salonda Pamela, Frank ve Mark’la sohbet etmiş. Mark biraz sinirliymiş. Üvey babasıyla aralarında bir tartışma olmuş yemek öncesi. Diğerleriyle fazla oturmamış bu yüzden, biraz hava almak için izin isteyip yanlarından ayrılmış. Saat 20.45’de Frank bazı mektupları imzalaması için patronuna götürmüş. Yanında beş dakika kadar kalmış. 20.50’de evden ayrılmış.  Kız arkadaşıyla buluşup birlikte bir bara gitmişler. Saat 21.25’de Doktor gitmek için kalkmış, uşaktan Fletcher’a haber vermesini istemiş. Uşak da çalışma odasına girince Fletcher’ı yüzükoyun yerde yatarken bulmuş. Kalp krizi geçirdiğini zannederek telaşla doktora haber vermiş. Durum anlaşılınca polisi aramışlar.”

“Evde uşaktan başka hizmetçi var mı?”

“Beatrice adında bir kız var. Orta hizmetine bakıyor. Bir de aşçı. Maria adında bir İtalyan. Akşam yemeğini hazırlayıp saat altıda çıkmış.  Olay sırasında evde yokmuş.”

Hoirot, düşünceli bir tavırla çift kanatlı cam kapıyı açıp verandaya çıktı. Buraya hasır koltuklar ve küçük masalar yerleştirilmişti. Bahçenin sonunda Thames ırmağı iyice daralmış bir halde, geniş bir kavis çizerek akmaktaydı.

Başmüfettiş, “Sadece şehrin göbeğindeki bu arazi milyonlarca pound eder” dedi. “Fletcher, zannettiğimden de zengin biriymiş. Ama neye yarar? Bir ceset torbasının içinde olduktan sonra o poundların ona ne faydası olacak?”

Hoirot ciddi bir sesle, “Ona bir faydası olmayacak ama mirasçıları için durum farklı,”dedi.

3.

Samuel, elli yaşlarında, hafif kambur, zayıf bir adamdı. Halinden çok üzgün olduğu belliydi. Başmüfettişi görünce, “Beni çağırmışsınız efendim,” dedi. “Gerçi dün gece bildiğim her şeyi size anlatmıştım.”

Başmüfettiş, “Biliyorum, biliyorum, Samuel,” dedi. “Seni tekrar sorguya çekecek değilim. Bay Hoirot bir kaç soru soracak sana sadece.”

Hoirot, kendisine dizlerini kırarak reverans yapan uşağı başını hafifçe öne eğerek selamladı.

“Merhaba Samuel. Yemeğin bittiği saatten Bay Fletcher’ın çalışma odasına girdiğiniz saate kadar, yani 19.30’la 21.25 arası ne yaptığınızı bir kez de bana anlatabilir misiniz?”

Uşak, dedektifin bu isteğine saygılı bir tavırla, “Olur,” diye cevap verdi ve anlatmaya başladı.  Sesi de yüzü gibi kederle doluydu.

“Akşam yemeği her zaman 18.30’da yenir. O gece Dr. Lionel Black yemeğe davetliydi, bu yüzden yemek masasında beş kişilik servis açmıştım. 19.30’da sizin de dediğiniz gibi yemek bitti. Masayı topladım. Yıkaması için bulaşıkları Beatrice’e teslim ettim. Saat tam 20.00’de kahve servisine başladım. Bay Fletcher’ın talimatı böyleydi çünkü. Önce salona gittim. Bayan Fletcher’la Bay Gaskell oradalardı. Onlara kahvelerini verdim. Bay Smith verandada oturmuş hesap kitap işleriyle uğraşıyordu. Onun kahvesini de verdikten sonra çalışma odasına gittim. Bay Fletcher, Dr.  Black’le sohbet etmekteydi. Kahvelerini bıraktıktan sonra mutfağa geri döndüm.”

Uşak susunca Hoirot yeni bir soru yöneltti.

“Bay Fletcher’ın hali nasıldı? Etrafta dikkatinizi çeken bir şey oldu mu?”

Uşak başını iki yana salladı.

“Hayır. Her zamanki gibiydi. Dr. Black, beyefendinin yakın arkadaşıydı. Sık sık gelir, sohbet ederlerdi. Bazı geceler briç oynarlardı. Yalnız efendim, başka bir şey dikkatimi çekti. Oda çok soğuktu. Kahveleri koyarken, umarım çabuk soğumazlar, diye düşündüğümü çok iyi hatırlıyorum. Beyefendi ılık kahveden nefret ederdi çünkü.”

Uşağın yeniden sustuğunu gören Hoirot, “Devam edin,” dedi. “Sonra ne yaptınız?”

“Yarım saat kadar mutfakta kaldım. Daha sonra kahve fincanlarını toplamak için dışarı çıktım. Beyefendi çalışma odasında yalnızdı. Doktor ve Bay Smith salona gelmişlerdi. Ben oradayken Bay Gaskell sinirli bir şekilde salonu terketti. Sanırım babasına kızgınlığı devam ediyordu. Akşamüstü aralarına bir tartışma olmuştu da.”

“Bu tartışmanın sebebi neydi, biliyor musunuz?”

“Ah, efendim, bildiğimi söyleyemem. Ama tahminimce, Bayan Carson’la ilgili bir konuydu.”

“Bayan Carson mu? O da kim?”

“Genç ve hoş Amerikalı bir bayan. Hanımefendinin uzaktan akrabası.”

“Eee, onun konuyla alakası ne?”

“Galiba beyefendi, Bay Gaskell’ın Bayan Carson’la evlenmesini istiyordu. Ama, Bay Gaskell bu evliliğe pek hevesli değildi.”

Başmüfettiş, araya girerek fikrini açıkladı.

“Anlaşılan, Bay Fletcher üvey oğluna baskı yapıyormuş Bayan Carson’la evlenmesi için.”

Hoirot anlayışlı bir tavır takınarak, “Bay Gaskell sinirlenmekte çok haklı öyleyse,” dedi.  “İstemediği bir evliliğe zorlanması hoş bir şey değil. Peki, Samuel. Daha sonra ne yaptınız?”

“Yeniden mutfağa gidip Beatrice’i kontrol ettim. Bulaşıkları yıkamış, temizliği bitirmişti. Çayımı içerken Bay Smith geldi ve dışarı çıkacağını, en erken iki saat sonra döneceğini bildirdi. Ben de ona kendisini bekleyeceğimi söyledim.”

“Neden?”

“Bahçe kapısı otomatik olarak kilitleniyor. Dışardan biri gelince ben açıyorum. Tabii kapıya kadar giderek değil. Mutfağın arka kısmında küçük bir oda var. Oradaki monitörden kimin geldiğini görebiliyorum. Kapıyı açmak için bir düğmeye basmam yetiyor.”

Hoirot, “Son bir soru Samuel,” dedi. “Bay Fletcher’ın mektup açacağı var mı?”

“Olmaz olur mu, tabii ki var. Hem de gümüşten. Sapında mücevherler olan bir hançere benzer. Çalışma masasının üzerinde olmalı.”

Percule Hoirot ile Başmüfettiş göz göze geldiler.

Uşak dışarı çıkınca Başmüfettiş McCartney, “Haklıymışsınız Hoirot,” dedi.

4.

Dr. Lionel Black kısa boylu ama yakışıklı bir adamdı. Sabırlı ve anlayışlı biri gibi görünüyordu. “Size nasıl yardımcı olabilirim baylar?”  diyerek girdi çalışma odasına.

Hoirot gülümsedi.  “Dr. Black, dün gece uzun bir süre Bay Fletcher’la çalışma odasında oturmuşsunuz.”

Doktor Hoirot’nun sözünü kesti. “Pek uzun sayılmaz. Sadece kahve içtik ve biraz sohbet ettik.”

“Ne konuştunuz?”

“Bana bazı endişelerinden söz etti.”

Bu cevap, Başmüfettişi meraklandırdı. “Ne gibi?”

“Çok açık konuşmadı ama anladığım kadarıyla birisinden bazı mektuplar almış.”

“Bu kişinin adını vermedi mi?”

“Hayır. Sadece yakınındaki biri olduğunu söyledi.”

“Sizin bir tahmininiz yok mu?”

“Nasıl olabilir ki?”

“Mektupların içeriğinden bahsetti mi?”

“Hayır. Ama çok öfkeliydi.”

“Siz ne dediniz?”

“Kendisini koruması için tedbir alması gerektiğini söyledim. Ama o güldü. ‘Ben kendimi korumayı bilirim,’ dedi. Ben de ‘Bana hiç öyle gelmiyor,’ dedim.”

“Neden böyle dediniz?”

“Çünkü, verandanın açık kapısından içeriye insanı hasta edecek kadar sert ve soğuk bir rüzgar esiyordu. Çalışma odası buz gibi olmuştu. Kalkıp kapıyı kapattım. Pencerenin üzerindeki vasisdası açtım.”

“Kapıyı  kilitlediniz mi?”

“Evet.”

Hoirot, “Bir konuda fikrinizi öğrenmek istiyorum Dr. Black,” dedi. “Bay Fletcher sizce nasıl biriydi?”

“Benim arkadaşımdı. Onu severdim. Ama bunu herkes onun için söyler miydi bilmiyorum. Çünkü, yaptığı iş icabı, düşmanı çok olan biriydi. Onun yüzünden şirketler battı, insanlar işsiz kaldı.”

Hoirot başını sallayarak içini çekti.  “Beş yıl önce Bay Fletcher sayesinde borsada ben de iyi bir para kaybettim.”

Dr. Black, “Evet, biliyorum,” dedi. “Dün gece anlattı John. Bu yüzden sizin kırgın olabileceğinizden kaygılanıyordu. Ama yaptığı o manüplasyonla övünmeyi de ihmal etmedi.  Operasyonu bizzat kendisi yönetmiş. Herkes bunu, ortağı olduğu şirketin bir spekülasyonu sansa da aslında tamamen kendi eseriymiş. Her saniyesini tek tek hesaplamış. Dahiyane bir strateji izlemiş.”

Hoirot, “Ya, ya,  ne demezsiniz?” diye söylendi.

Başmüfettiş gülümsemesini gizlemek için eliyle dudakların kapattı.

Hoirot aklına bir şey gelmiş gibi işaret parmağının ucuyla çenesine dokundu. “Düşmanı çok olan biriydi dediniz az önce. Bundan ben de kesinlikle eminim. İmzasız tehdit mektupları gönderecek kadar ondan kim nefret edebilir, bir fikriniz var mı?”

“Şey, aklıma John’ın eski yardımcısı Philip Hawden geliyor.”

“Bay Smith’den önceki yardımcısı mı?”

“Evet.  John, rakiplerine bilgi sızdırdığı gerekçesiyle adamı hem kovmuş hem de polise ihbar etmişti. Philip, masum olduğunu iddia ediyordu ama yargılanıp hapse mahkum olmaktan kurtulamadı.  Mahkemede onu izlemiştim. Çok perişan bir haldeydi. Aşağı yukarı bir yıl kadar Pentonville hapishanesinde yattı.”

“Bu skandalı hatırlıyorum,” diye mırıldandı Hoirot.  “Olay iki yıl önce olmuştu galiba. Philip Hawden’ın Bay Fletcher’ı tehdit ettiğine hiç tanık oldunuz mu?”

“Hayır. Ne gördüm ne de duydum. Ama kendisini hapse attıran adama karşı dostane hisler beslemesi de mümkün değildi tabii.  Bunu dün gece John’a da söyledim. O da bana Philip’in kesinlikle suçlu olduğunu, onu polise teslim etmekten asla pişmanlık duymadığını söyledi. Daha anlatacaktı ama o sırada kahvelerimiz gelmişti.  Sonra konu değişti ve oğlundan yakınmaya başladı.”

Hoirot sordu. “Bay Mark Gaskell’dan mı?”

“Evet. O aslında John’un üvey oğlu. John’un ilk karısı Linda, çok zengin bir kadındı. John bu büyük serveti onun sayesinde yaptı. Yoksa beş parasız bir muhasebeciydi. Linda öldüğünde bütün mirasını John’a bıraktı.”

“Neden öldü o?”

“Tren kazası. 1994’de Cowden’deki kazada öldü.”

 “Mark kaç yaşındaydı o sırada?”

“Sanırım on iki yaşındaydı. Onu John büyüttü. Daima gerçek bir baba gibi davrandı.”

“Mark’ın asıl babası kim?”

“Binbaşı Simon Gaskell. 1982 de Falkland Savaşı sırasında ölmüş. Linda o sırada Mark’a hamileymiş.  John’la evliliği ise 1987 yılında oldu.”

“Mark Gaskell’la üvey babası arasındaki sorun neydi?”

“Oğlunu karısının kuzeniyle evlendirmek istiyor. Kızın ailesi oldukça zengin. John, bu evlilik sayesinde Amerika’da yeni iş fırsatları elde edeceğini umuyor. Ama  Mark’a söz geçiremedi bugüne kadar. Aslında ben de ona artık bu işin peşini bırakmasından yanaydım. Bu gibi konularda zorlamak iyi sonuç vermez. Ama John çok inatçı biriydi. Akşamüstü yine tartışmışlar.  Bir sonuç alamamışlar ama John’ın kafasında bir plan vardı. Kurnazca bir gülümsemeyle henüz son kozunu oynamadığını söyledi.”

“Çok ilginç. Bu kozun ne olduğunu açıkladı mı size?”

“Evet.”

Dr. Lionel Black ilk kez oturduğu yerde huzursuzca kıpırdandı. “Sekiz yıl önce Mark, bir arkadaşının arabası ile Norfolk’da kaza yapmış. Hem de kötü bir kaza. Kendi canını zor kurtardığı gibi yoldan geçen bir kadının da ölümüne sebep olmuş. Üstelik hem ehliyetsiz hem de alkollüymüş. Tutuklandığı karakoldan üvey babasını aramış. John da hemen duruma müdahale etmiş. Tanıdığı önemli kişiler ve parası sayesinde olayın üzerinin kapanmasını sağlamış. Üvey oğlunu bu badireden kurtarmayı becermiş. Çok iyi bir arşivci olduğu için bütün belgeleri  saklamış. Şimdi bu belgeleri ilgili makamlara vereceğini söyleyerek üvey oğlunu korkutmayı planlıyordu. Eğer, Mark evlilik konusunda sözünü dinlememekte ısrar ederse kesinlikle yapardı da.”

“Ah, yani oğluna şantaj yapacağını mı söyledi size?”

“Açıkça değil ama evet, bunu ima etti.”

“Ama bu şantajı yapacak kadar yaşamadı, öyle değil mi?”

“Bildiğim kadarıyla bu konuyu üvey oğluyla konuşamadan öldü. Daha önce bu konudan ona söz ettiğini sanmıyorum.”

“Bay Fletcher’ın yanından ayrıldıktan sonra ne yaptınız?”

“Salona gittim. Pamela ve Mark’a katıldım. Az sonra Frank da yanımıza geldi. Mark’ın hali biraz tuhaftı. Galiba sarhoş olmuştu. Bahçede dolaşmak istediğini söyleyip dışarı çıktı. Daha sonra Frank da izin istedi. Clapton’da kız arkadaşıyla buluşacakmış. Pamela’yla bir süre salonda oturduk. 21.30’a doğru, gitmek için kalktım. Samuel’i çağırıp  John’a haber vermesini söyledim. Uşak, ‘Peki efendim,’ deyip çıktı ama bir dakika sonra nefes nefese yanımıza geldi. John’un hastalandığını haber verdi. Telaşlanan Pamela’ya bir yere kıpırdamamasını tembihleyip çalışma odasına koştum. John çalışma masasının arkasında yerde yatıyordu. Önce kalp krizi geçiriyor zannettim. Hafifçe yana çevirdim. O zaman göğsündeki kanı ve yarayı gördüm. Birinin onu bıçakladığını anladım. Hemen verandaya koştum. Kapıyı açıp dışarı baktım. Bahçe karanlıktı. Şimdi emin değilim ama o sırada sanki biri Thames’e doğru koşuyurmuş gibi geldi bana. Belki de bir tilkiydi. Dediğim gibi emin değilim bundan.”

Başmüfettiş cevabını bildiği bir soruyu yeniden sordu. “O sırada saat kaçtı?”

“21.25 olmalı. Çünkü, birkaç dakika evvel gitme zamanımın geldiğini düşünerek saate bakmıştım. Saatim o sırada 21.22’yi gösteriyordu.”

Hoirot, “Bahçede gördüğünüzü sandığınız kişi,” dedi. “Eğer bir insan olsaydı, sizce kim olabilirdi?”

“Bu soruya cevap olarak tek bir kişinin adını verebilirim: Mark.”

Hoirot, “Teşekkür ederim,” dedikten sonra Başmüfettiş’e döndü. “Benim başka sorum yok.”

Başmüfettiş, “Tamam Doktor,” dedi. “Şimdilik bu kadar.”

5.

Hoirot, bahçedeki genç adamı işaret ederek, “Şu, Mark Gaskell olmalı,” dedi. “Ona bazı sorular sormanın zamanı gelmedi mi?”

Başmüfettiş McCartney polis memurlarından birini Gaskell’ı çağırması için gönderdi. Bir dakika sonra Fletcher’ın üvey oğlu yanlarındaydı.

“Ne oluyor Başmüfettiş? Scotland Yard artık herkesi iki kere mi sorguya çekiyor?”

Başmüfettiş duygusuz bir sesle, “Buna biz karar veririz, Bay Gaskell, “dedi. “Dün akşam babanızla tartışmışsınız. Bu doğru mu?”

“Pam mi söyledi bunu? Neyse, evet, doğru biraz tartıştık. Nedenini de söyleyeyim, koskoca bir herif olmama rağmen babam beni zorla istemediğim biriyle evlendirmek istiyordu. Ben de buna karşı çıkıyordum.”

“O da sizi mirasından mahrum bırakmakla tehdit etti.”

“Öyle denemez. İşten kovmakla tehdit etti. Ama ikisi de aynı kapıya çıkar.”

“Babanızın yanında mı çalışıyorsunuz?”

“Onun şirketinde çalışıyorum.”

Hoirot kaşlarını kaldırarak, “Ama para babanızın. İsterse sizi mirasından da mahrum bırakabilirdi.”

Gaskell pis pis sırıttı. “Bunu istese de yapamayacak artık.”

“Ama yapabilirdi, öyle değil mi?”

Gaskell kızardı. “Hep annemin hatası. Ona fazlasıyla güvenmiş. Aslında onun bütün parası annemindi. Annem olmasa o bir hiçti.”

Hoirot, “Neden babanızın önerdiği kızla evlenmek istemiyorsunuz? Başka biri mi var kalbinizde?”

“Hayır, kalbimde hiç kimse yok. Norma Carson da çok güzel bir kız. Eminim onunla evlenmeye can atan bir sürü erkek vardır Londra’da. Ama ben istemiyorum.”

“Neden?”

“Pam’in kuzeni olması yeterli bir sebep değil mi sizce?”

“Pam derken, Pamel Fletcher’den mi söz ediyorsunuz?”

“Evet.”

“Ondan pek hoşlanmıyorsunuz galiba.”

“Hoşlanmamak kelimesi hafif kalır. Ondan nefret ediyorum. Zehirli bir sarmaşık o. Her yere uzanıyor ve yok ediyor. Babamı öyle etkiledi ki, bana düşman etmeyi başardı en sonunda.”

“Dün gece yemekten sonra onunla ne konuştunuz?”

“Ona, babamı bana karşı kışkırtmaktan vaz geçmesini söyledim. Kuzeniyle kesinlikle evlenmeyeceğimi anlattım. Ama o damarıma basmaya devam etti.”

“Bu yüzden mi salonu terkettiniz?”

“Akşam içkiyi biraz fazla kaçırmıştım. Babamla yaptığım tartışmadan da çok rahatsız olmuştum. Bir de Pam üstüme gelince iyice bunaldım. Bahçeye çıkıp biraz hava almak istedim.”

Başmüfettiş araya girdi. “Daha sonra babanızın yanına mı gittiniz?”

“Hayır. Bahçede dolaştım.”

Hoirot usulca sordu. “Thames’e doğru yürümediniz mi?”

“Ne işim var orada? Yürümedim tabii.”

Başmüfettiş cebinden naylon bir torba çıkartıp Gaskell’a doğru uzattı. “Bu sizin mi?”

Gaskell torbanın içindekine baktı. “Evet. Benim çakmağım. Dün gece kaybetmiştim onu. Nerede buldunuz?”

“Babanızın çalışma odasında. Cesedinin hemen yanında.”

Gaskell’ın yüzü donuklaştı. Soğuk bir sesle, “Babamla tartışırken düşürmüş olmalıyım,” dedi.

“Babanızla çalışma odasında mı tartışmıştınız?”

“Evet. Yemekten önce. Doktor Lionel henüz gelmemişti.”

Hoirot sordu.  “Odanın sıcaklığı nasıldı? Çok mu soğuk, yoksa normal mi?”

Gaskell’ın suratından bu soruya bir anlam veremediği belliydi. “Bilmem,” dedi. “Soğuk değildi herhalde.”

Genç adam dışarı çıkınca, Başmüfettiş Hoirot’ya dönerek, “Ne diyorsunuz?” dedi.

Ünlü dedektif omuzlarını kaldırdı. “Doğru da söylüyor olabilir, yalan da.”

6.

Frank Smith’e ilk soru Başmüfettiş’ten geldi. “Kaç yıldır Bay Fletcher’ın yanında çalışıyorsunuz?”

“Aşağı yukarı bir yıl oldu.”

“Tam olarak ne iş yapıyorsunuz?”

“Bay Fletcher’ın sekreteriyim. Yani sekreteriydim. Bir nevi özel yardımcısı yani. Evin girdisi çıktısı da benden soruluyordu.”

“O da bir tür kahyalık yani?”

Genç adam güldü. “Evet öyle de diyebilirsiniz.”

Otuz yaşlarında, saçları hafifçe seyrelmiş, düzenli spor yaptığı belli olan, temiz yüzlü biriydi. Mavi gözleri zekice bir ışıltıyla parlıyordu.

“Evli değilsiniz, değil mi?”

“Hayır ama nişanlı sayılırım.”

“Aileniz nerede?”

“Annemi yıllar önce kaybettim. Bir tek babam hayatta. Pinner’da bir yaşlılarevinde kalıyor. İki haftada bir görüşüyoruz.”

“Bay Fletcher’ın yanında çalıştığınıza göre herhalde iyi bir eğitiminiz olmalı.”

“Sekiz yıl önce Londra Üniversitesi’nin ekonomi bölümünden mezun oldum. Daha sonra da uluslararası ilişkiler mastırı yaptım.”

Başmüfettiş, takdirle başını salladı. “Çok güzel. Pekâlâ. Dün gece yemekten sonra neler yaptığınızı bize anlatır mısınız Bay Smith?”

“Olur. Ee, yemekten sonra, hazırlamam gereken bazı mektuplar vardı. Onları yazdım. Kahvem bitince  salona gittim. Diğerleriyle birlikte biraz orada oturdum.”

“O sırada Dr. Black orada mıydı?”

“Evet.”

“Saat kaçtı hatırlıyor musunuz?”

“Sekiz buçuğa geliyordu herhalde tam olarak hatırlamıyorum.”

“Peki, sonra?”

“Bay Fletcher’ın yanına gittim. Mektupları imzalattım.”

“Hali tavrı nasıldı?”

“Her zamanki gibiydi.”

“Yani?”

“Her zaman gergin ve acelecidir. Dün gece de öyleydi. Bir tablo siparişi vardı fakat satın almaktan caydığını, galeriyi arayıp bildirmemi istedi. Ama hemen arkasından vazgeçti. ‘Ben ararım, bu daha uygun olur,’ dedi. Ben de galerinin sahibi Bay Smilos’u arayabileceği numarayı kendisine verdim.”

“Ne tablosuydu bu?”

“Keith Piper’ın bir çalışması. Dr. Lionel tavsiye etmişti. Oldukça da pahalı bir şeydi.”

“Neden satın almaktan vazgeçti biliyor musunuz?”

“Hiçbir fikrim yok. Aslına bakarsanız ben de şaşırdım. Çünkü satın almak için çok hevesliydi.”

Hoirot, oturduğu yerde kıpırdadı. “Bay Smith, patronunuza çok yakın olduğunuza göre onun hakkında çok şey bildiğinizi düşünüyorum. Özellikle de bazı fikirlerini.”

Frank Smith mavi gözlerini kıstı. “Bunu pek anlayamadım.”

“Mesela üvey oğlu hakkındaki düşüncelerini.”

Genç adam güldü. “Ah, şimdi anladım. Bay Fletcher, otoriter bir adamdı. Herşeyi kontrol etmekten hoşlanırdı. Mark’ı da sürekli kontrolü altında tutmak istiyordu. Mark’ın bundan mutlu olmadığına eminim. Son günlerde sık sık tartışıyorlardı. Evlilik meselesi yüzünden araları açıktı.”

“Dün gece de tartışmışlar galiba.”

“Evet. Bay Fletcher karısının kuzeniyle evlenmesi için ısrar ettikçe, Mark’ın buna tepkisi büyüyordu. Dün gece bayağı kötü laflar ettiler birbirlerine.”

“Ne dediler?”

“Onları dinlemedim ama bir ara Bay Fletcher’ın ‘O zaman benim cesedimi çiğnemen gerekir,’ diye bağırdığını duydum. Mark da ona ‘Gerekirse bunu yaparım,’ diye cevap verdi.”

“Patronunuzun yanında ne kadar kaldınız?”

“En fazla beş dakika.”

“Çıkınca ne yaptınız?”

“Samuel’e haber verip evden ayrıldım. Şimdi hatırladım. Evle istasyon arası on dakika olduğuna göre, saat 20.50 olmalı. Çünkü, metroya kadar yürüdüm. Trene bindiğimde saat tam 21.00’di. Clapton’a gittim. Kız arkadaşımla Windsor Castle adındaki barda buluştuk.”

“Eve ne zaman geri döndünüz?”

“Bir saat sonra. Aslında üç-dört saatten önce geri dönmeye niyetim yoktu. Ama Samuel’den bir telefon aldım. ‘Beyefendi kaza geçirdi,’ gibisinden bir şeyler geveledi. Bir taksiye atlayıp eve geldim.”

Başmüfettiş, “Pekâlâ Bay Smith,” dedi. “Sorularımız şimdilik bu kadar.”

7.

Hoirot, belli etmeden Pamela Fletcher’ı alıcı gözüyle inceledi. Kırk yaşlarında, güzel bir sarışındı. Saçlarını ensesinde toplamış, böyle bir sabaha hiç yakışmayan dekolte kıyafetini, omuzlarına aldığı ipek, siyah bir şal ile örtmüştü. Üzgün görünmeye çalışıyor ama bunu pek beceremiyordu.  Kederli bir tavırla, dün gece neler yaptığını anlattı. Söyledikleri, diğer tanıkların anlattıklarıyla uyumluydu.

Hoirot, “Bayan Fletcher, izninizle benim de size bir sorum olacak,” dedi. “Kocanız bazı tehdit mektupları alıyormuş. Beni de bu yüzden çağırmıştı. Durumu aydınlığa kavuşturmam için. Bu tehdit mektuplarından size de söz etti mi?”

Kadının gözleri iri iri açıldı. Bir süre ne diyeceğini bilemedi. “Benim bundan haberim yoktu. Tehdit mektuplarımı dediniz? Kim yazmış onları?”

“Biz de onu bulmaya çalışıyoruz. Eşiniz bir resim almak için bir galeri ile anlaşmış. Doğru mu bu?”

“Evet. Korkunç bir tabloydu. Ama John severdi öyle modern resimleri.”

“Almaktan vazgeçtiğini biliyor musunuz?”

“Öyle mi yapmış?”

“Neden bu kadar çok şaşırdınız?”

“O tabloyu çok beğenmişti. Fiyatı çok yüksek olmasına rağmen almaya kararlıydı. Eşim öyle kolay kolay fikir değiştiren biri değildi. Bir kere karar verdi mi sonuna kadar giderdi. Yanlış olduğunu bilse bile kararından caymazdı.”

“Doktor Black tavsiye etmiş o tabloyu. Kocanız Doktora güvenir miydi?”

“Hem de nasıl? John için güven çok önemliydi. O yüzden fazla arkadaşı yoktu. İnsanların hep onu kıskandıklarını, kuyusunu kazdıklarını düşünürdü. Ama Doktor Lionel’ın yeri başkaydı.”

“Peki ya Mr. Smith?”

“Frank mı? O kusursuz bir yardımcıdır. Kocamın önceki sekreteri Philip, ahlaksızın biriydi. Onun hep riyakâr biri olduğunu düşünürdüm, sonunda da haklı çıktım.  Meğer, kocamdan aldığı bilgilerle borsada gizlice oynuyormuş. Hem de rakip şirketlerle yapıyormuş.  John bir süre peşine özel dedektif  takıp izlettirmiş onu. Durum kesinleşince  de kovdu. Tabii Philip bu yüzden yargılandı ve hapse mahkum oldu.”

Hoirot, kadının nefes almak için duraklamasını fırsat bilerek araya girdi. “Bu olaydan sonra kocanız eski sekreteriyle hiç görüştü mü? Ya da o buraya geldi mi?”

“Hayır, ne münasebet? Hangi yüzle gelebilir ki buraya? Kocam, yanında çalışanların sır tutan insanlar olmasına büyük önem verirdi. Borsada alım satım yapmalarını asla hoş karşılamazdı.

“Bay Smith borsada oynamıyor yani?”

“Borsadan nefret eder o. Hisse senedinin adını bile anmaz. Bu yüzden Frank, ideal bir yardımcıydı onun için.”

“Herhalde Mark’a da güveniyordu?”

Kadın omuz silkti. “Bir yere kadar güveniyordu tabii. Ama onu işin başına geçirmeye hiç niyeti yoktu.”

Pamela sustu. Yüzünde gereksiz yere konuştuğunu fark eden insanlara has o sıkıntılı ifade belirdi.

8.

Ev halkıyla yapılan görüşme bitince, Bond Street’teki galerinin sahibi Smilos’la irtibat kuruldu. Smilos’un söylediğine göre, üç hafta önce John Fletcher, Dr. Black’le birlikte galeriye gelmiş ve kendisiyle tanışmıştı. Uzun ve keyifli bir sohbetten sonra tabloyu satın alarak dört bin Pound depozito vermişti. Sergi bir hafta sonra bitecek ve tablo yeni sahibine gönderilecekti. Ancak Bay Fletcher  dün gece 21.05’de telefonla kendisini aramış, tabloyu satın almaktan vazgeçtiğini söylemişti. Bay Smilos, ünlü borsacının neden karar değiştirdiğini anlamamış, ayrıca telefonda bunu sormaya da gerek duymamıştı. Bu arada tablonun fiyatı kırk bin Pound’du.

Öğleye doğru iki arkadaş verandadaki hasır koltuklara oturdular. Başmüfettiş, “Ee, ne diyorsunuz?” diye sordu. “Katil bunlardan biri mi sizce?”

Hoirot arkasına iyice yaslanarak, “Öyle görünüyor,” dedi. “Ama biraz ayıklama yapmak lazım. Mesela uşağın bu cinayeti işlemesi için bir sebep yok. Frank Smith ise cinayet sırasında evde değilmiş.”

Başmüfettiş, “Haklısınız,” dedi. “Smilos’un tanıklığıyla cinayetin 21.05’den sonra işlendiği kesinleşti. Zaten Fletcher’ın telefonundaki kayıt da bunu teyid ediyor.”

“O zaman geriye üç kişi kalıyor. Fletcher’ın karısı, üvey oğlu ve yakın arkadaşı.”

“Karısının ve üvey oğlunun cinayet için bir gerekçeleri var: Miras. Ama Doktor için bir neden bulamıyorum.”

Kısa bir sessizliğin ardından Hoirot, bahçedeki polisleri göstererek, “Adamlarınıza söyleyin,” dedi. “Bahçede kanıt aramayı bıraksınlar. Orada bir şey bulamazlar.  Bence bu evi baştan aşağıya aramalısınız. Hançere benzeyen mektup açacağı  evin içinde bir yerlerde olmalı. Gerekli izniniz vardır herhalde.”

“Yargıçtan kararı bekliyorum. Gelir gelmez evi aratacağım.”

“İyi olur. Katil, verandaya açılan  kapı kilitli olduğuna göre, koridordaki kapıdan çalışma odasına girip çıkmış. O sırada birine rastlamaması büyük tesadüf. Bu da onun çok cüretkâr biri olduğu anlamına geliyor.”

Başmüfettiş bunu fazla önemsemedi. “Bütün katiller cüretkârdır.”

Hoirot aynı fikirde değildi. Başmüfettişi verandadaki koltuğunda yalnız bırakarak çalışma odasına girdi. Cinayetin işlendiği koltuğa baktı. Halının üzerindeki kan izleri hâlâ duruyordu. ‘Burada bir tuhaflık var,’ diye düşündü. ‘Ama ne? Onu bulduğum zaman bu esrarın  çözüleceğini hissediyorum.’

Arkasında bir tıkırtı duyarak geri döndüğünde uşakla karşılaştı.  “Ne oldu Samuel? Bir şey mi var?”

Uşak, ezilip büzülerek, “Şey, efendim,” dedi. “Bilmiyorum, söylemem uygun mudur? Ama bilmenizde yarar var diye düşündüm?”

“Cinayetle mi ilgili?”

“Bunu da bilmiyorum, efendim. Kafama takılan bir şey var.”

Hoirot adama cesaret verircesine konuştu. “Söylemek istediğiniz bir şey varsa anlatın. Bir işe yarayıp yaramayacağına biz karar veririz.”

“Haklısınız efendim. Söylemek istediğim şey şu. Beyefendinin bastonlarından biri kayıp.”

Uşak çalışma masasının yanındaki metal bir askıda takılı duran üç bastonu gösterdi. “Burada dört baston vardı. Şimdi biri yok.”

Hoirot, kullanmaktan çok süs için yapılmışa benzeyen, değerli taşlarla süslü , zarif bastonlardan birini ilgiyle eline aldı. Üzerinde, Çelebi Bastonları-Devrek yazıyordu.

“Bay Fletcher baston kullanmıyordu, değil mi?”

“Hayır efendim. Ama bu tür antika şeylere çok meraklıydı. Bunların hepsini Türkiye’ye yaptığı geziden dönerken getirdi.”

Hoirot, gümüş, zümrüt ve yakutun göz kamaştırıcı  birleşimiyle çevrili el yapımı bastonu yerine koyarken Samuel, “Dün gece,” dedi “Kahveleri getirdiğimde burada dört baston vardı. Buna yemin ederim.”

Hoirot’nun kaşları çatıldı. “Bastonlardan birinin eksik olduğunu ne zaman farkettiniz?”

“Yeniden çalışma odasına gidiğimde.”

“Yani cinayetten sonra. 20.25’de, öyle mi?”

“Aynen öyle efendim.”

Hoirot güldü. “Buyrun bakalım. İşte küçük bir muamma. Türk yapımı baston acaba şimdi nerede? Teşekkürler Samuel. Verdiğin bilgi çok önemliydi.”

Dedektif verandaya çıktı. Başmüfettiş, hala koltukta oturuyordu. Yüzünde garip bir ifade vardı.

“Uşağın  söylediklerini duydunuz mu?”

McCartney sıkıntılı bir sesle, “Kelimesi kelimesine,” dedi. “Başımıza şimdi de kayıp baston çıktı. Hoirot, bu iş sarpa saracak gibi görünüyor.”

Hoirot, “Ah,” diye bağırdı.

Başmüfettiş şaşırmıştı. “Ne oldu. Bir şeyiniz mi var? Hasta mısınız?”

Hoirot aldığı nefesi, yanaklarını şişirerek dudaklarının arasından “Puff!” diyerek çıkardı. Koltuklardan birine oturdu, arkasına yaslandı. Yüzünde mutlu bir ifade belirdi.

“Yok canım. Turp gibiyim. Birden bir şey fark ettim o yüzden bağırdım. Yargıçdan hâlâ haber yok mu?”

“Eli kulağında, birazdan gelir. Artık sadece silahı değil, bastonu da arayacağız.”

“Aranacak bir şey daha var.”

“Nedir o?”

“Fletcher’ın sözünü ettiği tehdit mektupları. Onları bulursak çok işimize yarayacaktır.”

“Haklısınız. Fakat çalışma odasında o mektuplar yoktu. Fletcher’ın kasasına bile bakıldı.”

Hoirot’nun kaşları çatıldı. Başmüfettiş bundan daha  önce söz etmemişti.

“Kasada işe yarar bir şey buldunuz mu?”

“Biraz nakit para ve devlet tahvilinden başka bir şey çıkmadı. Ha bir de elma vardı içinde.”

“Elma mı? Nasıl elma?”

“Basbayağı elma işte.”

“Gerçek elma yani.”

“Evet. Kıpkırmızı gerçek bir elma.”

“Nerede o elma? Görebilir miyim?”

“Tabii. Bir dakika.”

Başmüfettiş, polislerden birini çağırıp ona bir şeyler söyledi. “Tamam efendim,” diyen polis hızla gözden kayboldu. Bir dakika sonra geri döndüğünde elinde naylon bir torba tutuyordu.

Torbayı alan Başmüfettiş içindeki elmayı çıkarıp Hoirot’ya verdi.

“Parmak izi yok üzerinde. İstediğiniz gibi bakabilirsiniz.”

Hoirot, dalından yeni koparılmış gibi duran, kıpkırmızı, iri elmayı parmakları arasında evirdi çevirdi, her yanına baktı. Burnuna doğru götürerek kokladı.

“Enfes bir kokusu var. Ama bu çok anlamsız.”

Elmayı yeniden torbaya koyan Başmüfettiş sesini çıkarmadı. Bu cinayet soruşturmasının giderek çığırından çıktığını düşünüyordu.

Beklenen mahkeme kararı yarım saat sonra geldi. Evin her yerinin aranacak olması Bayan Fletcher’in hoşuna gitmemişti. Epeyce itiraz etti. Avukatını aradı. Sonunda sustu ama hâlâ sakinleşememişti. Sinirli sinirli evin içinde dolanıp durdu.

Polisler işe alt kattan başladılar. Çalışma odası daha önce arandığından işleri çabuk bitti. Alt katta kayda değer bir şey yoktu. Polisler üst kata geçtikten yirmi dakika sonra Başmüfettiş, verandada bekleyen Hoirot’nun yanına geldi. Kıs kıs gülüyordu.

“Ne oldu McCartney? Bir şey buldunuz mu?”

Başmüfettiş Paul McCartney, “Bayan Fletcher’ın neden kıyameti kopardığı anlaşıldı,” dedi gülmeye devam ederek. “Kadının odası boş viski şişeleriyle dolu.”

Hoirot şaşkınlıkla sordu. “Bayan Fletcher bir alkolik miymiş?”

McCartney, “Öyle görünüyor,” dedikten sonra yeniden üst kata geri döndü.

Yalnız kalan Hoirot, “Vay canına,” diye mırıldandı. “Hiç de belli etmiyordu.”

Ünlü dedektifin kafasının içi karmakarışıktı. Herşeyi bir sıraya koymalı, yeni baştan düşünmeliydi. Elinde ne vardı? Bir elma, bir baston, halıda kan izleri, kayıp bir cinayet aleti, henüz göremediği tehdit mektupları, pahalı bir tablo, soğuk bir oda, kilitli bir balkon kapısı ve şimdi de boş viski şişeleri. Bütün bunlardan bir sonuç çıkmıyordu.

“Verandada oturarak bu cinayeti çözemem,” dedi kendi kendisine. “Güneş de iyice bunalttı zaten.”

Hoirot ayağa kalktı,  Fletcher’ın çalışma odasına girdi. İçerde bir adım attıktan sonra durdu. Birden aklına bir şey gelmişti.

“Tabii ya,” dedi, eliyle kafasına vurarak. “Bunu görmemek için kör olmak gerekir. Herşey o kadar açık ki.”

Hızla yeniden verandaya geri döndü, merdivenlerden çimenliğe indi, bahçe kapısına doğru yürürken evin arka tarafından gelen Başmüfettişle karşılaştı.

“Hoirot! Böyle telaşla nereye gidiyorsunuz?”

“Kew Bahçeleri’ne . Birkaç saate kalmaz dönerim. Ben gelmeden sakın kimseyi tutuklamayın.”

Başmüfettiş şaşırmıştı. “Kew Bahçeleri’nde ne işiniz var? Botanik merakınız mı depreşti birden bire?”

Hızlı hızlı yürümesine devam eden Hoirot, “Gelince anlatırım Başmüfettiş,” dedi. “Gelince anlatırım. Sanırım katilin kim olduğunu biliyorum.”

9.

Percule Hoirot, Kew’e metroyla gitmeyi tercih etti. Böylece trafikte fazla zaman harcamayacağını düşündü. Kew istasyonuna geldiğinde yanılmadığını anladı. Doğru bir seçim yaptığı için kendi kendisini tebrik etti. Yol yirmi dakikadan da az sürmüştü. Taksiyle bile bu kadar çabuk burada olması imkânsızdı. İstasyondan çıkınca Thames ırmağına kadar yürüdü. Kıyıya yakın bir yerde  ön cephesi tamamen cam olan büyük bir bina vardı. Yüksek giriş kapısının üstünde “ULUSAL ARŞİV” yazıyordu. Burası, ilk ziyaret edeceği yerdi.

Kew’deki bu binada, Birleşik Krallık’a ait bütün vatandaşlık ve kamu istatistikleri düzenli bir biçimde arşivleniyordu. Eskiden Somerset House’da tutulan aile kayıtları da buradaydı. Görüştüğü ilk memur, Hoirot’nun talebini öğrendikten sonra, istediği bilgileri bilgisayarda bulup bir kağıda bastı ve zarf içinde ona teslim etti. Bütün bu işlem, iki dakika bile sürmemiş, dedektife de sadece üç pounda mal olmuştu.

Bilgisayardan çıkan yazıyı okuyan Hoirot, ‘Tam tahmin ettiğim gibi,’ diye düşünerek gülümsedi. Küçük araştırmasının ilk aşamasını tamamlamıştı. Şimdi sıra ikincisindeydi. Bunun için Euston’a gitmesi gerekiyordu. En az iki kere hat değiştirmesi gerektiğinden bu kez metroyu kullanmayacaktı. Yerin altındaki o karmaşık ve  dolambaçlı yollarda uzun uzun yürümek, en nefret ettiği şeylerden biriydi çünkü.  Bu yüzden gördüğü ilk taksiyi durdurdu.

İş çıkış saatlerindeki kadar olmasa da yoğun bir trafik vardı Londra’nın merkezinde. Neyse ki şoför, yolları iyi biliyordu. Trafiğe yakalanmadan kısa sürede Euston’a varmayı becerdi ve Britanya Kütüphanesi’nin kapısının önünde durdu.

Hoirot aradığını burada bulacağından emindi. Kütüphaneyle ilgili bir broşür alıp devasa binanın planına baktı. On dakika sonra gazete koleksiyonları bölümünde, görevli bir delikanlının getirip önüne bıraktığı The Sun gazetesi cildinin sayfalarını çevirmekteydi. Aradığı tarihteki sayıyı kolayca buldu. Haber üçüncü sayfada yayınlanmıştı. Üstelik fotoğraflar da vardı ve bunlardan birindeki yüzün sahibini tanıyordu. Gazetedeki sayfanın bilgisayar çıktısını aldıktan sonra yeniden bir taksiye binip Richmond’a geri döndü.

Bahçe kapısında sabahleyin kendisini tanıyan polis hâlâ oradaydı. Ona selam verip hızlı adımlarla bahçeye girdi.

Başmüfettiş verandada onu bekliyordu. Uzaktan geldiğini görünce  “Hoirot!” diye bağırdı. “Cinayet aletini  bulduk. Kayıp bastonu da.”

Hoirot iyice yaklaştıktan sonra “Ya?” dedi. “Neredeymiş? Durun siz söylemeyin,  ben tahmin edeyim. Onları Mark Gaskell’ın odasında buldunuz.”

“Nasıl tahmin ettiniz bunu?”

Hoirot  verandaya çıkıp bir sandalyeye oturdu. Nefes nefese kalmıştı.

“Çünkü katilin kim olduğunu biliyorum.”

McCartney güldü. “Bu saatten sonra artık herkes biliyor katilin kim olduğunu.”

Hoirot, yaramazlık yapan öğrencisine hoşgörüyle bakan bir öğretmen edasıyla, “Ama katil, Mark Gaskell değil,”dedi.

Başmüfettiş afalladı. “Yapmayın canım, her şey ortada.”

“Cinayet aletini ve kayıp bastonu odasında saklayacak kadar akılsız birinin katil olabileceğine inanıyorsanız, bu sizin bileceğiniz bir şey. Ama benim farklı bir varsayımım var.”

“Ya? Neymiş sizin farklı varsayımınız?”

Hoirot, verandadaki koltukları işaret etti.

“Şuraya oturun da size bu gizemli cinayetin arkasındaki gerçeği anlatayım.”

10

Başmüfettiş derin bir nefes aldı. “Pekâlâ. Tamam. Sizi dinliyorum.”

Hoirot anlatmaya başladı.

“Önce şunu bir açıklığa kavuşturalım. Hiçbir yerde parmak izi bırakmayacak ve kimseye görünmeden şu odaya girip çıkacak kadar akıllı bir katilin, en önemli suç kanıtlarını yatak odasında saklayacak düzeyde enayi olması hiç mantıklı değil. Bu bir yana, Mark Gaskell’ın bastonu neden çalışma odasından aldığını size açıklaması da imkânsız. Eminim, bunu siz de açıklayamazsınız Başmüfettiş. Neyse lafı fazla uzatmayayım. Dediğim gibi katil Mark Gaskell değil.”

Başmüfettiş McCartney, Hoirot’yu yan gözle süzerek, “Gaskel değilse kim?” diye sordu.

Ünlü dedektif, gülümsedi. “Önce, bu sabah olan bir şeyi size hatırlatmak istiyorum: Uşak Samuel’in  yanıma geldiği ve bana kayıp bastondan söz ettiği o an.”

Başmüfettiş, sabırsız bir sesle, “Evet, biliyorum,” dedi. Lafın nereye geleceğini merak etmişti.

“Hah, işte, ben de onu diyorum. Siz bunu biliyordunuz.

“Anlamadım.”

“Ben size, uşağın bana ne dediğini söylemediğim halde siz bunu biliyordunuz.”

“Evet, çünkü ne konuştuğunuzu duymuştum.”

“Tamam! Bütün mesele bu zaten. O da duymuştu.”

Scotland Yard Başmüfettişi Paul McCartney aptallaşmıştı.

“Ben hâlâ bir şey anlamış değilim.”

Hoirot tane tane anlatmaya başladı.

“Dün gece, saat 20.00 civarında bu odada iki kişi konuyorlardı. Bay Fletcher ve Doktor Lionel Black. Birçok konudan söz ettiler. Sonra, Bay Fletcher üvey oğlunun, Amerikalı hanımla evlenmek istememesinden duyduğu hayal kırıklığını dile getirdi. Öfkeli ve kızgındı. Mark’a her türlü baskıyı yapmaya karar vermişti. Üvey oğlunun yıllar önce yaptığı ve kendisi tarafından örtbas edilen kazayı  açıklamakla tehdit edecekti. Gözünü iyice karartmıştı.Mark yine olumsuz cevap verirse, elindeki belgeleri polise teslim etmeyi düşünüyordu.

Bu konuşma çalışma odasındaki iki kişi arasında geçmekteydi. Ama  o sırada verandada oturan katil de, tıpkı sizin gibi her şeyi duymuş,  yıllardır içini kemiren şüphenin gerçek olduğunu öğrenmişti. Yıllar önce annesini öldüren kazadaki arabayı Mark kullanıyordu. Onun suçunu polise rüşvet vererek ve nüfuzunu kullanarak örtbas edense John Fletcher’di. Bay Fletcher bunu açıkça itiraf etmişti.”

Başmüfettiş, “Durun bir dakika, “ diyerek ayağa kalktı. “Verandada oturan katil mi dediniz? Yani Frank Smith’in katil olduğunu mu söylüyorsunuz?”

“Tam üstüne bastınız Başmüfettiş. Frank’ın cinayetle bağlantısını uşak sayesinde fark etmiştim. Şimdi bu ilişkiyi kanıtlamam gerekiyordu. Kazada ölen kişinin adını ve bunun Fletcher’la bir ilgisinin olup olmadığını öğrenebileceğim iki yer vardı: Ulusal Arşiv ve  Britanya Kütüphanesi. Bu  nedenle önce Kew’e oradan da Euston’a gitmeye karar verdim.”

Başmüfettiş, sitem etti. “Bana Kew Bahçeleri’ne gideceğinizi söylediniz ama.”

Hoirot güldü. “Kew Bahçeleri’ne gitmek için de aynı istasyonda inmek gerekiyor. Ulusal Arşiv’le aralarında fazla bir mesafe yok.  Oradan Frank’ın annesi Alicia Smith’in ölüm tarihini öğrendim. Daha sonra Britanya Kütüphanesi’nde o tarihe ait gazete koleksiyonlarına baktım. Alicia Smith bir kazaya kurban gittiğine göre mutlaka gazeteler bunu yazmış olmalıydı. Gerçekten de gazetelerde olayla ilgili haberler vardı. Alicia Smith, kocası ve oğluyla birlikte Norfolk’ta tatildelermiş. Gece High Street’te, plakası ve sürücüsünün kimliği belirlenemeyen kırmızı bir spor araba kadına çarpmış.  Ambülans hemen gelmiş ama zavallı kadın hastaneye yetiştirlemeden ölmüş. Haberde babasınının yanı sıra Frank’ın da fotoğrafı vardı. Bugüne göre daha gençti ama onu kolayca tanıdım.”

Hoirot, Ulusal Arşiv ve Britanya Kütüphanesi’nden aldığı bilgisayar çıktılarını masaya koydu.  “Şunlara bir göz atmanızı rica ederim.”

Başmüfettiş, ciddi bir yüz ifadesiyle masadaki kağıtları aldı. Arkasına yaslanarak bir süre inceledi.Kağıtları yeniden masaya bırakırken gözlerini iyice kısmıştı. Kafasına bir soru takıldığında hep böyle yapardı.

“Peki ama, Frank annesinin intikamını neden daha önce almadı da o gece malum konuşmayı duyduktan sonra harekete geçti?”

Hoirot, sandalyesini biraz öne çektikten sonra, “Çok yerinde bir soru,” dedi.  “Ve cevabı biraz psikolojik. Şu tehdit mektupları var ya. İşte onları yazan da Frank’tı. Annesinin  ölümüne Fletcher’ın bir şekilde bulaştığını biliyordu. Kazadan sonra yaşanan olaylar, babasının ya da Frank’ın böyle bir izlenim edinmelerine yol açmış olabilir.  Sarhoş bir sürücü annesinin ölümüne yol açan bir kaza yapmış ama kim olduğunu bilmedikleri birisi bu kazadaki tüm delilleri yok etmişti. Bence baba-oğul bu kişinin kim olduğunu tahmin ediyorlardı ama emin değillerdi. Frank, bu yüzden o mektupları yazdı. Öldürmeye niyeti yoktu sadece öfkeliydi. Kendince patronunu korkutarak intikam aldığını düşünüyor ve bu onu rahatlatıyordu. Ama dün  gece, her şeyin Fletcher’ın başının altından çıktığını kendi ağzından duyunca aklı başından gitti. Yıllardır içinde tuttuğu şüphe somut bir gerçeğe dönüştü. Verandada oturuyordu, çalışma odasına açılan kapılar henüz Doktor tarafından kapatılmamıştı. Orada her şeyi, aynen sizin duyduğunuz gibi kelimesi kelimesine duydu. İşte o anda Fletcher’i öldürmeye karar verdi. Kahvesini içerken bir yandan da cinayet planını hazırladı. Daha sonra salona gidip biraz oturdu. Saat dokuza doğru yeniden çıktı. Sarhoş Mark’ın Thames kıyısında dolandığını gördü. Çalışma odasına girdi ve Fletcher’i mektup açacağıyla öldürdü.  Kasayı açıp yazdığı tehdit mektuplarını aldı, onların yerine cebindeki elmayı koydu. Bunu yapmasının hiçbir anlamı yoktu. Kafa karıştırmak, belki de eğlenmek istedi. Daha sonra veranda kapısının kilidini açtı.  

Böylece, hazırladığı cinayet  planının birinci perdesi tamamlanmıştı. Şimdi sıra ikinci perdedeydi. Önce odasına gidip mektup açacağını sakladı. Üstünü değiştirdikten sonra mutfağa uğradı, Samuel’le konuştu. Saat dokuzdan önce dışarı çıktığına tanıklık yapacak biri vardı artık. Ama Frank hemen evden ayrılmadı. Verandaya gitti. Kilidini açık bıraktığı kapıdan çalışma odasına tekrar girdi. Bu kez, galerici Smilos’u aradı, kendisini Fletcher olarak tanıttı ve resmi satın almaktan vazgeçtiğini bildirdi. Smilos, Fletcher’la bir kez karşılaşmıştı. Bu nedenle telefondaki sesin ona ait olup olmadığını anlaması çok zordu. Frank telefonu kapattıktan sonra bastonlardan birini alarak verandaya çıktı. Karanlıkta hiç kimsenin onu görmesinin mümkün olmadığını biliyordu. Açık olan vasisdastan sarkıttığı baston yardımıyla kapıyı kilitledi. İddia ettiği gibi saat dokuza on kala değil, dokuzu çeyrek geçe çıktı evden. Bahçeye sakladığı bastonu ve odasındaki mektup açacağını, fırsatını bulur bulmaz Mark’ın odasına koyacak, böylece bütün şüphelerin onun üzerinde toplanmasını sağlayacaktı.  Çalışma masasının altında Mark’ın çakmağının bulunması da planının etkisini güçlendirdi.   O çakmağı oraya Frank’ın bıraktığını sanmıyorum. Büyük ihtimalle, Mark onu tartışma sırasında gerçekten de düşürdü ve böylece katile bilmeden büyük bir iyilik yapmış oldu.”

Hoirot’yu dikkatle dinleyen Başmüfettiş, eliyle çenesini kaşıyarak bir süre düşündükten sonra, “Haklısınız,” dedi. “Olaya bu açıdan bakarsak bütün taşlar yerine oturuyor. Bu şartlar altında, Frank’ın alibisinin de hiçbir değeri yok. Dün gece buluştuğu kız arkadaşının ifadesini almamız gerekecek. Bakalım gerçekten saat kaçta buluşmuşlar.”

Hoirot, “Bence, gittiği barın çalışanlarına da sorun. Eminim, onun saat kaçta geldiğini hatırlayan biri mutlaka çıkacaktır. Tahminimce, 21.30 civarında barın kapısından içeriye girmiş olmalı.”

Başmüfettiş telaşla eve girdi.

Yirmi dakika sonra gözaltına alınan Frank Smith, Scotland Yard’a götürülmek üzere polis aracına bindirilirken Hoirot verandadan onu izliyordu. Genç adam suçunu itiraf etmemişti ama kaderine boyun eğmiş gibi bir hali vardı. Bakışlarıyla sanki Hoirot’ya ‘senin de intikamını aldım’ der gibiydi.

Hoirot, akşam yemeği için tam çatal ve bıçağını eline aldığı sırada, uşağı Arwyn, Başmüfettiş Paul McCartney’in telefonda olduğunu bildirdi. Ünlü dedektif tabağındaki enfes görünümlü rostosuna yutkunarak baktı. Bir an için yemeğine başlamakla çalışma odasındaki telefona gitmek arasında bocaladı. Sonunda kararını verdi ve  Scotland Yard’dan gelen haberi çok merak ettiğinden istemeye istemeye masadan kalktı.

Haber beklediği gibiydi.  Frank Smith, işi yokuşa sürmemiş, çabucak çözülmüştü. Cinayeti, aynen kendisinin anlattığı gibi işlediğini itiraf etmiş, az önce de tutuklanmıştı.

Hoirot telefonu kapattıktan sonra derin bir iç çekti. Frank’ın kendisine o son bakışını hatırlamıştı. Sonra ağır ağır yemek masasına geri döndü. Yeniden çatalını ve bıçağını eline aldı. Rostosundan bir parça kesip ağzına götürdü. Hoşnutsuzlukla ağır ağır çiğnedi. Soğumuştu çünkü. Sadece et değil, sebzeler de buz gibiydi.

Birden durdu. Sonra kendi kendine, “İntikam, soğuk yenen bir yemektir,” diye mırıldandı.    

Önceki İçerik
Sonraki İçerik

En Son Yazılar